Sayfalar

4 Temmuz 2014 Cuma

Olgun ve Zengin Dil

Abdullah Aymaz.
Olgun bir lisanın kelimeleri, kulakta bir tatlılık, kalpte güzel duygular ve dilde ise hoş bir akış meydana getirir. Sözde, ses, süs ve his bu işin esasıdır. Bu da birdenbire olmaz. Fıtrî akışı içinde tarih boyu bu gelişme sürer gider. Bizim güzel Türkçemiz de asırların sinesinde yoğrula yoğrula bugünkü kemâl derecesine ulaşmış ve her gün tabiî bir süzülme ve uyum yolu ile daha üstün bir kemâle doğru ilerlemiştir. İlim ve fikir adamlarımız "İslâm Kültür" hazinesinden Arap, Fars hatta Yunan dillerinin şaheserlerinden seçip aldıkları kelimeleri, millî zevk ve şuurun berrak aydınlığı altında işleyerek bunları düşünce ve duygu dehâmızla uzlaştırıp bugünkü zenginliğe ulaştırmışlardır. Bu hususta sadece onların himmeti yoktur.
 
Evet bütün bir milletin o kelimeler üzerinde emeği vardır. Çünkü her bir kelime üzerinde asırların biriktirdiği mânâ ve incelikler, yeni kazandırılan kavram ve güzellikler vardır. Çünkü kelimelerimize zaman içinde bir velimiz gönül ikliminin esintileriyle bir şeyler doldururken, bir paşamız da, onlara ince bir askerî dehânın izlerini nakşetmiştir. Bir padişahımız da, bir cihan hükümranı olarak koca bir imparatorluğun azametini o kelimelere yüklemiştir. İşte edebî güzelliklerden olan telmih ve tedâîler; hep bu tarih içinde renklene cilâlana gelip olgunlaşan güzel kelimelerden doğuyor. Çünkü insan, kelimelerle düşünür. Thornas Sheriden’in dediği gibi "Fikirle kelime arasında öyle yakın bir alâka vardır ki, birindeki eksiklik veya hata, diğerinde kendisini derhal belli eder." Çok iyi biliyoruz ki, "Kelime bilgisi arttıkça insanın düşünme kabiliyeti kuvvetlenir ve zeka gücü de artar."
Tefsir yazarı merhum Elmalılı Hamdi Yazır, "İran’da çıkan yünden, Avrupa’da bükülen ipten, Türk tezgâhında dokunan halıyı, Türk malı tanıdım. Bir binanın mimarisi Türk olmak için bütün kerestesi yerli olması lâzım değildir, diye işittim. Afrika madenlerinden çıkmış bir altının üzerinde bir Türk sikkesi gördüğüm zaman ona Afrikalıların değil, bizim altınımız dedim. Ruhî-ı Bağdadi’nin: "Sanma ey hâce ki, senden zer u sim isterler/ Yevme la yenfe’u’de kalb-i selîm isterler." sözünü duyduğum vakit bunu Türkçe’den başka bir lisanın edebiyatına kaydedemediğim gibi, Türkçe’nin en güzel sözlerinden biri bilmekte tereddüt etmedim." diyor.
"Atalarımız en eski çağlardan beri kendi dil ve kültürlerinde bulunmayan şeyleri başkalarından almaktan çekinmemişlerdir. Valeri, "Aslanın vücudu, yediği hayvanlardan oluşur." der. Kültür eserleri, kullanılan kelimelere bağlı olduğu için, zarurî olarak, ana dile yabancı kelimeler girer. Bunlar, birike birike bir okyanus teşkil ederler. Dünyada saf hiçbir ilim ve kültür dili yoktur." diyen Mehmet Kaplan gibi, Nihat Sami Banarlı da "Evet bir kısım diller vardır ki, yalnız bir vatanda değil, birçok vatanlarda devlet kurmuş milletlerin dilleridir. Bu diller, normal olarak, medeniyet ve hâkimiyet götürdükleri ülkelerin dillerinden derlenmiş kelimelerle de zenginleşmiş büyük dillerdir. Başka bir deyişle imparatorluk dilleridir. Bu dillerin sahipleri, hâkim oldukları topraklardan vergi alır, mahsûl toplar gibi, kelime de alırlar. Hem bu alışın ölçüsü de yoktur. Kendilerine lâzım olduğu kadar veya canlarının istediği kadar alabilirler. Çeşitli ülkelerden derledikleri lüzumlu kelimeleri alırken de kendi dillerinin gramerine, estetiğine ve fonetiğine göre milleştirerek, kendi kelimelerini yaparlar. Biz bunlara, öteden beri fethedilmiş ülkeler gibi fethedilmiş kelimeler diyoruz."
Sovyet Rusya’nın kurulduğu yıllarda, o zamanın en büyük İlimler Akademisi olmasına çalışılan "Şûra Cumhuriyetleri İlimler Akademisi"ne bir vazife verilmişti. Buna göre akademi, Rusya’yı öz Rusça haline getirmek için ne yapmak gerektiğini araştıracak, neticeyi bir rapor halinde Rus hükümetine verecekti. Bu rapor çok ciddi şekilde hazırlandı. Raporda hulâsa olarak şu neticeye varılıyordu: "Rusça’yı öz Rusça yapmak mümkündür. Ancak bunun için Rusça’da kullanılan kelimelerin yüzde yetmiş beşini terk etmek ve yerlerine yeni kelimeler bulmak gerekir." Bu rapor Rusça için derhal hasır altı edildi. Fakat aynı rapor, Moskova’nın dış siyasetine yaman bir ışık tutmuş oldu: Mademki, bir dili öz dil yapmaya çalışmak, o dile bu derece yaşayan kelime kaybettiriyor; geçmişle, kökle, inançlarla alâkayı kesiyor, şu halde bu sistem diğer müsait ülkelerde tatbik edilebilirdi...
Bu tatbikata ışık tutan, bir hâtıra: Peyami Safa kendisine "Sosyal, spontane, koordinasyon, icmal, tecessüs, hulâsa ve hâdise" kelimeleri yabancı olduğu halde niçin kullandığını soran okuyucusuna bir hâtıra ile cevap veriyor: "Rahmetli Hüseyinzâde Ali, bir gün Rusya’da bir tiyatro locasında, Rus lisâniyatçılarından biriyle Türkçe’den bahsediyormuş. Rus âlimi Türkçe’nin yabancı kelimelerden mürekkep olduğu için kendi kendine yeten, müstakil bir dil olmadığını söylemiş. Hüseyinzâde Rus’a sormuş:
- Söyler misiniz? Rusya’da tiyatroya ne derler?
- Tiyatro.
- Oynayanlara ne derler?
- Aktör
- Sahne tertibatına?
- Mizansen.
- Piyesi fısıldayana?
- Suflör.
- Sahnenin resimlerine ve eşyasına?
- Dekor
- Bunlar Rusça mı?
- Hayır!"
İşte bu gerçeklere dikkat ederek dilimizi fakirleştirecek cereyan ve tavırlara karşı çok hassas davranmamız ve bu atalar miras ve yadigârı güzel dilimizi korumamız gerekmektedir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder