Sayfalar

19 Haziran 2014 Perşembe

Tatlı dil, acı dil

Araplarda "selâmetü'l-insan fi'l-hıfzı'l-lisân (insanın selameti dilini tutmakladır)" şeklinde bir mesel vardır. Türkçe'de "Dilini tutan, başını tutar" derler. Kanuni'nin (Muhibbi) "İster isen kim perîşân olmayasın âkıbet / Dil uzatma kimsenin hakkında sen sûsen gibi" buyurarak sümbül gibi çevresine dil uzatanların sonunda perişan olacağını söylemesi bu ecildendir.
Bir de tersinden düşünelim: Sözlüklerimiz "Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır!" diye bir atalar sözü kaydeder. O halde dilimiz hem tatlılık, hem de zehirle doludur. Eski kalemlerin (divit) ucu ikiye yarıldığı için "çift dilli" tabir olunması bu yüzdendir. Çünkü aynı kalem ile hem iyiyi, hem de kötüyü, hem yararlıyı, hem de zararlıyı yazabilmek mümkündür.
Dil (lisan), dostlukların da, düşmanlıkların da başlangıcıdır. İyi de, kötü de olabilir yani. Çocukluğumda babam (Allah rahmetinden uzak düşürmesin) anlatmıştı:
Varlıklı, bilgili ve zarif efendilerden biri birkaç günlüğüne dostlarını konağına çağırır. Zengin sofralar kurup engin sohbetler etmektir niyeti. Kahyasına tembih eder:
- Haydi göreyim seni, koştur pazara, dünyanın en tatlı şeylerinden misafirlerime şöyle mükellef bir sofra kurdurt.
Kahya gider. Ama pazara uğramak yerine kasaba uğrar. Bütün misafirlere yetecek miktarda dil alıp aşçılara emirler yağdırır. Akşam misafirler iştahla otururlar sofranın başına. Evvela bir dil çorbası gelir. Nefis!.. Ardından bir dil haşlaması. Âlâ!.. Bir dil söğüş. Eh!.. Ara sıcak niyetine dil ızgara... Derken misafirlerde homurdanmalar başlar. Beklerler ki şöyle yağlılardan, pilavlardan, baklava ve revanilerden tepsiler gelsin. Ne mümkün!... Ardından bir dil kızartma konulur önlerine. Konak sahibi artık tahammül edemez ve kahyasını çağırtıp öfkesini tokat edip yüzüne vurur:
- Bre ben sana pazardan en tatlı şeyleri al demedim mi?
- Evet efendimiz ben de aynen sizin emrinizi yerine getirdim. Dünyada dilden daha âlâ ve tatlı ne tasavvur olunabilir? Marifet ve ilmin anahtarı, mutluluğun ve saadetin başlangıcı o değil midir? Gönüller onunla şen, bilgiler onunla ruşen olmazlar mı? Anlaşmazlıkları çözen de o, adaleti bildiren de!.. O kadar kutsal ki, ibadetler onunla yapılıyor...
Ağa, duyduklarına cevap veremez ama yine de konuklarına mahcup olmamak için haykırır:
- Pekala madem dediğin gibidir, o halde yarın pazara gidip bu sefer en fena yiyeceklerden bir sofra hazırlat bize. Bakalım görelim.
Kahya ertesi gün yine kasaba uğrar, yine aynı yemekleri hazırlatır. Sofraya oturanlar aynı sıra ile başlarlar: Dil çorbası, dil haşlama, dil söğüş... Ve elbette yine aynı sorgu sual. Kahyanın cevabı ibretliktir:
- Efendimiz, emin olunuz emrinizi ayniyle yerine getirmek için bu yemekleri hazırlattım. En fena yiyeceklerden istemiştiniz; Allah aşkına dünyada dilden daha fenasını kim tasavvur edebilir?!.. Bütün kötülüklerin, bütün belaların, bütün kavgaların sebebi bu değil mi? Kim yalanın ve iftiranın güzel olduğunu söyleyebilir; kim, riya ve dalkavukluğun yararından bahsedebilir?!.. Bütün bu fenalıkları dil yaptıktan sonra hangi azık dilden daha kötü olabilir ki?!..
Misafirlerin hepsi o gün sofradan bir dimağ lezzetiyle kalkmışlar ve kahyayı sohbet halkasına dahil etmişler.
Bu hikayeyi üniversite yıllarımda Ahmet Mithat Efendi'nin Kıssadan Hisse adlı kitabında okudum. Kıssadan Hisse, Ezop (Aisopos) masallarının tercümesi idi ve hikaye Ezop ile efendisi Xanthos arasında geçiyordu. Milattan 500 sene evvel Kütahya civarında yaşayan Ezop aslında bir köle imiş. Işıklı bir zeka ve zarif bir fikir güzelliğine sahip olan kafası maalesef iri ve çirkin, dili de kekeme imiş. Xanthos onu zekası için almış ama yüzüne bakan herkes ürktüğü -en başta da karısı o çehreden korktuğu- için çiftliğinde toprak işlerinde çalıştırır, arada sırada konukları gelince onun zeka ve fikirlerinden istifade etmek üzere konağına çağırtırmış. Rahmetli babam, fabller üreterek Anadolu'daki medeniyet davranışlarının devamlılığını sağlayan Ezop'un adını bilmezdi. Ancak bu topraklarda dile ve söze verilen değerdir ki yüzyıllarca harmanlanıp kültürden kültüre aktarılmış, insanlar, nesiller, dinler ve diller değişmiş ama anlam hiç değişmemiş, Ezop'un hikayesini babalar dinî hikaye niyetine çocuklarına anlatabilmişlerdir. Hatta tatlı dil ile olduktan sonra övünmeler, övmeler ve sövmeler bile insana masum görünmeye başlamıştır. Ünlü heccavımız Şair Eşref'in vakitsiz gelen bir misafirine söylediği şu kıt'a gibi:
Nâbehengâm ey bana mihman olan
Tablakârımla döğüş ister misin
Matbah-ı tab'ımda yoktur başka şey
Tatlı dilden bir söğüş ister misin
"Ey vakitsiz gelen (aç) misafir, (sana yemek hazırlamak konusunda) aşçımla beni kavga mı ettireceksin? Yaratılışımın mutfağında sana ikram etmek üzere dilden başka bir yiyecek kalmamış, tatlı dilden bir söğüş ister misin?!.."
http://zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1090448&keyfield=74C3BC726BC3A765

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder