Sayfalar

28 Mart 2014 Cuma

İsmail Sâib Sencer

Beyazıt Devlet Kütüphanesi Müdürü Şerafettin Kocaman ile bir mülâkat
Dursun Gürlek
Türk cihan hâkimiyeti mefkûresini tam bir ilim adamı ciddiyetiyle ortaya koyan merhum Prof. Osman Turan bir eserinde "Batı medeniyeti parayı mâbut, bankayı mabet haline getirdi" diyordu. Cemil Meriç'e göre de kütüphane, ziyaretçisi olmayan mabetti.
Oysa dünkü medeniyetimizin en muhteşem tablolarından biri de kütüphanelerdi. Camiler gibi onlar da günün her saatinde dolup taşıyordu. Kütüphane içindeki kütüphaneleri oluşturan hâfız-ı kütüpler ilim adamlarına üstadlık ediyor, onlara yol gösteriyordu. İsmail Saib Sencer Hoca'nın kafası, kırk yıl müdürlüğünü ve hâfız-ı kütüplüğünü yaptığı Beyazıt Devlet Kütüp hanesi'nden daha zengindi. Bir zamanlar adı "kedili kütüphane" ye çıkan ve yerli yabancı araştırmacılarla dolup taşan bu kültür hazinesinin kuruluş hikâyesini öğrenmek, İsmail Sâib Sencer gibi dünya çapında bir ilim otoritesini, ahlâk ve karakter âbidesini daha yakından tanımak istiyorsanız, adı geçen kütüphanenin bu günkü müdürü sayın Şerafettin Kocaman'la yaptığımız bu ayrıntılı röportajı okumanız gerekiyor.
-Efendim, Sultan İkinci Abdülhamid Han'ın şahsi bütçesinden harcayarak ve döşeme taşlarını Paris'ten getirterek kurduğu bu ilk resmî kütüphanenin daha önceki haliyle ilgili bilgiler verir misiniz?
-Bugün Beyazıt Devlet Kütüphanesi'nin bulunduğu mekânların bir kısmı, daha önceleri Beyazıt külliyesinin imaret kısmını oluşturuyordu. Beyazıt külliyesi, 1506 yılında İkinci Beyazıt devrinde tamamlanan mekânlardan ibaretti. Burada hemen belirteyim ki Osmanlı devletinde külliyeler şehrin bir nev'i özetiydi. Onlara küçültülmüş şehirler demek de mümkündür. Tabîî ki külliyenin merkezini cami teşkil ediyordu.
Cami, bugün olduğu gibi sadece namaz kılınan bir mâbetten ibaret değildi. O devirlerde camiler, özellikle "selatin camileri" denilen padişah camileri namazın dışında da dini ve kültürel faaliyetlere sahne oluyordu. Ezcümle çeşitli kürsü vaizleri tarafından vaazlar veriliyor, dini mahiyette konuşmalar yapılıyor, sorulan sorular hoca efendilerce cevaplandırılıyor, fetvalar sıralanıyordu. Mabetler aynı zamanda birer mektep ve medrese görevini de yerine getiriyordu. Meselâ maksûreler hâlinde ayrılanbölümlerde çeşitli dersler okutuluyor; bir köşede Buhari-i Şerif'ten ders yapılırken, diğerinde Mesnevi kıraat ediliyordu. Kısaca söylemek gerekirse, camiler günün her saatinde cıvıl cıvıldı. Ve böylece asıl fonksiyonunu ifa ediyor; Müslümanları her an bi rbirleriyle tanıştırmak ve kaynaştırmak sûretiyle İslam'daki birlik ve beraberlik rûhunun tezahür etmesini sağlıyordu. İşte camiler, etrafındaki diğer hizmet binalarıyla birlikte külliyeleri oluşturyordu. Yukarıda da ifade ettiğim gibi, külliyeler, İslam şehirlerinin küçültülmüş birer örneğiydi.
Cami medeniyeti
-Külliyeler, camilerin dışında başka hangi binalardan ve ne gibi sosyal kuruluşlardan ibaretti?
-Merkezini camilerin oluşturduğu külliyeler medreselerden, imaretlerden, hastahanelerden, aşhanelerden, hanlardan, ve hamamlardan meydana geliyordu. Ecdât, yüz yıllarca insanlara hizmet veren külliyeleri inşa ederken, efradını câmi, ağyarını mâni hareket etmiş, bir sosyal tesiste bulunması gereken her şeyi hazırlamıştı. Ruh ve madde plânında ortaya çıkan külliyeler, insanların maddi ve manevi ihtiyaçlarına birlikte cevap veriyordu. Bugün bile selâtin camilerinin etrafında o zamanlar tesis edilen ve gönül medeniyetinin birer tezahürü olan külliye binalarının kalıntılarına rastlayabilirsiniz. Edirnekapı'daki Mihrimah Sultan Camii'nin hemen yanı başında bulunan Mihrimah Sultan Hamamı günümüzde de hizmet vermeye devam etmektedir.
İşte şehrin özeti diye adlandırdığımız külliyenin imaret kısmında, bugün Beyazıt Devlet Kütüphanesi bulunmaktadır. 1882 yılında kütüphanenin kurulmasına başlandığı zaman bu imarethanenin bir kısmı ahır olarak kullanılıyordu. Kütüphanenin mekânı olarak orası alınıyor ve yeniden yapılıyor. Onarıldıktan sonra güzel bir mekân ortaya çıkıyor. 24 Haziran 1884'de Beyazıt Devlet Kütüphanesi resmen açılıyor.
Ahırdan kütüphaneye
-Böyle resmi bir kütüphanenin kurulması hangi ihtiyaçlardan doğdu ve açılış merasimi nasıl yapıldı?
-Bu sorunuzu cevaplandırabilmek için şöyle biraz geriye gitmek ve Osmanlılar zamanındaki kütüphanelere göz atmak gerekmektedir. Hemen belirtelim ki, Osmanlı medeniyeti, aynı zamanda bir kitap medeniyetiydi. Ardına çil çil kubbeler serperek ilerleyen asâkir-i islam veya orduyu hümayun, gittiği yerleri sadece maddi plânda fethetmiyor; manevi yönden de imar ve ihya ediyordu. İşte camiler, çeşmeler, hanlar ve hamamlar bu imar ve ihya hareketinin bel kemiğini teşkil ediyordu. Osmanlı akıncısının altındaki atın ayak bastığı yer, birden medeniyet fışkırtıyordu.
Bilindiği gibi, Fatih Sultan Mehmed İstanbul'a girer girmez Fatih Camii külliyesini yaptırıyor, külliyede üç tane de kütüphane açtırıyor. Bu kütüphanelerin birincisi caminin içindeki kütüphane, ikincisi, Sahn-ı Seman kütüphanesi, üçüncüsü ise medreselerin hususi kütüphaneleridir. Daha sonraki yıllarda şehirde başka kütüphanelerin de bulunduğunu biliyoruz. Fatih devri, kütüphanecilikte de Osmanlı'nın altın devrini teşkil etmektedir. Unutmayalım ki, kütüphanecilik, ilimle uğraşan milletler için en başta gelen hizmet kuruluşudur.
Osmanlılarda vakıflara büyük bir önem veriliyordu. İmparatorluğun her bölgesinde vakıf sistemi yaygındı. Başka bir ifadeyle söylemek gerekirse, Osmanlı devletini zirveye ulaştıran ve sosyal dayanışmayı en mükemmel bir şekilde sağlayan kuruluşların başında vakıflar gelmektedir. Kütüphanelerin ortaya çıkmasında da vakıfların büyük bir rol oynadığını görüyoruz. Zenginlerin, paşaların, beylerin yaptırdıkları caminin hemen yanıbaşına bir de kütüphane açtıklarına şahit oluyoruz.
İstanbul'da Beyazıt Devlet Kütüphanesi'nden önce tesis edilen yüzlerce kütüphane bulunmaktadır. 1869 yılında kütüphaneler vakıflardan alınıyor, Maarif Nezaretine, (Milli Eğitim Bakanlığına) veriliyor. Bu işlem sürerken yeni bir fikir gelişiyor; devlet ricali, küçük kütüpaheneler yerine bunların birleşmesinden meydana gelen büyük, zengin ve hizmet sahası geniş kütüphanelerin kurulmasını istiyor. Maarif nazırı Mustafa Paşa'yla devrin sadrâzamı Said Paşa bu teklifi padişaha arz ediyor. Tabii ki, İkinci Abdülhamid Han bu fikri büyük bir memnuniyetlekabul ediyor, biraz önce sizin de dediğiniz gibi, kendi hazine-i hâssasından gerekli parayı veriyor, hatta kütüphanenin mermerlerini de Fransa'dan getirtiyor. 1882'de Beyazıt külliyesinin, imaret kısmının ahır olarak kullanılan bölümü kütüphane için elverişli kabul ediliyor, hemen faaliyete başlanıyor; iki yıl gibi kısa bir süre içinde onarımı, restorasyonu tamamlanıyor ve bir merasimle resmen açılıyor. Hemen sahaflardan bir takım Naima Tarihi alınıyor ve sembolik olarak raflara yerleştiriliyor "Kütüphane-i Umumi-i Osmani" adı altında hizmet vermeye başlıyor.
"Tarih-i Naima, oku beni daima"
-Efendim, Osmanlı vak'anüvis tarihlerinin en önemlilerinden kabul edilen ve hakkında "Tarih-i Nâima, oku beni daima" denilen altı ciltlik değerli eseri raflara koyduk. Peki bu koca kütüphane daha sonra nasıl dolduruldu, kitap akışı hangi yöntemlerle sağlandı ?
-İşin bu safhasında önce Beyazıt Camii'ndeki kitaplar getiriliyor. Bu kitapların içinde dört bin kadar yazma vardır. Tabii ki birden itibaren hepsi numaralanıyor. Kütüphanede bulunan kitapların otuz bin tanesini 1928'den önce Arap harfleriyle basılan kitaplar oluşturmaktadır. Daha sonraki yıllarda bu sayı dört yüz elli bini buluyor. 1934 yılına kadar kütüphane kitap, dergi ve gazete bağışlarıyla oldukç a zenginleşiyor. Belirli bir seviyeye geliyor. 1934 yılında devlet bir kanun çıkarıyor. "Basma, yazı ve resimleri derleme kanunu." Bu kanuna göre, Türkiye'de basılan kitapdan, dergiden, gazeteden, yani her türlü yayından altı nüsha toplanıyor, Türkiye'deki altı kütüphaneye gönderiliyor. İşte bunlardan biri de Beyazıt Devlet Kütüphanesi'dir.
-Kütüphanenize bağışta bulunan kitap dostlarından bazı örnekler verebilir misiniz ?
-Sözün başında belirtmek gerekir ki, kütüphanemize yapılan bağışların sayısı hayli kabarıktır. Balkan savaşı olanca şiddetiyle devam ettiği, vatan topraklarının birer birer elden gittiği o netameli günlerde vatandaşlarımız arabasına, kağnısına yükleyip binbir zahmetle getirebildiği eşyalarının arasında bulunan kitapları o zamanki ad ıyla "Kütüphane-i Umûmî-i Osmani"ye bağışlıyordu. Daha sonraki yıllarda kitap dostu bir çok kimse kıymetli eserlerini kütüphanemize bağışlama lütfunda bulundu. Meselâ bunlardan biri de büyük bilginlerimizden ve bestekarlarımızdan olan İsmail Fenni Ertuğrul'dur. Üstadın koleksiyonu, son derece değerli yazma ve basma kitaplardan oluşan 9150 ciltlik bir hazinedir.
Diğer bir bağışçımız ise eski Türkiye Büyük Millet Meclisi üyesi ve Başbakanlık Özel Kalem Müdürü Necmeddin Sahir Sılan'dır. Necmeddin Bey, 5000'e yakın kitap, dergi ve diğer dokümanları kütüphânemize bağışladı. Daha sonra, eşi Cemile Hanım'ın anısına kütüphanenin girişi restore ettirildi. "Cemile Necmeddin Sahir Sılan Galeri - Kitaplığı Tesisi" adı verilen bu bölümde belirli günlerde ve haftalardaanma toplantıları yapılmakta, kültürel faaliyetler gerçekleştirilmektedir. Kütüphanemize bunların dışında daha başka bağışlar da yapıldığını bu arada belirtmiş olalım. Mesela eski bakanlardan Cihat Baban da bunlardan biriydi.
Aranan bir kitabın hemen bulunması ve ihtiyacın derhal giderilmesi tabiî ki güzel bir şeydir. M. Kemal Paşa, Anadolu seyahatinde bulunduğu bir sırada kendisine bir kitap lâzım olur. İstediği kitap bulunup kendisine verilince bunun nasıl temin edildiğini sorar, bir kütüphaneden getirildiği söylenince memnun olur ve bazı kütüphanelere bütün kitaplar gitsin ki, isteyen herkes böyle benim gibi aradığı kitabı bulsun der. Böylece derleme kanunu çıkar. İşte bu derleme kanunuyla birlikte kütüphanemiz 450.000 kadar kitaba sahip olur. Ayrıca 24.000 kadar dergimiz bulunmaktadır. Türkiye'de çıkan bütün gazeteler Beyazıt Devlet kütüphanesine gelmektedir. Bunların dışında kütüphanemizde mevcut olan para, pul, kartpostal gibi şeylerden de söz edebiliriz. Şunu da belirteyim ki, derleme kanunu 1939'dansonra hiç değişmediği için, bugün mevcut bir takım modern malzemenin kütüphanemize gelmesi mümkün olmamaktadır. Hem bizim tarafımızdan, hem de derleme müdürlüğünce bu konuyla ilgili yeni kanun müsvetteleri hazırlanıp bakanlığa gönderildi, ama henüz bir netice alınamadı.
Tam bir hazine
-Kütüphanenizde bulunan kitapların türü ve daha başka özellikleri hakkında neler söyleyebilirsiniz?
- Hemen belirtmeliyim ki kütüphanemiz roman okuyan, ödev yapan ve benzeri ihtiyaçlar için müracaatta bulunan okuyuculardan ziyade, araştırma ve inceleme yapmak isteyenlere açıktır. Güncel kitaplarda okuyuculara hizmet sunamıyoruz. Kütüphanemizde mevcut yazmaların sayısı on iki bini bulmaktadır. Tabiî ki bunların içinde bir bölümü Arapça, bir kısmı Farsça, diğerleri de Türkçedir. Yazma kitaplar her türlü ilimden bahsetmekte, matematikten, tıptan tut, tasavvufa kadar her konuyu işlemektedir.
Yazmalar
-Bu yazmaların içinde muhakkak ki çok değerli eserler bulunmaktadır. Bir kaç örnek verebilir misiniz?
- Meselâ üç ciltlik "Ed irne Tarihi" bunlardan biridir. Adı geçen eser sadece Edirne şehrinin tarihi olmayıp, bütün bir Trakya bölgesiyle ilgili her türlü bilgiyi ve belgeyi ihtiva etmektedir. Eser, bu özelliğiyle bir medeniyet tarihidir. Kitapta tarihi olaylar, ilim adamlarınınhayatı, camiler, çeşmeler, medreseler yer almaktadır. Kısaca söylemek gerekirse, Edirne Tarihi bütün bir bölgenin efradını câmi, ağyarını mâni medeniyet tarihidir. Ne yazık ki üç ciltlik bu kıymetli eser şimdiye kadar Lâtin harflerine kazandırılamadı. Ayrıca kütüphanemizde "Mesnevi"nin, İbrahim Hakkı hazretlerinin "Marifetnâme"sinin güzel birer yazma nüshası bulunmaktadır.
-Edirne Tarihi'nin yazarı kimdir?
- Bâdî Efendi.
-Gelelim matbu kitaplara...
- Efendim, ilk matbu kitapları biliyorsunuz Müteferrika Matbaası'nda basılan eserler teşkil etmektedir. Bunlardan on tanesi kütüphanemizde bulunmaktadır. Maalesef tamamı mevcut değildir. Müteferrika Matbaasından sonra Devlet Matbaasında tab edilen kitaplardan bol miktarda bulunmaktadır. Çok kıymetli yazma eserler seçilip basıldığı için Devlet Matbaasının yayımladığı eserler oldukça değerlidir. Tabiî bütün bunları isim isim saymamız mümkün değildir. Tasnif ve katalog meselesi söz konusudur. Maalesef kütüphanemizin kadrosu oldukça yetersizdir.
-Beyazıt Devlet Kütüphanesi'nin kronolojik tarihi hakkında bilgi verir misiniz?
- Beyazıt Devlet Kütüphanesi 1884 yılında "Kütüphane-i Umûmi-i Osmani" adıyla kuruldu. Hoca Tahsin Efendi adında biri ilk müdür olarak göreve başladı. Ancak bu zat hakkında fazla bir bilgimiz yok. Sonra meşhur İsmail Saip Sencer, Necati Lügal, Sadettin Nüzhet Ergun, Muzaffer Gökman, Yusuf Tavacı, Hasan Duman gibi zatlar kütüphane müdürlüğü görevinde bulunuyorlar. 1962 yılında, Milli Eğitim Şûrası'nın aldığı 21.6.1962 gün ve 320-367 sayılı kararıyla adı "Beyazıt Devlet Kütüphanesi" olarak değişiyor. Ondan sonra bu şekliyle hizmete devam ediyor. 1940'lı yıllarda burada, bir ara çocuk kütüphanesi açılıyor, fakat fazla rağbet olmadığı için kapatılıyor, onun yerine cilthane açılıyor. Bu cilthane kütü phanemizin kitaplarını ciltlemeye halen devam ediyor.
O bir allâmeydi
-Beyazıt Devlet Kütüphanesi'nde kırk yıl hâfız-ı kütüplük ve müdürlük görevinde bulunan ve devrindeki bilginlerin ifadesiyle Gazalî kadar mütekellim, Fahreddin-i Râzî kadar müfessir, İbn-i Sîna kadar hakim, Şeyh-i Ekber kadar âlim, Mevlânâ kadar âşık olan İsmail Saib Sencer kimdi?
- Merhum İsmail Saip Sencer Hocaefendi son derece zeki ve güçlü bir hafızanın sahibiydi. Onun bütün varlığı kitaplarından, kedilerinden ve dünyanın dört bucağından kendisini ziyarete gelen bilginlerden ibaretti. Etrafındakilerin anlattığına göre, kütüphanesindeki bütün kitapları, hatta İstanbul kütüphanelerinde bulunan bütün eserleri konularına, ciltlerine, baskı tarihlerine, sayfa sayılarına, noktasına, virgülüne varıncaya kadar biliyordu. Merhumun bu kadar geniş ilmine rağmen eser yazmadığı bir gerçektir; ama şurasını da belirtmek gerekir ki, onun asıl eserleri, cazibesine kapılıp etrafında pervane olan yerli ve yabancı alimlerdi. Vuslatından sonra, arkasından yazı yazan ilim adamlarından bazılarının ifadesine göre, Hazretin bizzat yazdırdığı veya dikte ettirdiği, fakat engin tevazuundan dolayı kendi ismini koydurtmadığı eserler de yok değildi. Meselâ Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı'nın ünlü eseri "Osmanlı Tarihi"ni İsmail Saip Hoca'nın dikte ettirdiği rivayet edilmektedir. Ayrıca, meşhur kitabiyyât bilginimiz Bursalı Mehmet Tahir Bey'in üç ciltlik "Osmanlı Müellifleri"nin gerçek müellifinin de keza İsmail Saip Hocaefendi olduğu söylenmektedir. Daha birç ok âlim, şair ve gazeteci vardır ki, hepsi merhumdan çok istifade ettiklerini, başka hiçbir yerde ve hiçbir kaynakta bulamadıkları bilgileri kendisinden sağladıklarını açıkça itiraf etmektedirler.
Kâtip Çelebi'yi tashih etmişti
-Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı 1940'da Belleten'in dördüncü cildinin, on üçüncü sayısına yazdığı nefis bir makalede Kâtip Çelebi ile İsmail Saip Sencer hocayı karşılaştırıyor ve diyor ki:
"Keşfü'z- Zünûn ile tarihi eserlerini okuduğumuz büyük Türk âlimi Kâtip Çelebi ile Hoca'nın, kitâbiyyât, tercüme-i hal, tarih ve edebiyat hususundaki vukufları mukayese edilince, on yedinci asrın yüksek âlimi, İsmail Saip Üstadın yanında mübalâğasız olarak bir tilmiz (öğrenci) vaz'iyetinde kalır. Hoca merhum, Keşfü'z- Zünûn'un bir kısım ye rlerini tashih ve daha birçok ilâvelerle Kâtip Çelebi'ye bir zeyl yapmıştır ki, Maarif Vekâleti'nin (Milli Eğitim Bakanlığının) satın aldığı bu zeyl ile diğer zeyller, Keşfü'z- Zünûn ile yeniden bastırılmaktadır."
- Efendim, söz sahibine göre kıymet ifade eder. Bunları Uzunçarşılı söylüyorsa hakikat payı büyüktür. Ayrıca, İsmail Saip Hoca'dan ne kadar istifade ettiğini de bu sözlerle ortaya koymaktadır. Benim kanaatim o ki İsmail Saip Hoca yüksek ahlâkının ve engin tevazuunun bir gereği olarak şunu da söylemiş olabilir: Bunu ben yazayım, ama sakın benim adımdan hiç bir yerde bahs etme. Karakterinden ortaya böyle bir sonuç çıkmaktadır. Çünkü prensiplerine son derece bağlı olan Hocaefendi güçlü bir şahsiyetin sahibiydi. O kadar ki gönülden bağlı olduğu değer yargılarından taviz vermemek, ilmiye kisvesinin bir nişanesi olan sarığı başından çıkarmamak için darülfünundan (üniversiteden) istifa etmiş, bir nevi Beyazıt Devlet Kütüphanesi'ne sığınmış ve ömrünün sonuna kadar buradan dışarı çıkmamıştı.
Merhum ve mağfur hocamız öyle örnek bir şahsiyettir ki, bir ara tıp fakültesine devam ediyor, bütün derslerden imtihana giriyor, icazet almaya hak kazanıyor. Fakat diploma almaya gerek görmüyor. Hazretin ilmi dirayetini bilen hocalar, neden diploma almadığını sordukları zaman şu cevabı veriyor: "Ben butûnumu (iç dünyamı) aydınlatmak, bilgi edinmek için fakülteyi bitirdim. Diplomaya ihtiyacım yok."
Hafıza şampiyonu
-İsmail Saip Hocaefendi aynı zamanda büyük bir hafıza şampiyonuydu. Faraza "Sağdan üçüncü raftaki Sicill-i Osmani'nin üçüncü cildini al. Yetmiş beşinci sayfasındaki dördüncü paragrafı oku. Orada geçen filan zatın hayatıyla ilgili ayrıntılı bilgiler başka şu kaynaklarda vardır" dedikten sonra, onlarca eser sıralayacak kadar vukûfiyet sahibi bir zattı. Onun, bu yönüyle ilgili başka çarpıcı örnekler biliyor musunuz?
Meselâ başı ve sonu eksik bir Arapça kitabı hafızasından tamamladığı biliniyor. Bu meselenin mahiyeti nedir?
- İsmail Saip Sencer Hocaefendi'yi bir gölgesi gibi takip eden Reşer adında bir Alman Yahudisi vardı. Bu zat, daha sonraki yıllarda İstanbul Üniversitesi'nde Şarkiyat profesörü olarak görev yapmıştı. İşte bu Reşer, İsmail Saip Hoca vefat edinceye kadar peşini bırakmamış, ölümünden sonra da "Artık benim ilim ışığım söndü!" diye intihara kalkışmıştı. Sonradan Müslüman olan Oscar Reşer'in sizin sorduğunuz konuyla ilgili enteresan bir hatırası var.
Osman Reşer, uzun süre Süleymaniye Kütüphanesi'ndeki tasnif heyetinde de çalışmıştı. Kırklı yıllarda, İstanbul Kütüphanelerinde bulunan yazma ve matbu kitaplar tasnif edilmiş, kataloglama işlemleri tamamlanmıştı. Bu heyetlerin içinde Osman Reşer de bulunuyordu. İşte bu Osman Reşer diyor ki: "Elime bir gün yazma bir kitap geçti. Baktım hem başı, hem sonu eksik. Konusunu da çok iyi anlayamadım. Hocam İsma il Saip Efendi'ye götürdüm. Bu kitap nedir, hattatı kimdir diye sordum. Şöyle bir baktıktan sonra "yaz" dedi, baştaki ve sondaki eksik sayfaları tamamlattı. Yazarını ve konusunu söyledi. Ben de bu kitabı yanımda saklamaya başladım. Süleymaniye Kütüphanesi'nde kitapları tasnif ederken, bana söyleyerek başını sonunu tamamlattığı kitabın aynısı çıktı. Büyük bir heyecana kapıldım. Kütüphanedeki yazmalar dışarı verilmediği için mecburen ertesi günü bekledim. Akşam eve gelince Hoca'nın ezbere tamamlattığı kitabıaldım ve sabahleyin Süleymaniye Kütüphanesi'nin yolunu tuttum. İki kitabı karşılaştırınca, bir noktasının ve virgülünün eksik olmadığını, birbirine tıpa tıp uyduğunu hayretle, dehşetle gördüm."
İsmail Saip Efendi'nin, ne büyük bir hafıza şampiyonu olduğunu gösteren, buna benzer daha birçok çarpıcı örnek sıralayabiliriz. Efendim, tarihte böyle nâdir zekâlar var. Meselâ meşhur Harun Reşid bunlardan biriydi. Şiir okumak için huzuruna çıkan kimseye, bu şiiri yazan sadece siz değilsiniz, ben de yazdım, isterse niz okuyayım der, şiiri ikinci defa baştan sona okurmuş. Biliyorsunuz Arapların cahiliye devrinde sözlü edebiyat çok ilerlemişti. O dönemi ve daha sonraki devirleri inceleyen Arap edebiyatı tarihinden böyle güçlü şairlerin, hafıza şampiyonlarının hayat hikâyelerini öğreniyoruz. İşte ben İsmail Saip Hocamızı o devirde yetişen böyle büyük dehalara benzetiyorum.
İlim dünyasının güneşi
-"Ayaklı kütüphane" sözünün bile İsmail Saip Hocayı anlatmakta yetersiz kaldığını, ona verilen bu meziyetlerin ilâhi bir mevhibe olduğunu görüyoruz.
- Tabîî. Şimdi şöyle söyleyelim. Bir kimse, muhtelif kütüphanelerde bulunan on binlerce eserin adını, konusunu, cildini, sayısını vesaireyi biliyorsa ona "ayaklı kütüphane" denir. Tarihimiz böyle ayaklı kütüphaneleri kaydetmektedir. Belirtmek gerekir ki, İsmail Saip Hoca'nın durumu büyük bir farklılık arzetmektedir. O, bütün kitapların muhtevasını bildiği gibi, büyük bir bölümünü de ezberine almıştı. Böyle bir insana ancak "deha ötesi deha" diyebiliriz.
Kısaca söylemek gerekirse İsmail Saip Efendi ilim dünyasının bir yıldızı, hatta güneşidir. Hazret o kadar büyük bir ilim adamı ki, bunu bütün Batılı bilginler de tasdik etmekten kendilerini alamıyorlar. O kadar ki, Avrupa'dan gelen birçok bilgin önce onun rahle-i tedrisinden geçiyor. Hatta şöyle bir şey anlatılır: Müsteşrik Oscar Reşer İstanbul'a geldiği zaman Beyazıt'ta İsmail Saip Efendi'nin bir sohbetine katılıyor. İsmail Saip Efendi konuşurken Reşer, "Yanlış oldu efendim, bu kelimenin, böyle olmaması gerekir" diye müdahalede bulu nuyor. Başta da ifade ettiğimiz gibi Hoca merhum prensiplerinden taviz vermeyen ve bildiğini doğru bilen bir allâme olduğu için, bu müdahale karşısında tavrını hiç bozmuyor, Reşer'e "Sus köpek, otur oturduğun yerde!" diye çıkışıyor. Tabiî ki, Osman Reşer üzülüyor, bir köşeye büzülüyor, konuşmaları dinlemeye devam ediyor. Söz bitip meclis dağıldığı sırada o da gitmek için ayağa kalkıyor. Fakat İsmail Hoca, Reşer'e "Sen dur" diyor ve anlatmaya başlıyor: O kelimenin on altı mânası vardır. Şu şu manaya gelir, şununki böyledir, senin dediğin şuradaki manasını kullandım diye uzun uzun izah ediyor. Bu açıklamalara ve Hoca'nın derin ilmine hayran olan Reşer, bir daha onun peşini bırakmıyor.
İki okyanus
-Sayın müdürüm. İsmail Saip gibi bir allâmeyle, müsteşrik Osman Reşer'in yan yana gelmesini, ben şahsen iki denizin birleşmesi gibi görüyorum. Ve Osman Reşer'in, Hoca'nın ilmine, faziletine, ahlâkına ve karakterine hayran kalarak Müslüman olmasını çok önemli bir hâdise telâkki ediyorum. Bu birlikteliğin ortaya çıkar dığı canlı tablolardan bir kaç örnek daha verebilir misiniz?
- Bu sorunuzun cevabını merhum Mahir İz hocamızın "Yılların İzi" adındaki hatıratından aldığım şu cümleler en güzel şekilde verecektir. Aynen naklediyorum:
"İsmail Efendi sarık ve cübbesiyle Dârülfünun'da (üniversitede) -Arap Edebiyatı- hocasıydı. Kıyafet inkılâbından sonra: 'Biz bununla geldik, bununla gideriz' diyerek istifa etmiş ve yerine bir Alman müsteşriki olup, sonradan bizim de fakültede hocamız olan Reşer Bey'i tavsiye etmişti. Reşer,Almanya'da Şarkiyat'ı bitirdikten sonra Mısır'a gidip orada bir müddet kalmış, sonra İstanbul Kütüphanelerini tetkike gelmiş ve Saip Efendi'yi bulunca dizinin dibinde oturmuş, yirmi beş sene peşini bırakmamıştı. Kedi meraklısı olan İsmail Efendi'nin bizimzamanımızda yirmi yedi tane olan kedilerinin erzakını, Reşer Bey dışarıdan toplar ve kedilere yedirirdi. Kedi yavruları, sohbet esnasında bir şeyi takrir ederken, hocanın bir omuzundan diğer omuzuna inip çıkarlardı. Reşer, hocası oruç tutar diye Ramazanlarda oruç tutardı. Sonra yine onun tesiriyle İslâm'a girdi. Oscar Reşer 'Osman Reşer' oldu.
Osman Reşer üniversitedeyken onun ilk talebesi bendim. Bir gün derste bana: 'Ben şaşıyorum. Öyle şeyler biliyorsunuz ki, nasıl bildiğinize hayret ediyorum. Fakat öyle şeyler bilmiyorsunuz ki, bunu nasıl bilmediğinize şaşıyorum' demişti. Ben de: 'İşte buna metodsuz Şark usûlü derler' dedim.
İstanbul'da yapılan bilmem kaçıncı müsteşrik konferansına dinleyici gitmiştim. O da oradaydı. Kendisiyle karşılaştım. 'Bu Şark ilmi bilginleri arasında bana bir adam tanıtınız ki, edebiyat-ı arabiyeden müşkil beyitleri kendisine sorayım' dedim. 'Bunlar arasında ve garp metoduyla yetişmiş âlimler arasında öyle adam bulamazsın. Soracağın beytin kimin olduğunu söylersen, onlar sana ozâtın dîvânının kimler tarafından şerhedildiğini söylerler. Sen gidip, onlara bakıp öğrenirsin' demişti. İşte şark bunun aksine bir metod ile yetişti. Her şeyi hafızasına almak istedi. Ondan dolayı şu darb-ı meseli yeri gelince tekrar ederler: 'El-ilmü fi's-sudûri lâ fi's-sütûr', yani ilim insanın kendisindedir. Kitaplarda değil.' Garp tamamıyla bunun aksini iltizâm etmişti.
Fakat kendisi dünyayı gezmiş, dolaşmış, İsmail Saib Efendi'den başka kendisini tatmin edecek kimseyi bulamamıştı.
Kendisi cidden âlim adamdı. Ayrıca hayrete şâyan bir coğrafya bilgisi vardı. Hâfız Bey'e bu hususu söylediğim zaman: 'O da bir şey mi? Şu dirseklerimi altı ay masamın üzerine koyayım, sonra gel sen beni coğrafyadan imtihan et' demişti.
Müsteşrikin göz yaşları
İsmail Efendi'nin vefatından sonra kalabalıkla birlikte cenazeyi takip ettik. Definden sonra herkes döndü. Ben hem garip kaldım, hem de hocam olduğu için kabrin başından dönmesini bekledim. Herkes gittikten sonra mezarın başında ellerini kavuşturmuş halde beş dakikadurdu. Ben uzakta olduğum için ne söylediğini, ne okuduğunu işitmedim. Dönüp yanıma gelince dedi ki: 'Benim güneşim söndü. Artık bana hayat karanlıktır. Yaşamaya bile değmez.' Bu söz, ilim aşkının dile getirdiği bir ifade idi. Onun üzerine ben: 'Size bir y ıldız göstereceğim, onunla teselli bulacaksınız' dedim. 'Bu işle meşgul kim varsa ben hepsini tanırım. Kimse onun yerini tutamaz, dedi. Şerafeddin Yaltkaya'dan başlayarak Rebîi Molla vesaire ile bir kaç isim saydı. 'Onların hiçbiri değil' dedim. Hafız Bey'i söyledim. 'Şöyle, kısa boylu bir adam değil mi?' dedi. 'Evet' deyince başını, 'Nafile' onu da biliyorum. mânâsında salladı. Ben ısrâr ettim. 'Bir kere görüşün ' dedim. Hafız Bey'i tanıttım.
İki ay sonra Karaköy börekçisinin köşesini dönerken tramvayda Reşer'i gördüm hemen atladım. 'Nasıl buldunuz?' dedim. 'Eh, şöyle böyle' dedi. Devam edin, sonra yine konuşuruz, dedim. O hâle geldi ki Hafız Bey'i Kuzguncuk'taki evinde bulamazsa, Erenköyü'ne Muhiddin Beylere geliyor, orada da bulamazsa Nişantaşı'nda Hafız dostlarından biri olan Harbiye Nezâreti emeklisi olan bir zatın evine gidiyor ve bu yolculukları aynı günde yapıp, Hafız Bey'i buluyordu. 'Bir beyitte müşkilim var' diye başlar, en az on beş beyit okurdu.
Bu aralarda ben Hafız Bey'i gördükçe Osman Reşer'in bilgisini sorardım. 'Bu müsteşrikler, böyle baştan aşağı cahildir. Hiç bir şey bildikleri yok' derdi. Ben kendisine onun çok değerli âlim bir Arap edebiyatçısı olduğunu tekrarlardım.
Reşer, altı ay sonra Hafız Bey'i takdir etti. Hafız Bey, tam üç sene sonra: 'Cidden büyük bir âlimmiş' diyerek Reşer'in ilmini tasdik etti.
Hafız Bey'in son zamanlarında Altûnîzâde'deki Süleyman Bey'de otururken kendisini ziyarete gitmiş ve Reşer ile neler okuduğunu sormuştum. 'Yakası açılmamış, görmediğimiz, on dört divan okudu' demişti.
Bunların iyi kötü tercümesini yapar ve az miktarda Almanya'da bastırırdı. Hafız Bey'in adını zikretmek hususunda kadirdânlığı gösterirdi. Hafız Bey, öyle şeylere değil, hiç bir şeye metelik vermezdi. İşte o vesilelerden birinde şu beyti söylemişti:
O ganîyim ki, bu bâzâr-ı cihanda feleğe
Metelik vermek için bende bozukluk yoktur
Reşer aynı zamanda şairdi. Almanca şiirlerini yazıp neşrederdi.
Bir gün Bayezid'de kütüphane kapısında çınarların altında oturuyordum. Kütüphaneden çıkan Reşer beni görünce geldi. 'Yahu' dedi. Hasan Âli (Yücel) Bey ile Fuzûlî'nin 'Leyla ve Mecnûn'unu Almancaya tercüme ediyoruz. Bir beyit geldi, mânâsını bir türlü anlayamıyoruz.
Sûz-i dil ile gelip figâne
Kâfûrunu dökdü zağferâne
Şu "kâfûrunu zağferâne dökdü ne demek?" deyince 'Fuzûlî ile meşgul olanlara sormadınız mı?' dedim. 'Kime sordumsa cevap alamadım' dedi. 'Ağladı, demektir' dedim. 'Ne münasebet?' deyince, izah ettim: 'Kâfûr, beyaz gözyaşları; zağferân, aşktan ve heyecandan sararmış yüzüdür. Ağlayınca kâfû r, zağferâne dökülmüş oluyor' deyince çok hoşuna gitmişti.
Benim hüviyetim hakkında hiç bir malûmatı olmayan Hasan Ali Yücel, vekâleti zamanında edebiyat lügatçesi hazırlanması için Nâmık Kemâl, Ziyâ Paşa ve Hamse-i Atâî divanlarını bana havale etmişti. Bunda Reşer'in Şerafeddin Efendi'nin ve merhum fakülte arkadaşım Adnan Ötüken'in tesirleri olduğunu hissediyorum."
Kedili kütüphane
-Efendim. Beyazıt Devlet Kütüphanesi'nin adı bir zamanlar "Kedili Kütüphane"ye çıkmıştı. Hoca merhumun kedilerle olan münasebeti hakkında neler söyleyeceksiniz?
- İsmail Saip Hoca'nın en ilgi çekici özelliklerinden biri de kedilere olan düşkünlüğüydü. Hoca'nın, daha sonraki yıllarda sayıları sekseni bulan çeşit çeşit kedileri vardı. Bunlar da kütüphanenin demirbaşıydı. Hocaefendi kitap okurken kedilerden kimi kucağına yerleşir, kimi omuzuna çıkar, kimi de sarığının tepesine tünerdi.
Kedilerle bu kadar içli dışlı bir hayat yaşayan İsmail Saip Sencer Hocaefendi maaşının hemen hemen yarısını bunlara harcar, onların en güzel şekilde beslenmeleri için gerekli her yola başvururdu. Merhumun vefatından sonra nefis bir makale yazan İbnülemin Mahmud Kemal Bey, onun kedilere olan tutkusunu şu cümlelerle dile getirmektedir:
"Kedilere gösterdiği merhamet ve şefkat şâyân-ı hayret idi. Eski hukukumuz münâsebetiyle yemeğe davet ettiğim zamanlar zor durumda kalırdı. Benim davetimi reddetmekten sakınırdı. Davetime icabet ederse, kedilere bakmazlar, yemeklerini vaktiyle vermezler de rahatlarını bozarlar diye endişeye düşerdi. Bir kaç defa Ramaz an'da iftar vakti evin kapısına kadar geldiği halde, o endişeyle geri döndüğünü daha sonra kendi söylerdi. Etrafını, hatta vücûdunu istila eden ve gayet pis kokular yayan kel, kör, topal, kuyruksuz kedilerden dolayı itap ederdim. (Paylardım.) 'Sizin meskeniniz kedilere mahsus dârülacezedir' derdim. Bîçâre, boynunu büker, 'ibtilâdır' mazur görünüz' derdi.
Kedi hanımlar ve beyler, o kadar şımarmışlardı ki, diğer kedilerin hasret çektikleri akciğer, karaciğer değil, koyun etinden külbastıları, kebapları da beğenmezler, sütten usanırlar da kaymak takdim olunurdu. Bir aralık ona da rağbet buyurmadıkları işitilmişti. Hizmetinde bulunanlar, maaşının yarısını bu kedilerin boğazına sarfettiğini söylerlerdi.
"Âşıka ta'n etmek olmaz müptelâdır neylesin
Âdeme mihr ü muhabbet bir belâdır neylesin"
beytini:
"Saib'e söylenmek olmaz, müptelâdır neylesin
Hırreye fart-ı muhabbet bir belâdır neylesin"
şekline koyarak okurdum. Gülerdi, bir yandan da büyük bir muhabbetle kedilerini okşardı."
"İlmin başı sağ olsun"
-Sayın müdürüm. Şeyhülislâm Yahya bir mısra-ı bercestesinde "Unuturlar seni bîçâre, hemen ölmeyi gör" diyor. Bir zamanlar Batılı bilginlerin bile önünde diz çöktüğü böyle bir allâme, ne yazık ki, emsali olan diğer ilim erbabı ve kemal ehli gibi unutuldu. Oysa vefat ettiği zaman, İsveç başbakanı, İsmet Paşa'ya telgraf çekmiş, "ilim âleminin başı sağ olsun!" demişti. Tam kırk yıl bu ilim hazinesini daha da zenginleştiren İsmail Saib Sencer Hocaefendi'yi unutturmamak için ne gibi faaliyetlerde bulundunuz. Bundan sonra neler yapmayı düşünüyorsunuz?
- İsmail Saib Sencer Hocamızı daha önceki yıllarda kütüphanemizde çeşitli ilim adamlarının katılımıyla andık. Bundan sonra da onun aziz ruhunu ta'ziz etmeye, hatırasını yaşatmaya devam edeceğiz. Bunun için genellikle yuvarlak rakamları tercih ediyoruz. Kırkıncı yılı, ellinci yılı gibi... Önümüzdeki yıllarda da inşallah daha kapsamlı, daha kalabalık anma merasimleri düzenlenecektir. Ancak şurasını da belirtmek gerekir ki İsmail Saib gibi bir allâmeyi hakkıyla anmak, onun ilmîşahsiyetini, üstün kişiliğini ortaya koymak, bugünkü nesillere tanıtmak öyle kolay bir iş değildir. Ben istiyorum ki, onu yakından tanıyan kimseler bu işi yapsın. Tabîî ki bu insanların da sayısı oldukça azaldı. Meselâ Tâhâ Toros Bey'i davet ettik. Fakat hayli yaşlı olduğu için gelemedi. Aslında bu işi en iyi yapacaklardan biri de Tâhâ Bey'dir. İnşallah ileride böyle geniş kapsamlı bir anma programını gerçekleştirmeye çalışacağız.
Tekbirlerle uğurlandı
- İsmail Saib Efendi hazretleri ne zaman vefat etti, hangi kabristana defnedildi?
- Hoca Efendi 22 Mart 1940'da gece saat onbirde Rahmet-i Rahmana kavuştu. Hazretin vefatını, İbnülemin Mahmud Kemal Bey, nev'i şahsına münhasır üslûbuyla şöyle anlatmaktadır:
"Ziyaretine gittim. Küçük bir taş odada yatağını serdirmiş, üstünde oturmuş, mesele soracak zatların vürûduna muntazırdı. (Gelmelerini bekliyordu.) İki kırık iskemleden birine düşmemek için iğreti oturdum. Gördüğüm sefalet ve adem-i nezafet canımı sıktı. Söylendim. Her şeyi hoş gören o merd-i deryâdil, teessürümü gidermeye çalıştı.
Pek sevdiğim o faziletli zatın hastalanıp kardeşinin evinde yattığını işittiğim anda gittim. Aşağı katta bir odada yatıyordu. Gözleri kapalıydı. Zahmetle nefes alıyordu. Gözlerini açtığı zaman da kimseyi tanımadığını söylediler. Hafif bir sesle 'Esselamü Aleyküm' dedim. Gözlerini açtı, derhal beni tanıdı. Memnûniyet ve teşekkür emâreleri gösterdi. ' İnşallah kesb-i afiyet edersiniz. Cenab-ı Hak'dan istid'a-i afiyyet ve Habîb-i i Hak'dan niyazı şefâat ediniz. Ben, Resûl-i Ekrem-i görüyorum. Siz de görürsünüz' diyerek karşı duvara baktım. O da bakıp müsterhimâne bir tavır ile 'Allah Allah' dedi. Bana ağlama geldi. Kendine göstermemek için odadan süratle çıktım. Bir kaç saat sonra rûh-u pâki, merci-i asliye revan oldu. Benim gibi pek eski muhiplerini tâlân ve nâlân etti.
Nâil-i rahmet-i rahmân olsun
Dâhil-i ravza-i rıdvân olsun"
Cenazesi, o zamana kadar görülmemiş bir kalabalıkla Bayezid Camii'nden alındı, eller üzerinde Merkez Efendi Mezarlığı'na götürüldü. Son zamana kadar başına giydiği tekbirli şeb külâhı, tabutunun başına ve defin esnasında da kabrine kondu. Mezarı caminin kıble tarafında, yirmi beş metre mesafededir. Yalnız baş taşı vardır. Taşın ön cephesindeki yazı şöyledir:
"Allah
Eski Dârülfünûn Edebiyyat-ı Arabiyye Müderrisi ve Bayezid Umûmi Kütüphanesi Müdürlüğünden emekli, Bayezid dersiâmlarından, Şarkiyyat mütehassısı Hoca İsmail Saib Sencer burada medfûndur. 1289-1940"
Fatih türbedarı Ahmed Âmiş Efendi'nin meşhur halifelerinden Melâmi Şeyhi Balıkesirli Abdülaziz Mecdi merhum, İsmail Saib Efendi'nin vefatı üzerine şu tarihi söylemiştir:
"Fâzıl-ı devrân Cenab-ı Saib-i şöhretşiâr
Kesret-i ilmiyle olmuşdu celilül i'tibâr
Asya ve Avrupa'da nûr-ı fazlı münteşir
Kendini hürmetle medh u yâd ederdi rüzgâr
Canlı bir dârülkütübdü, kalbi fihrist-i ulûm
Mazhar-ı nûr-ı ilâhi, âşık-ı perverdgâr
Sinesi hubb-ı Nebî'den şu'ledâr-ı feyz idi
Kenz-i mahfîsi Melâmet hırkasından âşkâr
Sofrası her zihayata bezlederdi ni'meti
Kîsesi eylerdi muhtâcı keremle bahtyâr
Ömrü yetmiş yıl mücerred geçti aşk-ı ilm ile
Kendini rıfk ile şâd etsin Cenab-ı Kirdgâr
Ağladı çeşm-i maârif, ağladı eshâb-ı dil
Ağladı, Mecdî vefatında bunun ağyâr u yâr
Noktasında nükteli Saib'ledir târih-i fevt
Oldu İsmail Efendi âzim-i dârülkarâr"

Not: Beyazıt Devlet Kütüphanesi'nin müdürü sayın Şerafettin Kocaman adı geçen kütüphane ve İsmail Saib Hoca'yla ilgili daha bir çok kıymetli bilgiler verdi. Ancak yerimiz müsait olmadığı için bu kadarıyla yetindik. Bu vesileyle müdür beye teşekkürlerimizi sunarız.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder