Osmanlı’da ilk ve ortaöğretim kurumları ‘Mektep’tiler: ‘İlk Mektep’, ‘Orta Mektep’. Benim okula başladığım 40’lı yılların başında, hâlâ ‘İlk Mektep’, ‘Orta Mektep’ diyenler vardı. ‘Mektep’ sonradan okula dönüştü: İlk Mekteb’e, artık ‘İlkokul’, ‘Orta Mekteb’e de, ‘Orta Okul’ demeye başladık…Dikkat ettiniz herhalde: Osmanlı’da öğretim ‘Mektep’le, ‘ke te be’ sülasisinden yani ‘yazmak’tan iştikaklı ‘yazı’ ile başlıyordu. ‘Mektep’ ‘Okul’a dönüşünce Öğretim ‘okuma’yla başlatılmış oldu. Mektepten Okula ya da Yazmak’tan Okuma’ya! Osmanlı’dan Cumhuriyet’e maarif sistemimizin dönüşümü!Biliyoruz: Oysa, yazı, okuma’dan önce gelir: Yazılmış olan okunur ancak! Yazı yoksa nedir okunacak olan? Asıl mesele, her ikisinin bir aradalığı ya da genelgeçer bir deyişle söylemek gerekirse okuma-yazma işidir. Bu ayrılmazlık ya soru sorulurken [‘Okuma yazma biliyor musun?’] ya da etkinlikler duyurulurken [‘Okuma yazma seferberliği başladı!..’]; yahut da bir entelektüel kimlik belirtilirken [‘okur yazar biridir!’] görülür... [Geçerken belirteyim: Benim gibi eski harfleri Cumhuriyet okullarında öğrenmeyenler için okumak kolay, yazmak’sa çok daha zor olmuştur. Ben, kendi hesabıma, Latin alfabesi ile yazmanın, Arap alfabesi ile yazmaktan çok daha çok daha kolay olduğunu itiraf ederim.]Maarif, talim ve terbiye demektir. Nitekim, bugün Türkiye’de milli eğitim bürokrasisinde en yüksek kurul, Talim ve Terbiye Kurulu’dur. Talim, ‘ilm’ kökünden ‘bilgi’ye, bugünkü deyişle, öğrenime; terbiye ise ‘yetiştirmek’ anlamında eğitime karşılık geliyor: ruh terbiyesi, beden terbiyesi gibi… Maarif ise, hem eğitim hem de öğretim’dir: Eğitim ve öğretimin marifet sahibi kılması, hiç şüphesiz, tasavvufî manada irfanî bilgi ile karıştırılmamalıdır; burada ‘maarif’ten, Tevfik Fikret’in ‘Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür bir şairim’ derken kastettiği ‘irfan’ anlaşılmalıdır. Kısaca, Seküler manada, Maarif! Bunu ‘kültür’ kelimesi ile karşılayabiliriz. Cemil Meriç hocanın ‘Kültürden İrfana’ sözüyle anlatmak istediği de tastamam budur: Seküler Maarif’ten yani Kültür’den, Tasavvufî İrfan’a…Anlamak konusuna gelince: Sorulması gereken soru şu olmalıdır: Anlamak nedir? Nasıl anlarız? Daha somut bir deyişle, anlamanın ideal yolu, okumaktan mı, yoksa yazmaktan mı geçer? Bu doğrudan doğruya bir psikolojik meseledir: İnsan yazarken mi daha dikkatlidir, yoksa okurken mi?Bu sorunun cevabı açıktır: Elbette yazarken daha dikkatli olunur ve dikkat, anlamanın olmazsa olmaz’ı, lâzım-ı gayrı mufarıkıdır! Anlamak için okuyanların, genellikle okurken not alıyor olmaları; okunan metnin zihinsel olarak kendinin kılındığını, eski deyişle, mananın temellük edildiğini gösterir. Okurken not almak ya da okurken yazmak, mananın temellükünde hem bellemeyi, öğrenmeyi, tahsil’i, hem de metinle bir diyaloğa girmeyi mümkün kılar. Metnin daha iyi anlaşılması için sorulması gereken sorular, okurun zihnine takılan meseleler ve neyin nasıl anlaşılması gerektiği konusundaki varsa şayet, belirsizlikler, üzerinde sonradan düşünmek ve cevaplamak için anlaşılanın ya da anlaşılmayanın yazıya dökülmesi şarttır.Öğrenciler için okumanın can sıkıcı olmaması [bazı küçük öğrencilerin, hatta büyüklerin!] kitap okurken uyukladıklarına tanık olanlarınız vardır şüphesiz. Okumak, okunan hele kolay bir metin değilse, dağıtıcı; yazmak ise, toplayıcıdır.Bir metni anlamanın ‘tahsil’ ya da öğrenim tarzı buysa, bir de ‘terbiye’ ya da eğitim boyutu da olmalıdır. Okulda ya da evde kitap okuma, bir öğrenim meselesi olduğu kadar, bir eğitim konusudur: Kitap okuma terbiyesi vermek!‘Çocuklarımız okumuyorlar!’ diye yakınanlara duyurulur!
Hilmi Yavuz
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder