Sayfalar

19 Haziran 2014 Perşembe

Türkçenin Dünya Dili Haline Getirilmesi

Türkiye’nin yeni bir Türk dünyası ile tanışıp kaynaşması; Avrupa, Amerika, Avustralya’da yetişen Türk nesillerinin mevcudiyeti, Türkçenin bir dünya dili haline geleceğinin emareleri sayılır. Ayrıca dilin, kültürle yakın münasebetlerinin olduğu, hattâ onun bir buudunu teşkil ettiği düşünülecek olursa, Türkçenin dokuz asırdan beri bir arada yaşamış bir topluluğun ortak dili olduğu avantajı da söz konusu. Evet Türkçe, Selçuklular’dan beri bu topraklar üzerindeki -her ne kadar o dönemde devletin resmî dili olmasa da- halk tarafından konuşulagelen bir dildir. Bu bakımdan bizim, Orta Asya’daki milletlerle aramızdaki ortak değerlerin gün yüzüne çıkartılıp, beklenen o engin kültür zenginliğinin sağlanması ve 70 yıl süren kopuk ilişkilerin aşılarak Türkçenin geliştirilmesi geleceğimiz adına çok önemlidir.
Diğer taraftan, Batı ile entegrasyonun sağlanması, meselâ teknolojinin gelişmesi ile elde edilen yeniliklerden haberdar olma, yani bilgi ve teknoloji transferi ile çağın bütün vâridâtının benimsenmesi de yine Türkçenin ortak dil olmasına bağlıdır.
Hz. Musa (a.s), Eyke’de Şuayb (a.s) gibi bir söz sultanı ile tanışınca, kendi kendine “Rabbişrahlî sadrî ve yessirlî emrî. Vahlül ukdeten min lisânî. Yefkahû kavlî / Rabbim, benim göğsümü aç. Bana işimi kolaylaştır, dilimden düğümü çöz ki, sözümü anlasınlar.” (Tâhâ,20/25-28) demişti. Burada dikkatimizi çeken husus; kalbin inşiraha mazhar olması ve maksadın rahatlıkla ifade edilebilmesi için, dilin maksadı ifadede hiçbir şeye takılmaması gerektiğidir. Evet bir peygamber olan Hz. Musa’nın, mesajını sunabilmesi için böyle bir istekte bulunması çok yerinde bir harekettir. Hz. Musa’da bir istek halinde ortaya çıkan bu hususun, Efendimiz’de, Allah’ın bir lütfu olarak; “Elemneşrah leke sadrak / Biz senin kalbine inşirah vermedik mi?” (İnşirah,94/1) âyetiyle, mevhibe ve minnet ufkunda tecellisine şahit oluruz. Yani Hz. Musa (a.s)’nın Rabbinden istediği şey, Efendimiz’e bir nimet olarak verilmiş ve O’nun şükran duyguları coşturulmuştur.
Yine Efendimiz, “Beyanda sihir vardır” (Buhârî, Tıbb 51; Nikah 47) diyerek, gelecekte her şeyin gücünü, beyandaki edadan alacağını haber vermiştir. Ayrıca, Hz. Adem (a.s)’e ta’lim edilen esmâ, Efendimiz’de tafsil edilmiştir. Efendimiz (s.a.s) ahir zaman peygamberi olduğuna göre, bu da bir mânâda ahir zamanda ilmin öne çıkacağına işarettir. Evet, çağımızda her şey ilme bağlıdır ve artık bizler bir ilim çağı yaşıyoruz. Ancak, bunun insanlığa sunulması meselesine gelince, o, gücünü beyandaki edadan alacaktır.
Günümüzde, koskocaman bir Türk dünyası olarak bütün bu fonksiyonları eda edebilmek için, yarım yamalak bir Farsça, bir Arapça veya İngilizce ile birşeyler yapma ve hedefe ulaşmamız oldukça zordur.
Bu itibarla, Türkçenin böylesi önem arzetmesi, başta edebiyatçılar olmak üzere, herkese ciddi sorumluluklar yüklemektedir. Bu açıdan sadece mevcudu öğrenip-öğretmekle kalmayıp; büyük istidatlar yetiştirerek onlara ciddi sorumluluklar yüklememiz ve dilimizin gelecekte çok ileri bir seviyede temsil edilmesini sağlamamız gerekmektedir. Bunun için de, bir taraftan dilin kendi kurallarına uygun kelime üretirken, diğer taraftan da asırlardan beri kullanıla kullanıla dilimize mâlolmuş kelimelerin muhafazasının zaruretine inanıyorum. Evet, millete mâlolmuş bu kelimeler artık bizimdir ve dil zenginliğimizin bir buududur. Meselâ, medreselerimizde okutulan eski kitaplara baktığımızda, o dönemde kullanılan dilin, maksadı ifadede -günümüzde olduğu gibi (!)- istidradî birtakım açıklamalara ihtiyaç duymayacak ölçüde bir derinliğe ve zenginliğe sahip olduğunu görürüz. O halde, günümüzün gençleri bu dili anlamıyor diye bu zenginliğin bir kenara atılması kat’iyen doğru olamaz.
Günümüzde, her zamankinden daha geniş imkânlara sahip bulunuyoruz. Bugün, Türkçeye hakim insanlar, konferans, seminer, panel ve sempozyumlarla meselenin önemini vurgulayabileceği gibi, gazete, TV, dergi gibi yazılı ve görsel medya, bu önemli neticeye ulaşmada vasıta olarak kullanılabilir. Milletimizin kendini bütün dünyaya anlatabilmesi, yeniden isbat-ı vücut edebilmesi, bir açıdan Türkçenin “dünya dili” haline getirilmesine bağlıdır.
Son olarak sübjektif bir değerlendirmemi de arzetmek istiyorum: Benim eskiden beri Türkçeye karşı ayrı bir sevgim, hatta özlemim vardır. Meselâ bana Arapça -ki Kur’ân dilidir- ile Türkçe arasında, her iki dilde de aynı ölçüde yazı yazma kabiliyeti verilseydi, ben Türkçeyi seçer ve Sultanu’ş-şuara Bâki’nin şâirâne ifadesini, Şeyh Galib’in mânâdaki derinliğini, Mehmed Akif’in samimiyetini satırlarım arasında cem etmek isterdim, ama heyhât!...
Hasılı, geleceğe emin adımlarla yürüyen Türkiye ve Orta Asya dünyası, Türkçeyi mutlaka dünya dili haline getirme mecburiyetindedir.
***

Şark Üniversitesi

Bediüzzaman’ın İlâhiyat ağırlıklı, fakat müsbet ilimlerin de okutulduğu bir üniversite düşüncesi, o dönem için çok orijinal bir tespittir. Bu üniversitede Arapça farz, Türkçe vacip, Kürtçe de caiz olacaktı. O bu düşüncesini dönemin padişahına arzetmek için İstanbul’a gider. Fakat, padişahın etrafındakilerin engellemelerinden dolayı, padişahla yüz yüze görüşemez. Daha sonra Sultan Reşat bu teklifi kabul eder ve bir miktar da tahsisat ayırır. Ne var ki harbu darpten dolayı bu teşebbüs de yarım kalır ve Bediüzzaman, aynı teklifi Cumhuriyet hükümetine de sunar.. tabii yine netice yoktur.
***

Risâle-i Nur’larda Gramer Kurallarına Uygunluk

Soru: Risâle-i Nur’ların gramer kurallarına uygun olmadığı söyleniyor. Ne dersiniz?
Cevap: Yahya Kemal Türkçeci ve dili en iyi kullananlardan birisidir. Necip Fazıl’ın ifadesine göre dil bir renk zemzemesi halinde onda ifadesini bulmuştur. Ama, Yahya Kemal’in de gramer hataları vardır.
Risâleler açısından meseleyi ele aldığımızda; umumî manadan dil güzel kullanılmıştır. Ama buna çok ciddi bir ehemmiyet verilmemiştir. Arapça olan eserlerinde de böyledir. Aslında dilin kurallarına uymamak da bizim için ayrı bir imtihan noktasıdır.
Meseleyi kelime ve cümleperestler gibi değerlendirmemek gerekir. Bu eserler Kur’ân’ın malıdır, böyle olmasında ayrı bir feyiz ve bereket vardır. Meselâ birisi çıkıp çok şaşaalı ifadelerle birşeyler anlatabilir. Diğer tarafta bir başkasının ihlasla söylediği dört kelimelik bir cümle ondan daha fazla kalplerde hüsn-ü tesir icra eder...
Farz-ı muhal Risâlelerde hiçbir şey olmasa bile yetmiş  yıldır iç ve dıştaki din düşmanlarının onunla uğraşmaları bu eserlere yabancı kalmış, bir türlü ısınamamış bazı kimseleri düşünceye sevketmelidir. Acaba, Türkiye’de başka kesimlerdeki insanların sayısından ve dindar talebelerin çokluğundan ciddi endişe edilmemesine rağmen ışık evlerin en küçüğüne karşı bile çok büyük bir endişe hissedilmesi neyin göstergesidir?
Evet, insan bazen, zatî kıymeti olan bir şeyin kıymetini, o şeyin hasımlarının, düşmanlık ve hassasiyetinden de anlayabilir.
***

Kalem Erbabı

Elmalılı Hamdi Yazır, Kâmil Miras, Ahmed Naim, Mehmed Zihni, Namık Kemal ve A. Cevdet Paşa gibi alim ve düşünürler, Türkçe’yi çok güzel kullanırlar. Fakat içlerinde en iyileri, Ahmed Cevdet Paşa’dır.
Namık Kemal’in nesirleri de güzeldir; fakat manzumelerinde öylesine âteşîn mısralar vardır ki, şiirleri içinde bunlar kendilerini âdetâ inci, mercan gibi hissettirir.
Mustafa Sabri Efendi mübarek bir insan olmakla beraber, çok münekkiddir -iyi ki bu asırda yaşamış-. Eğer Asr-ı Saadette yaşasaydı, ihtimal bazı sahabeyi de tenkîd edebilirdi... Onun, bu tenkid ruhundan dolayı Zahid-i Kevseri ile araları açılmıştır.
Filibeli’nin muhakeme ve ifadeleri çok güçlüdür. M. Ali Ayni de öyledir. M. Ali Ayni, Tevfik Fikret’i çok tenkid etmiştir.
Bütün bunların yanı sıra Şemseddin Günaltay’ı da kulak ardı etmemek gerekir. Ayrıca, Elmalılı’nın Metalib ve Mezahib isimli tercüme eserinin başına kendi elyazısıyla yazmış olduğu yazı beni çok etkilemiştir. O’nu okurken insan kendisini bir çağlayanın kıyısındaymış gibi hisseder.
***

Dil Açısından

Zemahşerî, Kadı Beydavî, Ebu’s-Suûd güçlü birer edip. İbn-i Kesîr’in dili çok güzel. Seyyid Kutub üstün bir edip sayılır. Hamdi Yazır’ın dili ise şahanedir.
***
Ufuk turundan;
Fakat bizim de, Batı kaynaklı eserleri çevirirken karşılayamadığımız şeyler yok mu?
-Vakıa, biz bir lisan kahtı yaşadık ama. Dilimiz katledildi. Benim dilimiz deyip ele aldığım şey atalarımızdan kalan, bir yönüyle dinimizin dilimize ve kültürümüze kazandırdığı zenginliklerdir. Hele tasavvuftaki enginliği, engin bir beyanla ele aldığınızda, ciddi bir aşmışlık ifade ediyor durumumuz. Ve zannediyorum onlar gölgede kalıyorlar. Bu yönde başkalarının bize birşeyler vermesi mümkün değil. Biz bir doymuşluk içindeyiz. Dolayısıyla bize düşecek her damla, bardaktan taşacaktır... Fakat unutmamaları lazım, biz taşa taşa etrafımıza değişik şeyler taşıracağız. Bunu bir espri olarak alabilirsiniz ama ben bunun gerçek olduğuna inanıyorum. Bizimle aynı memeden süt emmeyenler, varsın bunu rüya ve hülya zannetsinler. Ben biliyorum ki eldeki mevcut dinamiklerle, Allah bu rüyayı gerçekleştirecektir. Bu açıdan benim Batı'ya karşı hiç bir endişem yok... Sorunuzun ikinci kısmında temas ettiğiniz mesele asıl çok önemlidir. Tespitiniz çok doğru. Bir millet olarak, hayatı bütün üniteleri ile gözden geçirmek zorundayız. Kendimiz diyebileceğimiz, hayati müesseeleri, ihya etmeliyiz ki, temsil edilen bu süreç, ikinci fasılda, sağlam adımlarla yol alsın ve bir başka fasla sıçrayabilsin.
Bu avantaj, o ülkelerin değişik şekillerde korunmasını da sağlamıyor mu?
İnsanımız, devlet planında olmasa bile, vakıflar, dernekler, şirketler yoluyla oraya girerek, elbette o ülkeleri ifsad edecek akımlara karşı da, "Seddi Zülkarneyn" gibi bir set teşkil ediyor. Dolayısıyla o ülkeler bakir kalıyor. Eğer yeni bir fikir aşılama meselesi olacaksa, onlara bize eskiden emanet ettikleri, az-buçuk değişmiş kendi düşünce sistemlerini götüreceğiz. Biz bunu sizden almış, öğrenmiştik. Medyuniyet hisleri altındaydık. Bu vefa borcunu ödemek için, bir dönem siz Anadolu yamaçlarında işgale uğradınız, biz bunu çimlendirdik, yeniden size...
Hocaefendinin ses tonu giderek değişiyor, gözleri tülleniyor ve birden hıçkırıklara boğuluyor...
...vefa borcunu ödemek için geri veriyoruz... Yaklaşımın esprisi bu... Zannediyorum onlar da gelip okul açmaları, Türk dilini, İstiklal Marşı'nı İstanbul aksanıyla öğrenmeleri, bağırlarına basıyor, 'Sizleri her şeyinizle kabul ediyoruz' diyorlar ve tepki göstermiyorlar. Dilerim değişik yerlerden ifsadat olmasın, bu vetire yaşansın, bu gelişmeler devam etsin. Asya ile bütünleşmek büyüme yoludur. Bu büyüme yolundaki seyr–i ruhaniyle maddesini devam ettirsin. O köprüyü geçsin, Uzakdoğu’ya, Pasifik’e sarksın. İnsanlığa vaadettiği şeyleri bihakkın yerine getirsin. Türk Müslümanlığı'nın şartlarımız içinde, cihana yeni bir ses ve soluk olacağı kanaatini taşıyorum. Arkadaşların iyi temsil etmesine vabeste inşaallah.
***
“Hay Allah afvedesi Nebî, doğrular sana belli olup, yalancıları bilmeden önce niçin onlara izin verdin?” (Tevbe, 9/43) meâliyle verdiğimiz âyetteki   cümlesi ki “Allah seni affetsin” şeklinde verilen bir karşılıkla bakıldığı zaman, işlenmiş bir günah hissini verebilir ki, bu meal oldukça kaba ve bir o kadar da dikkatsizcedir. Bu cümleyi kanaatimizce “Affolası”, “Affa mazhar olası” veya âyetin mealinde söylediğimiz gibi: “Hay Allah afvedesi” şeklinde Türkçe’ye çevirmek, Efendimiz’e karşı âyette dikkat olunan incelik ve nezâkete daha uygundur.
***
Sohbet’ten:                 Düşünce ve İfade Üzerine7-11-1995
Ahmet Hamdi Tanpınar ve Yahya Kemal, eserlerini zevkle okuduğum kişilerdir. Bunlar, kendi devirleri itibariyle küçültülmüş, ufalanmış bir Türkiye'yi kat'iyen hazmedememişlerdir. Bu itibarla da hep teselli arayışı içinde geçmişe sığınmış, eserlerinde her zaman geçmişe olan özlemlerini dile getirmiş ve halihazırdaki kaoslar hayâl dünyalarında genişleterek rahatlamaya çalışmışlardır. "Beş Şehir" ve "Bursa'da Zaman"a bakıldığında, bu ruh haletinin hakim olduğu görülür.
İnsanlar, hiçbir zaman içinde bulundukları zamandan hoşnut olmamışlardır. Bazıları geçmişe, bazıları da geleceğe kaçmış ve böylece kendilerini ve hayal dünyalarını tatmin yollarını araştırmışlardır. Materyalist ve pozitivistler, geleceği düşünüp geleceğin pembe dünyalarının hayâliyle, hâli değerlerdirmeye çalışırken, biraz inancı olanlarda, hâli geçmişin sağlam temelleri üzerine  bina ederek ümitle azmin verdiği enerji ve kuvvetle geleceğin hülyalı maviliğine doğru koşmuşlardır. İşin en realistçesi ve dengeli olanı da bu olsa gerek. Zira biz, ne geçmişten, ne de gelecekten kopuk tek taraflı bir dünya kuramayız. Gelecek çok önemlidir ve onun bu öneme binaen, hâlin değerlendirilmesi de ayrı bir önem kazanır. Fakat geçmişi  olmayan milletler için bunların ikisinin de önemi kalmaz, hatta söner-gider.
Zamanın bereketsizleşmesi bir ma’nada duygu, düşünce ve ideallerde bereketin kapısını aralamaktadır. Çünkü insanlar, zamanın sıkıştırması ve darlığı nisbetinde, düşünce ızdırabı çekmekte ve kendilerini zorlamaktadırlar. Bu zorlama ve ideallerdeki  şeyleri gerçekleştirme adına çekilen bu ızdıraplar, yerinde bir ihtiyaç duası haline gelmekte ve bu zaruretin verdiği ruh haleti, değişik ifade şekillerine vesile olmaktadır. İfadelerdeki bu değişiklik ve renklilik ise edebiyatımız adına ciddi bir zenginliğe vesile olmaktadır. Bu zenginlikten sonra bir baygınlaşma dönemi başlamakta ve  insanlar yeniden kendilerini rehavete salmaktadırlar. Bu rehavet dönemi, kırk-elli sene hatta Osmanlı'da olduğu gibi daha  fazla sürebilmektedir. İnsanların, zamanın boşluklarına ve eriticiliğine karşı koyup, fikrî büzüşmeye maruz kalmamaları için; ruh, beyin ve kabiliyet güçlerinin tamamını o düşünce aralığında  sabit tutmaları ve kendilerini rehavete salmamaları hayatî önem arzetmektedir.
Bir diğer önemli husus da, insanın durup dururken düşünce insanı olamayacağıdır. Düşüncede belli bir seviyeye gelebilmek için, ülke ve milletin problemleri üzerinde sürekli düşünülmesi gerekir ki, bu da bir bakıma o işin fiilî duası demektir. Bundan sonra herkes, istidadının açık olması ölçüsünde, Cenab-ı Hakk ona, değişik problemleri çözme, insanların onun fikirlerinden istifadesi ve onun vesilesiyle, insanlara yol gösterme gibi lütuflarda bulunabilir. İnsanlar, değişik kaynaklardan istifade ederek, çok enfes ve enterasan düşünceler ortaya koysalar bile; düşünce üretmekten uzak tipler, kendilerinden daha çok, başkalarının  düşüncelerini naklederler. Herkesin ulaşamadığı, kendilerine orijinal gelen fikirlerin nakilciliğini yapan bu insanlar,  belki takma kanaat kullanarak belirli bir dönem uçabilirler. Ancak bir gün mutlaka külah düşer, kel de meydana çıkar. O bakımdan, okuma ciddi bir disiplin işidir ve herkes okurken kendi düşüncesini yakalamaya ve kendi düşünce yapısını kurmaya çalışmalıdır.
***

Dil Üzerine

Dil, Rahmet-i Sonsuz'un insanlara lütfettiği en büyük armağanlardan biridir. İnsan, onunla insanlığını şakır, onunla ilimlere doğru açılır ve onunla gelecek nesiller arasında yaşar... Bilmem ki, onu bozup kuş diline çevirenler, işledikleri hıyânetin büyüklüğünün farkında mıdırlar ?
***

Edebiyat

Edebiyat, bir milletin rûhî yapısı, düşünce dünyası ve irfan hayatının beliğ bir lisânıdır. Aynı rûhî yapı, aynı düşünce sistemi ve aynı irfan hayatını paylaşmayan fertler, aynı milletden olsalar dahi birbirlerini anlamaları mümkün olmayacaktır.
Söz, fikirlerin bir dimağdan diğer dimağa, bir rûhdan diğer rûha intikalin de en önemli vasıtalardandır. Bu vasıtayı başarı ile kullanabilenler, çok kısa zamanda rûhlara mayaladıkları düşüncelere yığın yığın temsilciler bulur ve fikirleriyle ölümsüzlüğe ererler. Bu imkâna sahib olamayanlar ise, bütün bir hayat boyu çektikleri fikir sancılarıyla beraber iz bırakmadan ölür giderler.
Her edebiyat türü, kullandığı malzemenin farklılığı ve maksadı edâ şeklindeki hususiyetleriyle, başlıbaşına bir anlatma yolu ve o nev’e mahsus bir dildir. Bu dilden herkes birşeyler anlasa bile, o dili hakîkî manasıyla kullanan ve onunla konuşan sadece şâir ve ediblerdir.
Altın ve gümüşü sarraflar anladıkları gibi, söz cevherini de ancak söz sarrafları anlar. Yere düşmüş bir çiçeği, hayvan ağzına alır çiğner, kadirnâşinaslar ona basar geçer, insan olan insanlar da koklar ve göğüslerine takarlar.
Yüksek düşünce ve yüksek mefhumlar mutlaka, zihinlere nüfûz edecek, gönüllerde heyecan uyaracak ve ruhlarda kabul görecek âlî bir üslûpla anlatılmalıdır. Yoksa bir kısım lâfızperestler, mananın sırtındaki yırtık ve perişan urbaya bakarak içindeki cevherlere talip olmayabilirler.
Edebiyat olmasaydı, ne hikmet o debdebeli yerini alabilir, ne felsefe gelip bu günlere ulaşabilir, ne de hitâbet kendinden bekleneni verebilirdi. Ne var ki, hikmet, felsefe, hitâbet de kendi sahalarıyla alâkalı zengin ma’-lûmatı, bitmeyen bir sermaye olarak edebiyatın önüne sermiş ve ona ölümsüzlük kazandırmışlardır.
Edibler ve şâirler, iç ve dış dünyalar “enfüs ve afâk” da görüp hissetikleri güzellikleri seslendiren birer neyzene benzerler. Duygular yoluyla gelip onların ruhlarını saran alevlerden habersiz kimselerin, ney’i de ney’den yükselen feryâdı da anlamalarına imkân yoktur.
Kaynağı duru ve sâfî olduktan sonra, her sanat dalı, her sanat eseri ayrı ayrı iklimlerin ayrı ayrı güzelliklerini ve o iklime ait çiçek ve meyveleri, onlardaki tad ve kokuları ifâde etmeleri bakımından hemen hepsi de güzel, sevimli ve yerindedirler.
Edebiyat vak’ası da tıpkı diğer sanat çeşitleri gibi, sezi-eşya ile bütünleşme, hedef-zaman üstü olma hâl, keyfiyet veya buudlarıyla ölümsüzlüğe ulaşır. Bunun için de, her sanatkârın, bütün görülüp sezilenleri aşarak gönlünü ötelerden gelen esintilere hazırlayıp açmasında zarûret vardır.
Maksatları ifâdede kullanılacak manzum ve mensûr her söz, düşünce pırlantasına mahfaza olmalı; onun yerine geçmemeli ve ona gölge etmemelidir. Bu mahfaza zebercedden de olsa, muhtevâ, maksat ve hedefi gölgelediği ölçüde söz, tesir ve ihsas gücünü kaybeder ve böyle bir sözün uzun ömürlü olmasına da imkân yoktur.
Lisân, bir düşünce ve bir anlayışı ifâde vasıtası olmanın yanında, san’-at, güzellik, edeb mevzûlarıyla da sımsıkı alâkalıdır ve herhalde edebiyat da onun bu yanının ifâdesidir.
Edebiyatda esas unsur manadır. Bu itibarla da söylenen sözlerin kısa, fakat zengin ve dolgun olmaları önemlidir. Bu hususu bazı kimseler, eskilerin beyân ve bedîi mevzûlarında ele aldıkları, teşbih, istiâre, kinâye, telmih, cinas, iade gibi söz ve mana sanatlarıyla anlatmak istemişseler de; bence, en derin söz, ilhâmla coşan heyecanlı ruhlarda, varlığı sarıp sarmalayıp gönlüne yerleştirmesini bilen engin hayâllerde, dünya ve ukbayı bir hakîkatın iki yüzü gibi birarada mütâlâa etmeye muvaffak olmuş, inançlı ve terkipci dimağlarda aranmalıdır.
Yeryüzünde ayrı ayrı medeniyet ve kültürlerin bulunması gibi, ayrı ayrı edebiyat türlerinin bulunması da tabiîdir. Ne var ki o, rûhundaki edeb, güzellik sevgisi, tabiat kitabına ait çizgi ve nağmelerle, çok yüzlülüğü içinde yine de bir vâhid ve âlemşumûldür.
Değişik bir kültür ve medeniyet meşcereliğinde gelişip olgunlaşan divan edebiyatı, bir kısım kimseler tarafından, ağır, ağdalı ve manasız görülüyorsa, böyle bir anlayışın sebeb-lerini başka yerlerde aramak gerektir. Rica ederim, Kitap ve Sünnet’in semâvî tayfları altında, ötelerden gelen bir nûru sonsuza kadar taşımaya azmetmiş kahramanların heyecanlı sînelerinde ve cihanları yeniden şekillendirme düşüncesiyle şahlanmış yük-sek ruhlarda mayalanan bir edebiyatı, ölü bir dönemin cansız cenazelerinin anlamasına imkân var mıdır..!
Her gerçek önce, insan rûhunda bir öz halinde belirir; sonra hissedilir; sonra da sözle, kalemle, çekiçle canlandırılır, kiristalleştirilir ve nokta nokta, çizgi çizgi sanat eserinin çehresinde ifâde edilmeye çalışılır. Böyle bir eserin, zaman ve mekân üstü buudlara ulaşması ise tamamen inanç ve aşkın dereceleriyle alâkalıdır.
Bazan aynı yöre ve aynı ülkenin insanları arasında dahi edebî boşalma ve edebî gerilim başka başka olabilir. Dış yüzle alâkalı bu farklılık, tamamen eşya ve hadiselere bakış açısı, inanç ve diğer değerleri kabul edip etmemeden kaynaklanmaktadır. Dağın doruğundakine göre derenin dibindekine aid nağmeler manasız birer mırıltı, derenin dibindekine göre de zirvedekine aid olanlar...
İyi bir sanat eseri, onu meydana getiren unsurların mükemmeliyetiyle, unsurların mükemmeliyeti de onları teşkil eden cüzî fertlerin mükemmeliyetiyle yakından alâkalıdır. Özün sağlam olmadığı bir yerde temiz bir duygu, temiz bir duygunun bulunmadığı bir yerde de hep canlı kalabilecek “kor” gibi eserlerin ve alevden ifâdelerin meydana getirilmesi imkânsızdır.
Her sanatkâr gibi edebiyatçı da, kâinat gerçeğindeki renk, şekil ve çizgilerde hep kendine ait birşeyler aramakdadır. O, aradığını bulup ifâde edebildiği gün kalemini kırar, fırçasını atar, hayret ve hayranlık içinde kendinden geçer. Bu itibarladır ki, en büyük Sanatkârlar, Hakk’ın âzâd kabul etmez, mütefekkir ve duyarak yaşayan kulları arasında aranmalıdır.

5 Kıtada 40 Bin Öğrenciye Türkçe Eğitim

Fethullah Gülen'in arkadaşları tarafından dünyanın dört bir köşesinde açılmış bulunan üniversite, kolej, lise ve çeşitli kurslarda okutulan Türkiye Türkçesi kitapları da Anavatan'da özel olarak hazırlanıp, yurtdışındaki okullara sevk ediliyor.
Gülen okullarında eğitim gören 40 bin öğrencinin kısa sürede çok güzel Türkiye Türkçesi konuşur hâle gelmesi aileleri de etkiliyor, onlar da çocukları gibi Türkçe'ye merak sarıyor. Eski Demirperde ülkelerinde bu amaçla yetişkinler için Türkçe kursları açılmış bulunuyor. Türk Cumhuriyetleri'nde görev yapan okulların genel müdürleri bu konuda şunları söylüyor:

Gülen, Türkçe'yi Dünya Dili Yapmak İstiyor

Fethullah Gülen Hocaefendi'nin üç sacayağı  üstüne oturttuğu anlayışı, yaşamın "ekonomik, kültürel ve ruhsal" boyutunu kavrıyor. Din, ekonomi ve eğitim sacayağı yaşama bakışındaki diriliğin ana dinamikleri. Bilgi yaşama geçirilmedikçe değerli değil onun için. Para kazanmanın yolları öğrenilmedikçe ve kazanılan bu para ülke  yararına harcanmadıkça, para hırsın  ta kendisi. Hafıza hamallığına yarayan ezbercilik yerine metodoloji ve sistem olmadan, eğitimin yararına inanmıyor.
"Türkçe'yi gelecekte dünya dili haline getirmek zorundayız" diyor. İnsanları sorunlarını çözmeleri, plan program üretmeleri, kazanmaları, bilgilerini hayata geçirmeleri için hareketlendiriyor.
Eğitimin amacı sadece öğretim değil; aynı zamanda manevî ve her türlü değerlerine sahip sosyal varlık olarak insanın inşasını öneriyor. Nevval Sevindi

Bir Dünya Dili

Günümüzde, her zamankinden daha geniş imkanlara sahip bulunuyoruz. Bugün, Türkçe’ye hakim insanlar, konferans, seminer, panel ve sempozyumlarla meselenin önemini vurgulayabileceği gibi, gazete, TV, dergi gibi yazılı ve görsel medya, bu önemli neticeye ulaşmada vasıta olarak kullanılabilir. Milletimizin kendini Bütün dünyaya anlatabilmesi, yeniden ispat-i vücut edebilmesi, bir açıdan Türkçe’nin "dünya dili" haline getirilmesine bağlıdır.
Son olarak subjektif bir değerlendirmemi de arz etmek istiyorum: Benim eskiden beri Türkçe’ye karşı ayrı bir sevgim, hatta özlemim vardır. Mesela bana Arapça -ki Kur'an dilidir- ile Türkçe arasında, her iki dilde de ayni ölçüde yazı yazma kabiliyeti verilseydi, ben Türkçe’yi seçer ve Sultanu'ş- Şuara Baki'nin şairane ifadesini, Şeyh Galibin manadaki derinliğini, M. Akif'in samimiyetini satırlarım arasında cem etmek isterdim, ama heyhat!...
Hasılı, geleceğe emin adımlarla yürüyen Türkiye ve Orta Asya dünyası, Türkçe’yi mutlaka dünya dili haline getirme mecburiyetindedir.

Yeni Oluşumda Türkçe ve Onun Temsili

Türkiye’nin yeni bir Türk dünyası ile tanışıp kaynaşması; Avrupa, Amerika, Avustralya' da yetişen Türk nesillerinin mevcudiyeti, Türkçe’nin bir dünya dili haline geleceğinin emareleri sayılır. Ayrıca dilin, kültürle yakin münasebetlerinin olduğu, hatta onun bir buudunu teşkil ettiği düşünülecek olursa, Türkçe’nin dokuz asırdan beri bir arada yasamış bir topluluğun ortak dili olduğu avantajı da sözkonusu. Evet Türkçe, Selcuklulardan beri bu topraklar üzerindeki -her ne kadar o donemde devletin resmi dili olmasa da- halk tarafından konuşulagelen bir dildir. Bu bakımdan bizim, Orta Asya'daki milletlerle aramızdaki ortak değerlerin gün yüzüne çıkartılıp, beklenen o engin kültür zenginliğinin sağlanması ve 70 yıl suren kopuk ilişkilerin aşılarak Türkçe’nin geliştirilmesi geleceğimiz adına çok önemlidir.
Diğer taraftan, Bati ile entegrasyonun sağlanması, mesela teknolojinin gelişmesi ile elde edilen yeniliklerden haberdar olma, yani bilgi ve teknoloji transferi ile cagin Bütün varidatının benimsenmesi de yine Türkçe’nin ortak dil olmasına bağlıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder