Öne Çıkan Yayın

kelime videoları

https://www.youtube.com/channel/UC91Wrsi_25Ts3280rX8CLDw                                               ...

8 Nisan 2014 Salı

Kelimelerin Azizliği Ve İki Abdullah

Kelimelerin Azizliği Ve İki Abdullah

Arkadaşımız Metin Karabaşoğlu'nun Yollarda: Hidayet Öyküleri kitabından öğrendiğimize göre, gayrimüslimlerde bilhassa Hıristiyanlarda arayışlar çok küçük yaşlarda başlıyor. Fakat günümüzde, propagandaların gayet ince taktik ve teknikleriyle İslâm'ın terörle aynı şeymiş gibi gösterilmesi, 'acaba aradığımız soruların cevabı İslâmiyet'te olabilir mi?' düşüncesinin akıllarına gelmesini engelliyor. Fark edebildiğimiz kadarıyla onların zihinlerini kurcalayan beş mesele var. Teslis meselesi, hem insan, hem oğul tanrı olmak, hem insan, hem tanrının annesi olmak, bir din adamına günah çıkartmak, doğuştan aslî bir günahla doğmak gibi...
Bu problemlerle boğuşmuş bir araştırmacı olan Prof. Dr. Eva de Vitray Meyerovitch'in kendisiyle yapılan bir mülâkattan (İslâm'ın Güleryüzü) alıntılar yaparak meseleyi müşahhas (somut) hâle getirmek istiyorum.

"Büyük annemin bana en çok tesir eden yanı, kendisinin son derece dürüst olmasıydı. Onda, daha başkalarında da görüp hayran olduğum, ilkelerine o aşırı bağlılık duygusu vardı. Her zaman kandırmama, aldatmama düşüncesine sahipti. O kadar ki, en masum yalanı dahi çok vahim bir şey olarak görürdü. Sanırım, bu bana çok tesir etti.(...) 18 yaşımdayken, Carmelite tarikatından bir rahibe olmayı hayal ediyordum. 1925 ile 1930 yılları arası idi. Çevremi kuşatan gelenekçilikten ıstırap duyuyordum ve problemlerimi rahiplerime anlatacak olsam, bana hepsi de aynı şekilde şüphelerden uzak durmamı öğütlüyor ve bu şüpheleri benden gidermesi için Rabbime dua etmem gerektiğini söylüyorlardı. Doğrusu bana tatmin edici hiçbir cevap vermiyorlardı. Kendimi ve başkalarını kandırmama, yalan söylememe arzum ile birleşince, onların otoriter tutumları beni öylesine rahatsız ediyordu ki, beni rahatsız eden bütün meseleleri bir yana bırakmam imkânsızdı. Öyle ki dinime yürekten bağlı biri olamadığım hissine kapılıyordum. (...) Meselâ elimizdeki İncillerin ilk metinleri 4. yüzyıldan kalmadır. Üstelik onlar, asıl İncillerin tercümelerinin tercümeleridir. Elinistik bir ifadeyle Sami kökenli bir ifade arasında çok büyük bir fark olabileceğini bilecek kadar da Grekçe öğrenmiştim. Söz gelişi son derece önemli olan 'Allah'ın Oğlu' tabiri... Grekçede bu ifade kullanıldığında, gerçekten de oğul, çocuk mânâsına gelir, halbuki bu terim (Kitab-ı Mukaddes'te "İsa'ya" adını taşıyan kısım) kul, köle anlamındadır. Bu ise, hiçbir zaman aynı şey değildir. Konsiller'in bildirileriyle katılaşmış çok kapalı bir husus vardı burada ve ben bunu kabullenmede zorlanmıştım. Pek uzun zaman olmuyor, çok sevimli bir genç rahiple karşılaştım, kendisi bana şu garip açıklamada bulundu: 'Kendimi kâmil mânâda Hıristiyan olarak görüyorum, fakat Kudas ayini yaptırdığım sırada, ekmekle şarabın İsa'nın etiyle kanına dönüşmesine inanmıyorum.' Ben eğer papaz olsaydım, ekmekle şarabın Hz. İsa'nın eti ve kanına dönüşmesine inanmaksızın ayin yaptırmaktansa, kendimi pencereden aşağıya atıp ölmeyi tercih ederdim. Kilisenin bu konudaki otoriter tutumuna zor tahammül ediyordum ve kendi kendime şu tür sorular soruyordum: 'Hangi hakla Kilise, sanırım 1943 yılındaydı, Assomption (Hz. Meryem'in göğe kaldırılması) doğmasını ilân ediyor?' Bence kilisenin değer hükümleri vermeye hakkı vardır; fakat vakıalar (gerçekler) üzerine karar vermeye yetkisi yoktur. Kilisenin ne zaman yanıldığı konusunda işte size bir örnek: Galile'yi mahkûm ettiği zaman da yanılmıştır, itibarını geri verdiği zaman da. Bütün bunlar beni fena halde rahatsız ediyordu ve kendi kendime, giderek daha sık 'Katolik olarak kalıyorsam, bunun sebebi, pazar sabahları kudas âyinine gidip katılmam içindir, halbuki bu bir kandırmacadır. Bu ise ahlâka tamamen aykırı bir davranıştır.' diyordum. Her seferinde (günah çıkarmak için) herhangi bir kiliseye gidiyordum. O sürekli zihni kısıtlamalardan burada söyleyemeyeceğim bütün o hususlardan biraz üzüntü duyuyordum. Geçenlerde büyük bir ilâhiyatçı (rahip) ile sohbet fırsatı buldum. Bir soruma verdiği şu karşılığı duyunca hayretten dona kaldım: 'İyi de, bugün arafa, cehenneme veya ilk günaha (günahkâr doğuşa)gerçek anlamda kim inanıyor ki? Bence bunlar, insan tabiatının boşluklarını izah etmek için ilâhiyatçıların ortaya attıkları uydurmalardır.' Kendi kilisesi tarafından hiç tenkit edilmeyen bu parlak adam karşısında, yine de şöyle düşünmekten kendimi alamadım: 'Bu rahip, bütün bunları boşaltırsa geriye ne kalır ki? Demek ki o, kendisini rahatsız eden her şeyi silkeleyip zihninden atıyor.' (...) Bu şartlarda gidip kudas ayini yapmak bana nahoş görünürdü. Onun için hepsinden vazgeçmeyi tercih ettim. İlişkimi kökünden kestim. Daha 1437'de iken, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasında bir ilâhiyatçılar meclisi toplanmasını tavsiye eden Alman kardinal Nicolas de Cues, Kur'ân'ı Arapça'sından okumuş ve bu konuda insanı gerçekten şaşkına çeviren sayfalar yazmıştır. Meselâ şu ifadeler onundur: 'Kur'ân, 'Allah'ın oğlu dememek gerekir' dediği zaman, bunda çok haklıdır, zira bu bir karışıklığa sebep olabilir. 'Kur'ân, 'Allah hakkında üçtür demeyin' dediğinde de, yine oldukça haklıdır, çünkü insanlar buna üç ilah olarak inanabilirler.' Muhammed İkbal'in İslâm'da Dîni Düşüncenin İnşası isimli kitabını okuduktan sonra, ters bir yolda kaybolmuş, tek başıma biri olmadığımı, farkına varmaksızın, büyük bir geleneğin (dinin) içinde bulunduğumu müşahade etmekten de mutluydum. Müslüman olmuştum, hem de hiçbir şeyi inkâr etmeden. Ne Tevrat'ı inkâr ediyordum, ne de İncil'i... Çok geçmeden, İslâm'ın temel hususlardan, hiçbir şeyi inkâr etmediği kanaatine vardım. Kur'ân, Hz. İsa'nın bâkireden doğduğunu belirtir ve Hz. Meryem'e çok büyük bir değer verir. Kur'ân'da Hz. Meryem'e (Cebrail'le Hz. İsa'nın doğacağına dair) verilen haber, Luka İncili'ndekinin aynıdır(...) Araştırırken bir ilk-Matta İncili olduğunu ve Matta İncili'nin Aramca ifadelerle tıka basa doldurulmuş bulunduğu dikkatimi çekti. Grekçe'ye tercümesi, Aramca ifadelerden geçilmiyordu. Bu biraz, İngilizce'yi pek iyi bilmeyen ve 'Wat is the matter? (Ne var? Ne oldu?)' cümlesini, 'Madde nasıldır?' diye tercüme eden kimsenin haline benziyor. Hem sonra, İncillerin ortaya çıkış tarihlerinin belirlenen şekli de beni şaşırttı. Özellikle de, en eski el yazması İncil'in veya daha doğrusu, sahip olduğumuz ve British Museum'da bulunan en eski el yazması İncil örneğinin, karbon 14 yöntemiyle, belirlenen tarihinin II. yüzyıl başları olması rahatsız etti. Bu sözünü ettiğim, İncil'in çok küçük bir parçacığıdır. Geri kalan kısımlar çok daha geç tarihleri göstermektedir. Alın şu Allah'ın oğlu ifadesini. Grekçe'de 'Uios Theou' denilir. Tam olarak ne demek bu? Arapça gibi İbranice'de de, oğul sözcüğü için iki kelime vardır: Bedene göre oğul, ruha göre oğul. Küçük bir çocuğa, 'oğlum, git bana gazete al' dediğinizde, o çocuğun sizin oğlunuz olduğu anlamına gelmez. Halbuki, Grekçe'de oğul için sadece bir tek kelime vardır. Bu kelimenin çok iyi seçilmiş olması gerekir, fakat bu seçimin iyi ve doğru olduğunu bize kim söylüyor? İşte beni gerçekten ilgilendiren türden bir mesele, ama pek bir anlamı olmayan, pek bir şey ifade etmeyen bir mesele. Kelimeye verilen önemle ilgili bir başka misâl ister misiniz? Biliyorsunuz, Kur'ân'ın bütün sureleri 'Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla' diye başlar. Aslında bu, kötü bir tercüme, ama başka türlü çevirme imkânı da yok. Bu kelime, döl yatağı (rahim) anlamına gelen Sami dilindeki bir kökenden gelir. İmdi, biraz anlaşılmaz bir dilde yeni bir Kur'ân meâli yapmış olan, fakat kelimelerin kökenlerine ulaşma konusunda çok büyük imkânlara ve üstünlüğe sahip bulunan Andre Chouraqui, bu kelimeyi 'Bir dölyatağı sevgisiyle' diye tercüme ediyor. Kuşkusuz, bu doğru, fakat çok güzel bir tercüme değil. Gerçekte bu kelime, Allah'ın yaratıkları için, bir annenin bağrındaki yavru için taşıdığı şefkatin aynısını taşır anlamındadır."

Bu mülâkatı, İslâmın Güleryüzü isimli kitaptan, muhterem Cemal Aydın'ın tercümesinden naklettim.

Ben şu kadarını ilâve etmek istiyorum. Aslında İncil'deki ifadenin kul mânâsına gelmesi daha uygun. O zaman Allah'ın kulu yani Abdullah demek oluyor. Enteresan bir tevafuktur ki, Kur'ân-ı Kerim'de Abdullah kelimesi iki yerde geçmektedir. Birisi ile Hz. İsa (a) kast edilmektedir: "(Anne kucağındaki İsa dile gelip) Ben Abdullahım (Allah'ın kuluyum). Bana kitap verdi, beni peygamber yaptı." (Meryem Sûresi, 30. âyet) İkincisi ile Hz. Muhammed aleyhisselâm kast edilmiştir: "Abdullah (Allah'ın kulu, Muhammed) kalkıp O'na yalvarınca (hayretten hepsi) onun üzerine üşüşüp neredeyse keçe gibi birbirlerine geçeceklerdi." (Cin Sûresi, 19. âyet) Hz. Muhammed Aleyhisselâmın namaz kıldığını gören müşrikler, hayretten onun üzerine üşüştüler veya putperestler, onun getirdiği dini iptal etmek için âdeta birbiriyle kenetlendiler. Dikkat edilirse her iki peygamberi birleştiren abd yani kul kelimesi... İkisi de Allah'ın kulu ve peygamberidir...

Bilim Teknik dergisinin Nisan 1972 sayısının 23. sayfasında; 'Kelimelerin Azizliği' başlıklı yazıda şöyle deniliyor: "Musa Peygamberin, dünya şaheserlerinden sayılan ve meşhur heykeltraş Michel Angelo (Mikelanj) tarafından yapılmış olan heykelinin başında iki küçük boynuz vardır. Çoğu kimselerin hayretine sebep olan bu boynuzların Tevrat'a göre şimdiye kadar açıklanış şekli şuydu: Musa, Sina dağından, inerek Allah'tan aldığı 'On Emri' İsrailoğullarına getirirken başında iki Chorn (Chornus=Boynuz) görünmüştü. İsrail Devleti'nin kuruluşundan sonra bulunan bazı İbranî metinlerin incelenmesi yüzyıllardan beri bilinen 'Chornus=Boynuz' kelimesinin aynı zamanda hâle (azizlerin başları üzerindeki ışık halkası) mânâsına geldiğini ortaya çıkardı. Böylece Tevrat'taki cümle mânâ kazanmış oluyordu. Ne yazık ki, Musa Peygamberin heykelindeki boynuzları artık kimse çıkaramaz." (Time'den)

Burada geçen "Corne" kelimesi Arapça'da birçok mânâya gelmektedir. Merhum Elmalılı tefsirinde şöyle demektedir: "Karn; boynuz, asır, bir zamanda yakın olan cemaat mânâlarına geldiği gibi; insanın tepesine ve bilhassa başının yanlarına, yani şakaklarına -ki, hayvanda boynuz yeridir- ve erkeklerin perçemine, kadınların zülüflerine, güneşin kurşunun kenarına ve bir kavmin başında bulunan efendisine ilâ âhirihi ıtlak olunur..."

Cemil Meriç de Umrandan Uygarlığa isimli eserinin 296. sayfasında şöyle diyor: "Matta İncil'inde 'Devenin iğne deliğinden geçmesi, zenginin Allah'ın melekûtuna girmesinden daha kolaydır.' Mütercim, Yunanca Kamalos (deve) ile kamilos (halat) kelimelerini karıştırmış. Yani iğnenin deliğinden geçecek deve değil, halat."

Cemil Meriç'in bu tesbiti Kur'ân'daki, "İşte onlara gök kapıları açılmayacak ve cemel iğne deliğinden geçinceye kadar onlar cennete giremeyeceklerdir." (Araf, 40) âyetini hatırıma getirdi. Buradaki "cemel" kelimesi bazılarınca ki, ekseriyetle "deve" olarak anlaşılmıştır. Seyyid Kutup ise bunun "halat" olduğunu söyler, bunun ifadenin akışına ve mânânın bütünlüğüne daha uygun olduğunu belirtir. Çünkü, "iğne, iplik, halat" kelimeleri arasında tenasüp vardır. "(Saçtığı) kıvılcım sanki sarı sarı halatlardır." (Mürselat, 33) âyetinde de "cimâletin sufr" ifadesi de böyledir. Yani "sarı develer" değil; "sarı halatlar" demektir. Çünkü burada da mânâ tenasübü vardır. Seyyid Kutup, bu mevzuda şöyle diyor: "Gölge yapmayan ve alevden korumayan bir gölgeye gidin. O gölge kalın ağaçlar gibi kıvılcımlar saçar. Sanki (o kıvılcımlar) sarı, kalın bir iptir." (Kur'ân'da Kıyamet Sahneleri, 106)

İşin garibi "cemel" kelimesinin "kamelos" ve "kamilos" kelimeleriyle çok benzerliği var. Hattâ hepsi de "aynı kökten" diyebiliriz. Sadece "c" harfi "k" olmuş. Zaten Batı dillerinde çoğu zaman "c" harfi "k" olarak telaffuz edilmektedir.

Birçok araştırma pek çok dilde bazı kelimelerin aynı olduğunu ortaya koymuştur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Popular Posts