Sayfalar

29 Nisan 2014 Salı

Kemal Tahir, Söylemin Biricikliği ve İslam

Michel Foucault, Kelimeler ve Şeyler’de (‘Les Mots et Les Choses’), Rönesans Episteme’si ile (Rönesans’ta neyin ‘bilgi’ sayılmasına ilişkin kurallar, ölçüler, normlar), Klasik Dönem (17. yy.) Episteme’si arasındaki radikal farklara dikkati çeker. Bir Rönesans doğabilimcisi olan Aldrovandi’ye göre bilimsel ‘bilgi’ sayılan şeyler, bir Klasik Dönem doğabilimcisine, Buffon’a göre, bilim adına tam bir ‘skandal’ teşkil ederler. Aldrovandi, bir hayvanın, mesela yılanın, anatomik özelliklerinin yanı sıra mitolojik, etimolojik, ve anekdota dayalı duyum ve enformasyonları da almakta sakınca görmez kitabına. Oysa Buffon için, düpedüz anlaşılmaz bir tavırdır bu: Bir hayvanın kendisine ilişkin olanlarla, onun hakkında söylenenlere ilişkin olanlar arasında radikal bir fark öngörür Buffon... Foucault, bu Episteme farkını şöyle açıklar: Aldrovandi’ye göre, Doğa, birbirinden ayrışmamış bir kelimeler ve işaretler bütünüdür ve bir doğabilimcinin işi, ister ‘insanların kitaplarında, ister Dünya’nın kitabında’ var olan bu kelime ve işaretleri derlemekten ibarettir: –Rönesans Episteme’si bunu gerektirir çünkü! Bir başka deyişle, Rönesans Episteme’sinde Dil ve Doğa birbirinden farklılaşmamıştır. Oysa, Buffon için Dil, Doğa’nın bir parçası değildir;– onu temsil etme yollarından biridir sadece. Dolayısıyla, bir hayvan hakkında söylenenler (mitoloji, anekdot, etimoloji vb.), yani Dil’e ait olanlarla, hayvanın kendisine, yani Doğa’ya ait olanlar (anatomi vb.) arasında radikal bir fark vardır. Buffon, özenle ayırır bunları; ve, sadece Doğa’ya ait olanı alır kitabına; –Klasik Dönem Episteme’si bunu gerektirmektedir çünkü... Bundan önceki yazımda, Kemal Tahir’in Devlet Ana romanından söz açtığımı hatırlayanlar olacaktır. O yazımda Jonathan Barnes’ın ‘Aristoteles’ üzerine yazdığı kitapta, onun (Aristoteles’in) –tıpkı Aldrovandi gibi– bir hayvanın, doğrudan gözleme dayalı Doğal ya da empirik özellikleri ile, ordan burdan derlenmiş ve bütünüyle tevatüre dayalı uydurma duyumları, birbirinden farklılaşmamış bilgiler olarak, aynı epistemolojik düzeye koyduğundan söz ettiğini bildirmiştim. Mesela, bir bizonun, uzun mesafeye ulaşabilen bir dışkılama yeteneği olduğunu, ve bizonun, bu yeteneğini, kavurucu sıcaklıktaki dışkısından yararlanarak, kendini savunma amacıyla kullandığını yazabilmiştir Aristoteles. Hatırlayacaksınız: Barnes, Aristoteles’in gerçekten bugünün Episteme’si ile, gerçekten ‘bilimsel’ sayılabilecek gözlemlerinin yanı sıra, ‘bazı sarhoş avcıların anlattıkları saçma sapan hikayeleri’ (mesela, bizonun dışkılama yeteneği üzerine yazdıklarını), zooloji araştırmaları kitabına almasını, çok şaşırtıcı bulmaktaydı... Sadece Aristoteles mi; –değil elbette! Homeros da İlyada’sında, Klasik dönem sonrası Episteme anlayışına göre, birbiriyle asla aynı ‘bilgi’ düzleminde bulunmaması gereken Tarih ve Mitos’u, aralarında herhangi bir epistemolojik fark öngörmeden, birlikte dile getirmekte bir sakınca görmemişti. Kemal Tahir’in ‘Devlet Ana’sı, işte bu açıdan bakıldığında, tastamam Homeros, Aristoteles ve Aldrovandi’nin içinde yer aldıkları epistemik söylemi yeniden üreten bir olağandışı (evet, olağandışı ve müstesna!) bir metin olarak ele alınmalıdır. ‘Devlet Ana’da, 13. yüzyıl Anadolu’sunun tarihiyle örtüşmeyen mitolojik, anekdotal (yani, rivayete dayalı) birtakım duyum ve enformasyonların, gerçeğe dayalı tarihsel bilgilerle aynı düzeye konulmasının, Kemal Tahir’i eleştirmek için kullanıldığını hatırlamalı burada. Gerçekten de, ‘Devlet Ana’da Yunus Emre’nin Latince konuşması, ya da dürbün kullanılmasına ilişkin bölümler, tarihsel gerçeklere aykırı düştükleri gerekçesiyle Kemal Tahir’in ‘cehaleti’ne(!) kanıt gösterilmişti. Oysa, eleştirenlerin Kemal Tahir’in ne yapmak istediğinden maalesef haberleri yoktu! O, 13. yüzyıl Anadolu’sunda Osmanlı devletinin kuruluşunu, Klasik dönem öncesi Episteme’siyle, yani tastamam o döneme (13. yüzyıla) denk düşen bir epistemik bütünlükle söylemselleştiriyor; romanını, bilerek ve kasden, Tarih’in, Mitoloji’nin, Masal’ın ve Rivayet’in birbirinden ayrılmadığı bir söylemle inşa ediyordu. Kemal Tahir’in, ‘bize ait’ bir roman söylemi kurulmasına ilişkin olarak ‘Devlet Ana’da gerçekleştirdiği, hiç şüphe yok, büyük bir devrimdir. Nietzsche, nasıl, Yunanlıların Trajik çağındaki Apollon ve Dionysos birlikteliğini (Ölçü ve Denge söylemiyle Coşku ve Vecd söyleminin birlikteliğini), Felsefe’nin ve Şiir’in birbirinden ayrılmadığı o Sokrates–Öncesi Trajik dönemin söylemiyle yeniden inşa etmenin ardına düştüyse, Kemal Tahir de, Tarih’in ve Mitolojinin birbirinden ayrılmadığı o Kuruluş döneminin söylemini yeniden inşa etmenin ardına düşmüştü. Bunu asla unutmamak gerek! Gerçekten ‘bize ait’ olan neyse, onun, Avrupa Modernleşmesinin dönüşümünü imleyen Klasik Dönem Episteme’sini temellük etmemiş olmamızla ilişkilendirilerek aranması gerekir. Osmanlı Medeniyetinin kendine özgülüğü, Modern Batı Medeniyetinin söylemler arasında öngördüğü radikal farklılıklara dayalı çoğulcu yaklaşımı gözardı edildiğinde kavranabilir ancak. Osmanlı Medeniyetinin, tekil ve biricik bir söylemin içinden İnsan’a ve Dünya’ya bakıyor olması, bana göre elbet, İslam’ın Tevhid konsepti ile temellendirilebilinir. Ama bu, bir başka yazının konusudur.

HİLMİ YAVUZ

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder