Sayfalar

25 Haziran 2014 Çarşamba

Neden güzel Türkçe konuşamıyoruz?

Efendim merhaba.. 

Bundan böyle Sonsayfa.com da Er meydanında birlikte olacağız.

Bu zamana kadar inanmadığım hiçbir şeyi savunmadım, söylemedim ve yazmadım. İnşallah bundan sonra da böyle olacak. İnanmak başarmanın yarısıdır diye boşa söylenmemiş. İnanıyorum ki, Sonsayfa.com çok okunan takip edilen bir site olacak. Amaç bu köşede ahkâm kesmek, kalemşörlük yapmak değil. Paylaşmak. Bilgi paylaşıldıkça çoğalır malum. Faydalı olmak. Esasında bir koşturmaca içindeyim, vakit bulmakta zaman zaman zorlanacağımı da biliyorum ama bütün bunlara değer çünkü, Süleyman Özışık kardeşimle kader birliği yaptık. İnşallah hayırlı olur.

Yıllardır kanayan bir yara olan dil meselesiyle başlamak istedim ilk makaleme.

Ezop, Sisam Adasının Kralı Ladmon’un kölesi olmadan önce, çağın tanınmış bilginlerinden Ksantus’un kölesi imiş. Ksantus, bir gün Ezop’a demiş ki: “Çarşıya git, bu akşamki misafirlerime en iyi, en lezzetli yemekleri yapman için ne gerekiyorsa satın al.” Fakat Ezop’un, Ksantus’un misafirleri şerefine verdiği ziyafet için pişirdiği bütün yemekler, yaptığı tatlılar hep “dil”den yapılmıştı. Ksantus, Ezop’a misafirleri önünde bağırmış: “Nedir bu kepazelik? Ben sana en lezzetli, en nefis, en tatlı yemekleri yap, dedim. Sen hepsini dilden yapmışsın.”

Ezop şu cevabı vermiş: “Evet efendim, en lezzetli yemekleri, en nefis tatlıları, hep dilden yaptım. Dünyadaki en güzel, en tatlı şey dildir. İnsanlar dilleriyle anlaşırlar, dilleriyle dua ederler, diğerlerine karşı sevgilerini dille anlatırlar. Dünyadaki en iyi, en tatlı, en güzel şey dildir. Dil olmasaydı, insanların hâli ne olurdu?”

Aradan zaman geçmiş, Ksantus, dostlarına yine bir ziyafet vermek istemiş. Ama bu defa Ezop’tan, en kötü yiyecekleri hazırlamasını istemiş.

Ezop, bir önceki ziyafet gibi, çorbadan tatlılara kadar bütün yiyecekleri dilden yapmış ve sebebini şöyle anlatmış:

“Gerçi dünyadaki en iyi, en tatlı, en güzel şey dil ise de, zaman zaman en acı, en çirkin, en kötü şey de dildir. İnsanları, birbirlerine gücendiren, kızdırtan, aralarını açan da dildir. İnsanların başına gelen felâketlerin sebebi, birçok defa onların dilidir.”

***
Zaman zaman günümüz gençlerinin Türkçe’yi doğru bir şekilde kullanamadıklarından şikâyet ederiz. Peki bizler, bu gençlerin Türkçe’yi güzel kullanmaları için elimizden geleni yaptık mı? Romalı yazar ve filozof Seneca; “Toprak ne kadar zengin olursa olsun, ekilmedikçe mahsul vermez” diyor. Gerçekten kafalar da toprak gibidir, ekilmeyen beyinlerden mahsul alınamaz.

TV kanallarındaki tartışma programlarında bir karmaşa almış başını gidiyor. Her kafadan bir ses çıkıyor, herkes doğru ya da yanlış, iyi ya da kötü bir şeyler söylüyor. Bakınız öncelikle, “hitabet” konusundaki kuralları, tekrar gözden geçirip, bu ilmi baştan aşağıya yeniden öğrenmemiz gerekiyor!

TV kanallarındaki açık oturumları seyrediyoruz; tartışma programları gerektiği gibi yönetilmiyor.

Birçoğunun da ne söylediğini ve ne söylemeye çalıştığını anlamakta zorlanıyoruz. Uzmanı ve siyasetçisi ise bir başka havada. Maksat, “Lâf olsun torba dolsun” ve “her kafadan bir ses çıksın olunca” ortaya şu an yaşadığımız nâhoş görüntüler çıkıyor.

Kendimizi ifade edemediğimiz gibi kendisini ifade etmeye çalışana da fırsat vermiyoruz. Sonra da, “Konuşmayı neden beceremiyoruz?” diye birbirimize sorup duruyoruz.

***
"Paris'te metroda Hâlid Ziyâ ile Hamdullah Suphi birbirlerine rastgelmiş, bir hayli konuşmuşlar. Metrodan çıkarken bir Fransız yanlarına gelmiş, mazur görülmesini rica ile kendisinin dillerin musikisiyle alâkadar olduğunu ve hangi dille konuştuklarını sormuş. Türkçe olduğunu öğrenince, şimdiye kadar bu dili duymak fırsatını bulamadığına müteessir ve şimdi duyduğuna da pek mütehassis olduğunu söylemiş. 'Eğer bu istasyonda inmeseydiniz mahzâ konuşmanızı işitmek için sizi devam edeceğiniz istasyona kadar takip edecektim. Ne eski bir millet olduğunuz anlaşılıyor, zira lisanınız bu âhenkli ve musikili inceliğine ermek için ne uzun zamanların sarf edilmiş olması iktiza eder!' demiş."

***
Hamdullah Suphi gibi, dilimize önem verenler bu halimizi görselerdi mezarlarında ters dönerlerdi.

Evet konuşmayı bilmiyoruz ve neler yapıyoruz:

Her şeyden evvel “şiir dili” olan güzelim Türkçe’mizi, çok kötü kullanıyoruz.

Okumuyoruz.

Kendimizi geliştiremediğimiz için;

Kelime hazinemiz çok zayıf

Kendimizi ifâde edemiyoruz.

Kavram kargaşasına sebep oluyoruz.

Kavga ediyoruz.

Asabîyiz.

Saygısızız,

Dikkatle dinlemiyoruz.

Sık sık söz kesme kabalığında bulunuyoruz.

Şiddete başvuruyoruz

Neden?

Konuşmayı bilmiyor olmamızdan.

Neden?

120 bin kelimelik söz varlığını inkâr ediyor olmamızdan.

Neden?

Geçmişimizle kavgalı olmamızdan.

Neden?

250-300 kelime ile konuşmaya çalışıyor olmamızdan.

***

Bugünkü Türkçe, tarih içinde kazandığı bütün incelikleri ve ses zenginliklerini geride bırakmıştır. Artık konuştuğumuz Hâlid Ziyâ'ların, Hamdullah Suphi'lerin âhenkli Türkçe’si değil, ağzımızda geveleyip kekelediğimiz kulağa hoş gelmeyen bir Türkçe’dir. Maalesef!

Bütün bunları sadece televizyonlarda ve radyolarda yapılan açık oturumlarda ve programlarda mı görüyor, duyuyoruz? Hayır! Milletin en yüce makamı olan TBMM’de hatta parti kurultaylarında görmüyor muyuz? Bize söz verildiğinde duygu ve düşüncelerimizi derli toplu bir şekilde sunacağımıza; sözü gereksiz tanımlamalar ve tekrarlarla sürekli uzatmıyor muyuz?

Kısacası, meseleyi açık bir şekilde ortaya koyacağımıza, sağlıklı bir bilgi vereceğimize, sürekli ahkâm kesiyoruz ve bunu hep yapıyoruz.

Dile, ilime, eğitime, kültüre, sanata, gereken önemi vermiyoruz
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder