Sayfalar

2 Mayıs 2014 Cuma

Türkçe açıklamalı İngilizce Fıkralar

"TAKE A CLEAN DISH AND..."
fıkra Two confirmed bachelors were sitting and talking. Their conversation drifted from politics to cooking. "I got a cookbook once," said the first, "but I could never do anything with it." confirmed bachelor = ezeli bekar ("teyitlenmiş" kavramından)... to drift = sürüklenmek... cookbook = yemek kitabı... "I got a cookbook once." = Bir zamanlar bir yemek kitabı aldım/almıştım.
fıkra "Too much fancy cooking in it, eh?" asked the second. fancy = (burada) fantazi...
fıkra "You said it. Every one of the recipes began the same way -- 'Take a clean dish and...'" "You said it." = Tam dediğin gibi; tam üstüne bastın... recipe /RE-sıpi:/ = yemek tarifesi...
 
yeni fıkra
 
IN THE MENTAL HOSPITAL
Amerikan fıkrası After hearing that one of the patients in a mental hospital had saved another from a suicide attempt by pulling him out of a bathtub, the hospital director reviewed the rescuer's file and called him into his office.
a suicide attempt = bir intihar girişimi... by pulling him out of a bathtub = banyo küvetinin dışına çekerek... to review = gözden geçirmek... the rescuer's file = kurtarıcının dosyası...
Amerikan fıkrası "Mr. Haroldson, your records and your heroic behaviour indicate that you're ready to go home. I'm only sorry that the man you saved later killed himself with a rope around the neck."
heroic behaviour = cesur/kahramanca davranış... to indicate = göstermek, işaret etmek... with a rope around his neck = boynunda bir iple (halat tipi)...
Amerikan fıkrası "Oh, he didn't kill himself," Mr. Haroldson replied. "I hung him up to dry."
"I hung him up to dry." = Kuruması için ben astım... Kurusun diye ben astım...
DİKKAT: To hang - hung - hung = asmak (duvara resim, ipe çamaşır, vb. her türlü "asmak" eylemi için... to hang - hanged - hanged = adam asmak, idam etmek... Bizim zırdeli Haroldson, bütün masumiyetiyle, haklı olarak birinci fiili kullanıyor!!...
 
yeni fıkra
 
THE GREAT WRITER
yabancı fıkra There was once a young man who kept visualizing himself as a great writer in his later life.
keep + Ving = süreklilik belirtir... "kendisini ilerisi için hep büyük bir yazar gözüyle görürdü/görüyordu; ilerde büyük bir yazar olacağını düşünüyor, hayal ediyordu...
yabancı fıkra When asked about what he meant by "a great writer", he used to say: "I want to write stuff that the whole world will read, stuff that people will react to on a truly emotional level, stuff that will make them scream, cry, howl in pain and anger!"
stuff = "şeyler", malzeme... react to = tepki vermek; ----- ile karşılamak... on a truly emotional level = gerçekten duygusal bir düzeyde... scream, cry, howl = her üçü de değişik nüanslarla eşanlamlı fiiller: "çığlık atmak"... in pain and anger = acı ve öfke ile...
yabancı fıkra He now works for the Microsoft Corporation, writing error messages.
 
yeni fıkra
 
THE PRIEST & THE RABBI
fıkra A priest and a rabbi found themselves sharing a compartment on a train.
priest = papaz... rabbi /-bai/ = haham...
fıkra After a while, the priest put down his book and opened a conversation by saying, "I know that in your religion, you're not supposed to eat pork... but have you really never even tasted it?"
pig = domuz... pork = domuz eti... TIPKI: cow = inek... beef = sığır eti... calf = dana... veal = dana eti... sheep /Şİ:P/ = koyun... mutton /MATN/ = koyun eti...
Fakat, "kuzu" ve "kuzu eti" aynı = "lamb" /LÆMM/... ÖRNEK: lamb chops = kuzu pirzola...
fıkra The rabbi closed his newspaper and responded, "I must tell you the truth. Yes, I have, on the odd occasion."
to respond = cevap vermek... on the odd occasion = arada bir olmuştur...
fıkra The rabbi had his turn of interrogation: "I know that in your religion, you're supposed to be celibate, but..."
had his turn = sıra ona gelmişti, şimdi sıra onundu... interrogation = sorgulama... celibacy /SE-libısi/ = hayat boyu evlenme yasağı... to be celibate /SE-libit/ = dini yemin ederek evlenmemiş olmak...
fıkra The priest interjected, "Yes, I know what you are going to ask, and yes, I have succumbed to temptation once or twice."
interjected = (burada) araya girdi, sözünü kesti... succumbed to temptation once or twice = birkaç kez şeytana uydum... To succumb = boyun eğmek, teslim olmak... temptation = baştan çıkaran şey...
fıkra The two resumed their reading. Both were silent for a while.
resumed their reading = yeniden okumağa başladılar...
fıkra Then the rabbi peeked around his newspaper with a smile and said, "Better than pork, isn't it?"
peek = bakmak, gözetlemek, dikizlemek (ayrıca, to take a peek)... Burada, "Gazetesinin arkasından kafasını uzatarak" şeklinde çevirebilirsiniz...
 
yeni fıkra
GET IN THE QUEUE
Amerikan fıkrası A drill sergeant had just chewed out one of his men, and as he was walking away, he turned to him and said, "I guess when I die you'll come and dance on my grave."
queue /KYU:/ = sıra, kuyruk (sadece "sıra" anlamında kuyruk")... drill sergeant = talim çavuşu... to chew out = şiddetle azarlamak... dance on my grave = mezarımın üstünde oynayıp dans edeceksin...
Amerikan fıkrası The cadet replied, "Not me, Sarge. I promised myself that once I've got out of the Army I'll never stand in another line."
cadet /kı-DET/ = askeri okul öğrencisi; subay adayı... not me = ben yokum, ben öyle değilim, ben öyle şey yapmam... once I've got out of the Army = hele bir teskere alayım... never stand in another line = asla bir daha bir kuyruğa girmem...
 
yeni fıkra
 
SO DID I !
yabancı fıkra A guy walks into a bar and orders a drink. After a few more he needs to go to the can.
can /KÆN/ = tuvalet... Brit: "go to the loo" /LU:/]
yabancı fıkra He doesn't want anyone to steal his drink so he puts a sign on it saying, "I spat in this beer, do not drink!".
to steal stole - stolen = çalmak, yürütmek, aşırmak, kalk gidelim yapmak, hırsızlık etmek... I spat in this beer. = Bu biraya tükürdüm... DİKKAT: "Tükürmek" fiilinin günümüzde üç biçimi şöyledir: spit - spat - spat... Eski "spitted" biçimi sizi yanıltmasın... Günümüz İngilizce'sinde "spitted" = "ince kazığa geçirilmiş/oturtulmuş" anlamı verir. (Örneğin kuzu/piliç çevirme yaparken)...
yabancı fıkra After a few minutes he returns and there is another sign next to his beer saying, "So did I!"
So did I! = Ben de (tükürdüm)...
 
yeni fıkra
 
THIS IS MY FATHER
fıkra What I am going to tell you now takes place in the principal's office at a school. The telephone rings... "Hello, this is Dunn Elementary," answers the principal.
principal /PRİN-sipıl/ = 1. belli başlı; 2. başöğretmen, okul müdürü... principle /PRİN-sipıl/ = ilke, prensip... DİKKAT: Okunuş aynı, yazılış farklı... "Hello, this is Dunn Elementary." = "Alo, burası Dunn İlkokulu."
fıkra "Hi. Jimmy won't be able to come to school all next week," replies the voice.
fıkra "Well, what seems to be the problem with him?"
fıkra "We are all going on a family vacation," says the voice, "I hope it is all right."
vacation /vı-KEY-şın/ = holiday = tatil...
fıkra "I guess that would be fine," says the principal. "May I ask who is calling?"
fıkra "Sure. This is my father!"
This is my father. = Ben babam[ım]!!... [Telefonda kendimizi tanıtırken, "Hello, this is Yalçın..." veya "Hello, this is Yalçın calling", deriz...] [Dolayısıyla, "Hello, this is my father." = "Alo, ben babam!!"]
fıkra fıkralar     komik fıkra 03
THE BURGLAR
Amerikan fıkrası A burglar got into a house one holiday night. Shining about his flashlight in the dark, he heard a voice say, "Jesus is watching you..."
burglar /BÖ:G-lı/ = gizlice giren hırsız... robber = soyguncu... Hırsızdan farklı olarak, erkekçe "Eller yukarı, cepler dışarı diyenler... shine = parıldamak, ama burada geçişli fiil olarak kullanılıyor = parıldatmak, ışıtmak... shining about his flashlight = çevresini el feneri ile aydınlatarak, feneri oraya buraya tutarak... about = çevresine, oraya buraya... Jesus /Cİ:-zıs/ = Hz. İsa... He heard a voice say, ... = "İsa seni izliyor (görüyor/ gözlüyor)" diye(n) bir ses işitti...
Amerikan fıkrası He looked around nervously, shook his head, and kept on looking for valuables.
nervously /-vısli/ = ürkek bir şekilde; asabi veya asabı bozulmuş şekilde... shook his head = kafasını salladı... kept on looking for = aramayı sürdürdü... valuables /VÆL-yubılz/ = değerli şeyler...
Amerikan fıkrası Then, he heard again, "Jesus is watching you..." This time he shined his light all around him, and it rested on a parrot.
rested on = (ışık hüzmesi bir papağanın) üzerinde durdu...
Amerikan fıkrası He asked, "Did you say that?" The parrot admitted that he had. "I'm just trying to warn you; that's all..."
Did you say that? = Sen mi söyledin bunu?... (Okurken sözcük vurgularına dikkat ediniz)... I'm just trying to warn you; that's all. = Sadece seni uyarmağa çalışıyorum; hepsi o kadar...
Amerikan fıkrası The burglar said, "Warn me, huh? A parrot? Who are you? What's your name?"
"Beni uyarmak ha? Bir papağan mı beni uyaracak? Sen de kimsin? Adın ne senin?"...
Amerikan fıkrası "Moses." Moses (MOU-zis) = Hz. Musa...
Amerikan fıkrası "Well, what kind of stupid people would name a parrot Moses?"
"Allah allah yahu, hangi aptal insanlar bir papağana Musa adını takarlar ki?"
Amerikan fıkrası The bird answered, "I dunno; I guess the same kind of folks who would name a Rottweiler "Jesus"!
I dunno = I don't know... I guess = I suppose, I think... I reckon... folks = people...
 
yeni fıkra
 
WHY LIVE AT ALL ?
yabancı fıkra A man asks his doctor whether he thinks he is likely to live to be a hundred. The doctor asks him in return, "Do you smoke or drink?" "No," the man replies. "I've never done either."
to be likely + mastar = muhtemel olmak, olasılık taşımak... in return = cevaben, karşılık olarak... never done either = her ikisini de hiç yapmadım...
yabancı fıkra "Do you gamble, drive fast cars, or fool around with women?" inquires the doctor. "No, I've never done any of those things either."
to gamble = kumar oynamak... fool around with women = vaktini orda burda kadınlarla geçirmek... Yukardaki "either" (= either one] herhangi birisi anlamına geliyordu: Yani, "Herhangi birisini, yani her ikisini de yapmadım.") ... Burada ise farklı bir yapı var: So do I -- Neither do I -- I don't either... Anlamı ise "bunları da yapmadım"... "I didn't sell it. I didn't lend it to anyone, either" = Satmadım; kimseye ödünç de vermedim...
yabancı fıkra "Well, then," says the doctor, "what do you want to live to be a hundred for?"
What ... for ? = Why ? (Sanırım Türkçede de, bu bağlamda "Niçin?" diye sormaktansa "Ne için?" diye sormayı tercih ederdik... Bu arada, bu yapıda "for" sözcüğünün tümce sonuna getirildiğine dikkat ediniz.)
 
yeni fıkra
 
THE DECOY
decoy /-koi/ = sahte hedef, hileli tuzak, aldatıcı "yemlik"...
fıkra One night, a police officer was on duty outside a particularly rowdy bar for possible violations of the driving under the influence laws. At closing time, he saw a fellow stumble out of the bar, trip on the curb, and try his keys on five different cars before he found his. Then, he sat in the front seat fumbling around with his keys for several minutes. Everyone left the bar and drove off. Finally, he started his engine and began to pull away. The police officer was waiting for him. He stopped the driver, read him his rights and administered the breathalyzer test. The results showed a reading of 0.0. The puzzled officer demanded to know how that could be. The driver replied, "Tonight, I'm the Designated Decoy."
a particularly rowdy bar = kavga gürültüsüyle nam salmış... possible violations of the driving under the influence laws = alkollü taşıt kullanma yasağının olası ihlalleri... stumble out = sendeleyerek çıkmak (fiilin eylemi, ilgecin ise yönünü belirttiğine dikkat ediniz: Yani, "stumble into the bar" deseydik = sendeleyerek girdi, olacaktı)... trip on the curb = kaldırımın kenarına ayağı takılmak...
fumble around = el yordamıyla kurcalamak, eliyle beceriksizce rastgele aramak... pull away = yola çıkmak... administer = (burada) uygulamak... designate = 1. göstermek, işaret etmek; 2. Belli bir görev için, ismen belirlemek, görev için seçmek...
 
yeni fıkra
 
TROUBLE MAKERS
Amerikan fıkrası In a certain suburbian neighborhood, there were two brothers, 8 and 10 years old, who were exceedingly mischievous.
in a ... neighbourhood = banliyö mahallelerden birinde (önemli açıklamalar için en sona bknz)... exceedingly = aşırı derecede... mischievous /MİS-çı-vıs/ = yaramaz...
Amerikan fıkrası Whenever something went wrong in the neighborhood, it turned out they had a hand in it. Their parents were at their wits' end trying to control them.
whenever ... wrong = her nezaman bir sorun olsa... it turned out that = sonunda ortaya hep çıkardı ki... had a hand in it = bu işte parmakları var... at their wits' end = artık başka bir çare düşünemeyecek durumdaydılar; "kafayı kırmak" üzereydiler... ("akıllarının ucundaydılar" kavramından)... (at his/her wit's end... at their wits' (veya, daha seyrek olmak üzere, wit's) end)...
Amerikan fıkrası Hearing about a minister nearby who worked with delinquent boys, the mother suggested to the father that they ask the minister to talk with the boys. The father agreed.
minister = papaz... (açıklama en sonda)... who worked with = bu onun çalışma/uzmanlık alanı idi... delinquent /di-LİN-kuınt/ = anormal derecede yaramaz; sapkınlık derecesinde normal dışı... juvenile delinquency /CU-vınayldi-LİN-kuınsi/ = çocuk suçluluğu, çocuk yaşta yasadışı davranışlar yönünde eğilim / yapma...
Amerikan fıkrası The mother went to the minister and made her request. He agreed, but said he wanted to see the younger boy first and alone. So the mother sent him to the minister. The minister sat the boy down on the other side of his huge, impressive desk. For about five minutes they just sat and stared at each other.
to sit smb down = oturtturdu ("intransitive" olmasıyla ünlü bir fiilin nekadar ilginç bir "transitive kullanımı", değil mi?)... huge, impressive = Kocaman ve etkileyici ("and" yerine konuşmada "es" yazıda virgül kullanımı)... to stare = uzun uzun bakmak, bakakalmak...
Amerikan fıkrası Finally, the minister pointed his forefinger at the boy and asked, "Where is God?"
pointed his forefinger at = (bizdeki karşılığı) işaret parmağını tehditkar bir tavırla sallayarak (kültürlerin vücut dilinin farklılığına dikkat ediniz)...
Amerikan fıkrası The boy looked under the desk, in the corners of the room, all around, but said nothing. Again, louder, the minister pointed at the boy and asked, "Where is God?"
all around = tüm çevresine, tüm çevreye... again, louder = yine, bu kez daha yüksek bir sesle... pointed at the boy = (daha önceki gibi) parmağını sallayarak...
Amerikan fıkrası Again the boy looked all around but said nothing. A third time, in a louder, firmer voice, the minister leaned far across the desk and put his forefinger almost to the boy's nose, and asked "Where is God?!!"
in a firmer voice = daha kesin, kararlı, sert bir sesle... leaned far across the desk = masanın öteki ucundan (=karşı tarafına doğru) iyice eğilerek... to lean = 1. eğilmek, sarkmak "lean out of the window"... 2. yaslanmak "lean against the door"...
put his ... nose = işaret parmağını neredeyse çocuğun burnunun içine sokarak...
Amerikan fıkrası The boy panicked and ran all the way home. Finding his older brother, he dragged him upstairs to their room, where they usually plotted their mischief.
ran all the way home = bütün yolu koşarak... to drag = sürüklemek, çekiştirerek götürmek... to plot = plan yapmak, komplo kurmak... mischief, mischievous : ad, sıfat...
Amerikan fıkrası He finally said, "We are in B-I-I-I-G trouble now!" The older boy asked, "What do you mean, B-I-I-I-G trouble?"
Amerikan fıkrası His brother replied, "God is missing and they think we did it."
* * * * *
certain = 1. Kesin inanıyor, emin: "I'm certain that she will come back sooner or later."... 2. Kesin, kaçınılmaz, öyle olacağı muhakkak: "There is no certain cure for this condition. It means certain death"... 3. Belli, muayyen: "At certain times... at certain times of the year..." = Belli zamanlarda, muayyen zamanlarda... "A certain man I met yesterday" = dün tanıştığım adamın birisi... A certain Mr. Jones wanted to see you." = Jones adında bir adam sizinle görüşmek istiyordu... 4. Belli derecede, muayyen derecede, biraz... "There was a certain coldness in her manner towards me." = Bana karşı olan tavırlarında belli bir soğukluk vardı...
* * * * *
suburb /sı-BÖ:B/ = banliyö... suburban /sı-BÖ:-bın/ = banliyöye ilişkin... (Gerçi bizde de değişmeye başladı, ama) Bizdeki gibi "varoş... fakir kenar mahalle" anlamı taşımıyor. Tersine, üst orta sınıfın oturduğu "residential" alanları dile getiriyor... Örneğin, "suburban life" deyimi, "maddi bakımdan sıkıntısı olmayan tabakanın refah içindeki hayatı" anlamını verir.
* * * * *
neighbour = komşu... neighbourhood = 1. komşuluk; 2. semt, mahalle...
minister: Biliyorsunuz İngilizce'de "papaz" sözcüğü ile çevirdiğimiz onlarca sözcük var. Devenin Arapçada kırk türlü karşılığı olduğu gibi, bunlar da Hristiyanlığın farklı mezheplerine mensup din adamları için kullanılan farklı sözcüklerden oluşuyor. Ayrıntılarına girmemize gerek yok...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder