‘Dilde tasfiyecilik büyük hataydı’
Türk Dil Kurumu Başkanı Şükrü Halûk Akalın, Güneş-Dil Teorisi’nin tutanaklarını satın almasaydı, belki de dikkatimi çekmeyecekti. Meğer ne kadar değerli bir insanmış. Dil gibi solun ve sağın bağnazlığına çok açık bir alanda, bu kadar bilgili, değerlendirmeleri objektif, her bakımdan çalışkan, güleryüzlü bir TDK başkanımız olduğunu bilmiyordum. Bir de şunu bilmiyordum: 1993’te çıkarılan Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile kurum yasasında bazı düzenlemeler yapılmış. Anayasa Mahkemesi, hükümetin KHK çıkarma yetkisini iptal edince kurum 8 Kasım 2001’den itibaren üyesiz kalmış. Akalın, başkan olduktan dört ay sonra, çalışmalarını tek bir yardımcıyla sürdürmeye başlamış. Siz TDK’nın 40 kişilik bilim kurulu, yani beyin takımı olmadan çalıştığını biliyor muydunuz? Gelin, hiç değilse TBMM gündeminin alt sıralarında bulunan teşkilat yasası çıkıncaya kadar Akalın’a destek çıkalım. Nasıl mı? Dilimize duyarlı olarak. Dil aynı zamanda gönül demek. Gönlü dilinde, dili gönlünde insanlar olalım.
Güneş-Dil Teorisi’nin tutanaklarını satın aldığınız haberini okuyunca sizinle konuşmak istedim. Bütün dillerin Türkçeden doğduğunu iddia etmek için insanın aşırı milliyetçilikten gözü dönmesi lazım diye düşünüyorum. Atatürk gibi dâhi bir insan nasıl oluyor da böyle bir şeyin içine girebiliyor? Buna gerçekten inandı mı? Yeni bir ulus yaratıyor. Bunun enstrümanlarından bir tanesi tabii ki dildir. Ne yapmak istedi?
Güneş-Dil Teorisi, zaten adından da anlaşılacağı gibi bir teori. Hangi şartlarda ortaya atıldığına bakmak gerekiyor. Yani 2005’in bugününden Güneş-Dil Teorisi’ne bakarsak, birtakım yanlış değerlendirmelere sapabiliriz. Bu tür çalışmalar aslında Osmanlı döneminde başlamış. Mustafa Celalettin Paşa’nın çalışması var, Batı dillerindeki kapitol’ün kapı’dan, sosciete’nin söz’den kaynaklandığı yolunda. Samih Rifat’ın, TDK’nin kurucu başkanının da, böyle çalışmaları olmuştu. Aslında, Türkçenin diğer dillere kaynaklık ettiği düşüncesi 1932’deki Birinci Türk Dil Kurultayı’nda adı konmadan bazı bildirilerde ortaya atılmıştı. Dil devrimi başladığında, önce dildeki bütün yabancı sözcüklerin atılması gerektiği gibi bir düşünce hâkimdi. Dilin söz varlığına girmiş, anlamını herkesin bildiği ve kullandığı, ama kökenini bilmediği, günümüzde de kullandığımız pek çok sözcük var, bunları atalım dediler.
Korkunç bir şey. Dil katliamı resmen.
1935 yılına gelindiğinde, yine herkesin anlayamadığı bir dil ortaya çıktı. Zaten Osmanlı Türkçesinden şikayet şuydu: Yazılıp da konuşulamayan bir edebi Türkçe, bir de konuşulup yazılmayan halk dili vardı. Bunun birleştirilmesi gerekiyordu. Dil devriminde de amaç buydu zaten. Bunda da büyük ölçüde başarı sağlandı. Şu anda yazarlarımızın yazdığı eserleri herkes anlıyor.
Yeniyi anlıyoruz; ama eski metinleri anlayamıyoruz.
O da başka bir olumsuzluk. Yeni bir dil karmaşası yaşanmış o dönemde de… Hazırlanan kılavuzda Osmanlıcadan Türkçeye karşılıklar verilmişti. Mesela akıl için 28 karşılık vardı, acele için 41 karşılık.. Yabancı dilden alınan kelimelere Türkçe ne karşılıklar var diye gazetelerde listeler verilmiş. Halktan bu sözcüklerin karşılığında kendi yörenizde hangi sözcükleri kullanıyorsunuz, bize bildirin, denilmiş. Böylece derleme çalışmasının ilk aşaması gerçekleşmiş. Tarihî eserler taranmış. Sonuçta da karşılıklar kılavuzu yayımlanmış. O zaman yazarlar, önce kendi bildikleri söz varlığı ile yazılarını yazmışlar. Sonra da kılavuzu açıp, “Ben ‘acele’ demişim, karşılığında ne var?” diyerek listeden beğendiğini yazmışlar. Yeni bir dil karmaşası başlamış. Hatta bunun esprili yanları da olmuş. Yazarlar ertesi gün gazeteyi açtıklarında kendi yazılarını okuyup anlayamamışlar, bunun için tekrar kılavuza bakmak zorunda kalmışlar. İşte bu noktaya geldiğinde Atatürk, Falih Rıfkı Atay’a “Dili bir çıkmaza saplamışızdır.” diyor. Tam da o günlerde Viyanalı Dr. H. F. Kıvergiç, 41 sayfalık, basılmamış bir çalışmasını gönderir. Güneş-Dil Teorisi’nin kaynağıdır bu çalışma.
Bir Alman neden bütün dillerin Türkçeden doğduğunu söylesin ki?
Dr. Kıvergiç, bir bilim adamı. Yaptığı araştırmalar onu böyle bir sonuca götürmüş. Sonra yazıya geçirerek Atatürk’e göndermiş.
Peki madem her şey zaten Türkçe, niye o zaman bazı kelimeleri attılar? Demek ki niyet başkaydı. Dinin ötelenmesi mesela...
Dildeki Arapça, Farsça kökenli sözlerin atılması Güneş-Dil Teorisi’nden önce... Bu sözlerin atılmasına karşı ilk tepkiler aslında Güneş-Dil Teorisi’nden de önce geliyor. Falih Rıfkı, yabancıdır diye tasfiye edilen, ancak dilde gerekliliğine inanılan sözleri nasıl kurtardıklarını anlatır yazılarında. Yabancı kaynaklı sözler gündeme geldiğinde bunların Türkçe kökenli olduğu söylenmekte ve dilden çıkarılması önlenmektedir. Naim Hazım, Arapça kökenli sözlerin köklerini Türkçeye çıkarmaktadır. Bir gün sıra hüküm sözüne gelir. Falih Rıfkı “Bir karşılığı yoksa, alıkoyalım.” der. Üyeler kabul etmez, tartışma çıkar. Toplantıdan sonra Abdülkadir İnan, Falih Rıfkı’ya gelerek, üzülmemesini, hüküm sözünü bir sonraki toplantıda Türkçe yapacaklarını söyler. Ertesi gün toplantıdan önce Abdülkadir İnan, Falih Rıfkı’nın eline küçük bir kâğıt tutuşturur. Kâğıtta Türk lehçelerinde akıl için ög, ök, ük sözünün kullanıldığı yazılıdır. -üm eki ile de ad türetildiğini bilen Falih Rıfkı, Arapça ‘hüküm’ sözünün Türkçe olduğunu örneklerle anlatır. Komisyonun üyeleri susup kalır. Böylece hüküm sözü de dilden çıkarılmaz. Bir başka sebebi daha var aslında bu teorinin ortaya atılmasının. Öteden beri, Türklerin bir uygarlık oluşturamadığı, göçebe bir toplum olduğu, bir Türk kültüründen söz edilemeyeceği gibi düşünceler ileri sürülmüştü. Tarih teziyle işte Türklerin bir uygar toplum olduğu, uygarlık meydana getirdiği tezi işlenmeye çalışılmıştı. Dil de bunun bir parçasıydı. Türkçenin bir halk dili, avam dili olduğu, uygarlık dili olmadığı düşüncesi yıkılmak istendi.
Ama bu başka bir şey, bütün dillerin anası Türkçe demek başka bir şey.
Bütün dillerin Türkçeden doğduğu şeklinde bir düşünceyle toplumda dil konusunda, tarih konusunda bir bilinç ve güven uyandırılmaya çalışıldı.
İnsanı aşırılıklara sevk eden hastalıklı bir bilinç değil mi?
Şimdi bakın, bu düşünceyle ne olmuş? Dilimizde atılması düşünülen sözcüklerin Türkçe kökenli olduğu açıklanmaya başlanmış. Bunda aşırıya gidildiği de olmuş tabii. Elektrik sözcüğünün parlak, ışık anlamındaki yaltırık’tan, termal sözünün ter’den geldiği gibi açıklamalar yapılmış. Hatta işi aşırıya götürüp özel adların bile Türkçeden geldiğini söylemişler. Aristo’nun adının Ali usta’dan geldiğini yazanlar bile çıkmış. Güneş-Dil Teorisi’nin getirdiği en önemli sonuç Atatürk döneminde dilde tasfiyecilik hareketinin durmasıdır.
O anda belki durdu ama sonra devam etti. Bir işe yaradı mı Güneş-Dil Teorisi?
Teori, dildeki aşırı gidişi önlemek için bizzat Atatürk tarafından geliştirilmişti ama Atatürk’ün ölümüyle birlikte rafa kalktı. Tasfiyecilik hareketi Atatürk’ten sonra hız kazandı. Özellikle 1983 öncesine kadar gelen dönemde, dilin söz varlığına girmiş bazı sözler dışlandı. Batı kaynaklı sözcüklere karşılık bulma çalışması 1970’te başladı. Halbuki Batı kaynaklı sözcükler, İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesinden sonra Türkçeye girmeye başlamıştır. Fakat uzun süre Batı kaynaklı sözcüklere karşılık bulunmamıştır. Mesela müdür sözünün kullanımdan çıkarılması karşısında bir dönem direktör yaygınlaştırılmıştır. Batı dillerinden sözcükler girerken, Türkçenin söz varlığına girmiş, şarkılarımızda, türkülerimizde, atasözlerimizde, deyimlerimizde yaşayan Arapça, Farsça kökenli sözcükleri çıkarma çalışması sürmüştür.
’İmkan’ diyeni sağcı, ‘olanak’ diyeni solcu belleyen bir anlayış vardı bir dönem.
Dilin söz varlığı sağcı-solcu diye bölünemez. Bir dönem, Türkiye’de bazı sözcükleri kullananlar sağ görüşlü, bazı sözcükleri kullananlar da sol görüşlüydü. Bir İngiliz’in, bir Fransız’ın sağcısı solcusu aynı sözleri kullanır. Dilin zenginliğidir bunlar. Önemli olan insanların hangi sözcükleri kullandığı değil, o sözcükleri bir araya getirip de, hangi düşünceyi ileri sürdüğüdür. Ama mazrufa bakmadan, zarfa bakıldı bir dönem. Bunda tabii tasfiyeciliğin büyük bir etkisi var. Bazı sözcükler düşman sayılmış, dilden atılması gibi bir çalışma yapılmış. Dilin söz varlığında olan sözlerin, anlamını herkesin bildiği sözlerin tasfiye edilmesi büyük bir yanlıştı. Burada ölçü şu olmalı. Dilin söz varlığına girmişse, anlamını herkes biliyorsa o söz artık Türkçenin malı olmuştur.
Tasfiyeciliği yapan TDK olduğuna göre bilim kurumu siyasetin emrine girmişti. Peki şimdi farklı mı? TDK kendini siyasetten arındırabildi mi?
1983 öncesinde TDK de ideolojik tartışmaların içerisinde kalmıştı, ama 1983’ten sonra TDK’de siyasetin etkisi yok. Görevde bulunduğum süre içerisinde TDK’ye asla siyasî bir müdahale olmadı.
Tasfiyecilikten size kalan hüznü, yasını tuttuğunuz eski kelimeleri merak ediyorum.
“Hususi”nin yerine şimdi “özel” kullanılıyor. Aslında hususi de özel de kullanılabilmeli. Bakın ecnebi sözü dilden çıkarıldı, yerine ne konuldu: Yabancı. Oysa dilimizde yabancı sözü bir başka anlamda zaten var. Benim tanımadığım herkes benim için yabancıdır. Ama ecnebi dediğimizde dışarıdan gelmiş, bu ülkeden olmayan insanlar kastedilmektedir. Şimdi ecnebi sözünü dilden çıkarıp yerine yabancıyı koyduğunuzda anlamda bir karmaşa yaşanıyor.
Dil zenginliğinin yok olmasında harf devriminin de rolü oldu mu, olmadı mı?
Hayır. Biz pek çok alfabe değiştirdik. 1928’deki harf devrimi Türk tarihinde ilk değil. İlk alfabemiz Göktürk alfabesi. Uygur alfabesi, Osmanlı sarayında bile uzun süre kullanıldı. Daha sonra Arap alfabesinin çok geniş bir biçimde kullanıldığını görüyoruz. Ama Arap alfabesi Türkçe için çok yetersizdi. Şu andaki Latin kaynaklı alfabe Türkçeyi çok güzel bir biçimde ifade ediyor.
Latin alfabesine geçişte kazanımlarımızın yanında kayıplarımız olmadı mı?
Kazanımlarımız çok daha fazla. Türkoloji tarihi, Arap alfabesiyle yazılmış metinlerde yapılan okuma yanlışı eleştirileriyle dolu. Özellikle Türkçe sözlerin okunuşunda pek çok ünlü Türkolog hata yapabilmiştir. Bu, Arap kaynaklı yazının Türkçe için yetersiz olduğunu gösteriyor. Kayıplarımız şu olabilir. Her insanımızın eski eserleri okunmasında o eserlerin okunuşu ile ilgili olarak kültür değerlerimize ulaşmasında sorun yaşanıyor. 1928 öncesi bir gazeteyi okumak istediğinizde yazıyı bilmezseniz okuyamıyorsunuz. Ama meraklısı için Edebiyat fakültelerinde bunu öğretiyoruz.
Önemli olan kitlelerin bunu yaşaması ama.
Bu başka toplumlarda da yaşandı, yaşanıyor. Mesela Türk cumhuriyetleri Kiril alfabesini bırakıp, Latin alfabesine geçiyorlar. Alfabe o kadar önemli bir şey değil aslında.
Ama alfabe bize yetmiş yıldır medeniyetin bir gereği olarak anlatıldı. Latin alfabesi eşittir medeniyet. Bu mantık doğru mu?
Türkçenin en kolay ifadesi diye anlatılsaydı daha doğru olurdu. Alfabe bir araç aslında. Sonuçta onu da alıp kullanabilirsiniz, bunu da. Türklerin kullandığı alfabeler içerisinde Türkçeye en uygun iki alfabe var. Biri Göktürk, öbürü Latin alfabesi. Çünkü Türkçe, ünlüleri bol bir dil. Arapçada ünlü olarak kullanılabilen tek bir harf var, elif. Vav harfi hem v, hem u, ü, o, ö karşılığında. Türkçede sekiz ünlü var. Arap alfabesini kullanırken yaşadığımız sıkıntı daha fazlaydı. Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde yıllarca Osmanlıca dersi verdim. Öğrenciler büyük sıkıntı çekiyordu. Çünkü Türkçeye uygulanışında gerçekten sorunlar yaşanıyor. Şiir okutuyorum. “Baktım o gözlere” diye yazıyor. Öğrenci, af buyurun, “Baktım öküzlere” diye okuyor. Çünkü ikisinin de yazılışı aynı. Amaç, Türkçenin doğru ve güzel bir biçimde yaygınlaştırılması, insanlara öğretilmesiyse bunu hangi alfabeyle yapabiliyorsak bizim için o önemlidir.
Türkçenin bu durumuna baktığımızda ‘kal geliyor’
Türkçenin bugünkü durumuna bakınca bana da ‘kal geliyor’
Şükrü Halûk Akalın, 1956 Adana doğumlu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı'nı bitirdi. 1995'te TDK Bilim Kurulu üyesi, 1996'da profesör oldu.
Çukurova Üniversitesi'nde Türk dili, edebiyatı, tarihi üzerinde araştırmalar yapmak üzere Türkoloji Araştırmaları Merkezi'ni kurdu ve yönetti. Bilgisayar terimlerinin Türkçeleştirilmesi, bilgisayarda Türkçenin yanlışsız kullanılması, internette Türkçenin ve Türkçe içeriğin yaygınlaşması için çalışmalar yürüttü. İnternette yayımlanan dünyanın ilk ve tek sanal Türkoloji dergisi Sanal Türkoloji Araştırmaları Dergisi'ni 1999'da yayımlamaya başladı. 2001'de TDK başkanlığına getirildi. Genel sekreterliği Amerika'da bulunan PIAC Uluslararası Sürekli Altayistik Konferansı'nın 2003 yılı dönem başkanlığına seçildi. Türk dili alanında yayınlanmış 10 kitabı, çok sayıda makalesi var.
Eski TDK başkanlarından sizin farkınız ne? Gelmiş geçmiş en iyi Türkçeye en iyi vakıf, en iyi başkan siz misiniz?
Öyle bir iddiam yok. Benim farkım şu olabilir. Ben biraz kişiliğim gereği toplumla iç içe olmayı seviyorum. TDK’yi “fildişi kule” olmaktan çıkarmaya çalışıyorum. Kısmen başarılı olduğuma inanıyorum. Basın kuruluşlarıyla daha iyi ilişki kurulması, dile duyarlı kişilerle kaynaşma yönünde çaba sarf ediyorum. İkincisi TDK teknolojiye uzak kalmış. Kuruma bunu getirmeye çalıştım. Mesela internetteki Türkçe Sözlük’ü ben göreve geldikten sonra, bir yıllık bir çalışma sonucunda kullanıma açtık. Bunu diğer sözlükler izledi. Kişi Adları Sözlüğü’nü hazırladık. Ve TDK’nin yaptığı çalışmalarda bilişim teknolojisinden yararlanmaya başladık. Türkçe Sözlük’ün yeni baskısı bugünlerde çıkacak. Artık bundan sonra sözlük hazırlama ilkesini tamamen değiştiriyoruz. Fişleme yerine metinlere dayalı sözlük hazırlayacağız. 1905’ten itibaren bütün edebi eserleri, gazete ve dergileri bilgisayar ortamına aktaracağız. Bu üç dört yılda yapılacak bir çalışma. Teknolojinin yardımıyla çok zor bir iş değil. Türkçenin söz varlığı esas o zaman ortaya çıkacak. Bir yazar bir kelimeyi kullanmış. Dikkatlerden kaçmış, fişleyememişseniz, sözlüğe girmiyor eski usule göre. Bu çalışmayla yazılı Türkçenin bütün söz varlığı sözlüğe yansıyacak. Bir sözümüzü bir yazarımız başka bir anlamda kullanıyorsa o anlamı görebilme imkânına kavuşacağız.
Şu anki sözlüklerimiz çok fakir o zaman.
Sözlüklerde tam olarak bütün söz varlığımız yok. Sürekli dil gelişiyor, dil yeni sözler, yeni anlamlar kazanıyor. Ama modern Türkçenin bütün söz varlığını aktardığımızda ise hiçbir kelimeyi kaçırmamış olacağız. Burada asla yazar ayrımı, şair ayrımı yapılmayacak. Dili geliştirenler yazarlar, şairler. Yazarların kullandığı dilden yola çıkarak kuralları dilbilimciler koyuyor zaten. Sözlüğümüzü de onların eserlerine dayalı olarak yapacağız.
Türkçenin söz varlığı meğer ne çokmuş mu diyeceğiz o zaman?
Elbette… Zaten Türkçenin söz varlığı, toplumda bilinenin çok çok üstünde. Bizim belirlememize göre altı yüz bine ulaşan bir söz varlığımız var. Ama bunu yeterince kullanamıyoruz. Dilin sözlüğünü yapmak mutlaka dili geliştirmek anlamına da gelmiyor. Önemli olan bu veri tabanını ortaya koyup, bunun bir kullanım alanına açılmasını sağlamak.
İngilizcenin Türkçeden daha zengin görünmesi, İngilizlerin sözcükçülük anlayışıyla bizimkinin farklı olmasından mı?
Evet.
Hakikaten İngilizcedeki gibi 600 bin kelimemiz var mı?
Sözlük hazırlama ilkelerine bakarsanız, bizim sözlüğümüzü de öyle hazırlarsak, elbette var.
Biz aptal mıydık yani. Bunca sene niye kendimizi aşağıladık durduk?
Bu biraz da yaşadığımız dilin gücünden haberdar olmamamızdan kaynaklanıyor. Bir de başka yönü var… Şemsettin Sami’nin Kamus-ı Türkî’sinde 26 bin civarında kelime var. TDK’nin 1945’te yayımladığı ilk Türkçe Sözlük’te 15 bin civarında bir kelime var. 45 yıl var arada. 45 yılda dilde yaşanan gelişmelerin bu sözlüğe yansıması ile bu sözlüğün söz varlığının 26 binin daha da üzerinde olması gerekirken, 15 bine inmiş. İşte bu, tasfiyeciliğin boyutunu gösteriyor.
Yine de Türkçenin İngilizce kadar zengin olmadığını sanıyorum. Çünkü biz son yüzyılda bilim ve teknoloji üretmedik, evrensel sanat üretmedik, felsefe üretmedik. Nasıl aynı olur hocam?
Elbette fark var. Mutlaka birebir aynı diye bir şey söyleyemeyiz.
Ama demin aynı diyordunuz.
Türkçenin söz varlığından ne anladığımıza bağlı bu. Türkçenin söz varlığı dediğimizde yaşayan dili düşünecek olursak, şu anda bizim bölge ağızlarımızın söz varlığı, deyimlerimiz, atasözlerimiz, terimler zenginliğimiz. Zaten İngilizcenin o tür sözlüklerinde bu tür sözlerin hepsi alınıyor. Tamamen ansiklopedik bir sözlük. Bizim de iki sözlüğümüz olacak. Türkçe Sözlük, yine yazı dilimizin sözlüğü olacak. Ama Türkçenin bütün söz varlığını kapsayan bir başka çalışmamız olacak. Zaten İngilizcenin veya diğer dillerin sözlükleri de öyle. Kullanım amaçlarına yönelik olarak birkaç türde hazırlanıyor. Bizim de amacımız, hem yazı dilinin sözlüğünü hazırlamak, hem de bütün söz varlığını bir veri tabanı hâlinde, metne dayalı olarak ortaya koymak.
Dildeki kirlilikten siz de nasibinizi alıyor musunuz? Mesela siz ara sıra oha falan olmuyor musunuz?
(Gülüyor) Tabii dildeki kirlilik herkesi etkiliyor. Benim de bazen kullanmamam gereken sözleri kullandığım oluyor. Şu anda dilde kullandığımız bazı sözler de zaman içerisinde bir uç söyleyiş olarak ortaya çıkmıştı, otuz kırk yıl önce eleştirilmişti, hafife alınmıştı. Ama onlar daha sonra yerleşti, yaygınlaştı, kullanılıyor. Oha falan oldum gibi söyleyişler, hayatın içinde zaten var.
Yarın bir gün başbakan da oha falan olabilir, siz de diyebilirsiniz bu lafı.
Ben de diyebilirim. Yanlış olan şu: Bu tür uçtaki kullanımlar, örnek olarak gösteriliyor. Başka ülkelerde böyle bir şey yok. Olumsuz o tipleri dizinin kahramanı hâline getirmemek gerekiyor. O dizide hayatın içinden bir olay canlandırılıyorsa kitabî bir dille konuşması beklenmez oyuncuların. Hayatın içindeki birtakım olumsuzluklar dizide canlandırılırken, imrenilecek bir durum olarak gösterilmemesi gerekiyor. Onun yerine Türkçede başka deyimlerimiz var. Dilimize yerleşmiş, zenginlik haline gelmiştir, bunların kullanılması gerekiyor. Bütün dizinin sadece “oha falan oldum”la gitmemesi gerekiyor.
Gitmiyor zaten. Size hiç kal gelmedi mi hayatta hocam?
(Gülüyor) Türkçenin bu durumuna baktığımızda “kal geliyor” tabii ki.
Ben TDK’den şöyle bir şey beklerim. Çağdaş ya da eski, bütün yazarlarımızın tek tek sözlüğünü yapsanız. Kaç kelime ile yazıyorlar, en çok hangi kelimeleri kullanıyorlar, onlara ne anlamlar yüklüyorlar. Buradan onların hem bilinçlerini, hem psikolojilerini anlamış olurum. Çok da ilgi görür. Neden yapmıyorsunuz böyle güzel şeyler?
Doğru, yazarlarımızın sözlüğü hazırlanmamış. Hazırlanmalıydı. Benim asıl yapmak istediğim bu. Yazarlarımızın bütün söz varlığını ortaya koymak. Önce her yazarın kendi sözlüğünü hazırlamak. En çok kullandığı kelimeyi, sıfatı, zarfı, olayları nasıl canlandırdığını vermek. Bunlar üniversitelerimizin Türk dili ve edebiyatı bölümlerinde kısmen yapılıyor. Ama bütün bu çalışmaların bir amaca yönelik olarak yapılması gerekiyor. Bunu da yapacak olan TDK. Yapmaya da başladık. Demin tam anlatamadım. Bütün edebî eserlerin bilgisayar ortamına aktarılması, Türkçenin söz varlığının ortaya konulması, her yazarın kendi sözlüğü hazırlanarak olacak.
Yani Bir Orhan Pamuk, bir Ahmet Altan, bir Latife Tekin sözlüğü oluşturup ayrı kitaplar halinde çıkartacak mısınız?
Elbette. Eserlerinin hepsinin elektronik ortama aktarılınca söz varlıkları ortaya konulmuş olacak. Bunu yapacağız. Milli Eğitim Bakanlığı Müsteşarı Necat Birinci ile bunu görüştük. Öncelikle yüz eser belirlendi biliyorsunuz. O yüz eserin sözlüğünü yapmakla işe başlayacağız. Yüz eser çok büyük bir kurul tarafından seçildi.
Ama onlar bir yazarın külliyatı değil.
Oradaki amaç şu: Bu okutulacak eserlerde geçen kelimelerin sözlüğünü hazırlamak. Bu eserleri kim okuyacak? İlköğretim ve lise öğrencileri. Bu yüz eserin tek bir sözlüğünü hazırlamakla işe girişiyoruz. Ondan sonra bütün yazarların bütün eserleri taranarak başka bir sözlük çalışması yapılacak.
Yabancı kelimelere Türkçe karşılıklar buluyorsunuz. Bugünlerde hangi kelimenin üzerinde duruyorsunuz?
Mortgage diye yazılan morgıç diye okunan bir kelime var. ‘Kira öder gibi ev sahibi olmak’ anlamında ama; karşılığı “ipotek, rehin”. “İpotekli satış” diyemezsiniz, terim değil. Şu anda zaten “ipotekli satış” diye bir uygulama var. “Rehin” de olmuyor. Özel bir karşılık lazım. Çeşitli kaynaklara baktık. Halk ağzında “tutu” diye bir kelime var. Bunu TDK uydurmuş değil, bu dili konuşan insanlar yapmış. Mortgage için “tutulu satış”ı önerdik TDK olarak.
Tutu, tuttu mu hocam?
Şimdi hedefimiz tutuyu tutturmak. Hemen basına duyurduk. Dedik ki lütfen “mortgage”ı kullanmayın. Çünkü “mortgage” yazıp, “morgıç” okumak insanımıza büyük zulüm. Ayrıca ek aldığında da sorunlar çıkıyor. “Tutu”yu yaygınlaştırmaya çalışıyoruz. Toplu Konut İdaresi’ne, bu işle ilgilenenlere yazı göndereceğiz. Şimdi bakın ne oldu, biz “tutu”yu açıkladık, hemen bazıları eleştirdi. Oysa Adana’da bir şeyi rehine koymak, emanete vermek, fonda tutmak anlamında zaten kullanılan bir kelime. Kullanıla kullanıla içi dolacak.
Her zaman TDK’nin yaptırım gücünün olmayışından yakındınız. Tam olarak ne istiyorsunuz? Ağzımıza acı biber sürmek mi?
Hayır hayır... Dilin kullanıldığı alanlardaki olumsuzlukları gidermek için yasal düzenleme yapılması gerekiyor. Yaptırım gücü başlangıçta istendi; ama şimdi bütün isteğimiz Türkçe konusunda herkesin duyarlı davranması ve dilin kullanıldığı alanda boşlukların giderilmesi. Böyle tepeden inme bir şeye gerek yok. İşyerlerine isim verme konusunda kurallar olması gerekiyor. Bu konuda boşluk var. Esas sıkıntı burada.
Paris’te bir dükkan açacaksınız, isim koymak için bir yere mi başvuruyorsunuz?
Elbette, rasgele isim konulmaz. Yetkili kurumlar var. Türkiye’deki uygulama şu. Ticaret sicil gazetesinde “Ahmet falan ve mahdumları limited şirketi” gibi adla şirket kuruluyor. Sonra gidip yabancı adla tabela asıyor. Bunun bir kuralı olması gerekir. Oysa, “Ben şirketi kuruyorum; ama tabelaya da şunu yazacağım” denmesi gerekiyor. Ad verilmesi konusunda belediyelerin yetkili olmasından yanayız. Yine Türkiye’ye ithal edilen ürünlerin kullanma kılavuzlarının Türkçe olması gerekiyor. Şu anda gündemde olan kanun tekliflerinde de bunlar var. Sunucu olmanın kuralı olsun diyoruz. Görünüşü güzel diye, insanlar hemen kameranın karşısına geçirilmesin. Türkçeyi kullanması ölçü olsun. İşte bu konularda yasal boşlukları gideren düzenlemeler yapılması gerekiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder