Öne Çıkan Yayın

kelime videoları

https://www.youtube.com/channel/UC91Wrsi_25Ts3280rX8CLDw                                               ...

14 Ağustos 2014 Perşembe

Doğu-Batı sorunsalı ve Huzur

''Ne içindeyim zamanın,/Ne de büsbütün dışında;/Yekpare geniş bir anın/ parçalanmaz akışında

''Ne içindeyim zamanın,/Ne de büsbütün dışında;/Yekpare geniş bir anın/ parçalanmaz akışında" Türkiye'nin Batı ile ilişkilerindeki bitmek tükenmez gelgitlere her bakışımda, bu dizelerin sahibi Ahmed Hamdi Tanpınar'ın (1901-1962) 'Huzur' adlı romanını hatırlarım. Çünkü, Murathan Mungan'ın "eskidi" dediği, Ece Ayhan'ın "Soldan bakınca sağda, sağdan bakınca solda görünüyor" dediği, Nurullah Ataç'ın iki arada kalmışlığı yüzünden "Kırtıpil Hamdi" adını taktığı Tanpınar'ın bu çok meşhur romanı, adının tersine bir huzursuzluğun romanıdır. Çelişkilerin, tereddütlerin, iki arada kalmaların, bitmemişliklerin romanıdır. Yaslı sesiyle geçmişi ve bugünü, oradan yarına yönelik umudu bir arada anlatmaya çalışan romanı, bu ve başka niteliklerinden dolayı "ilk modern Türk romanı" diye ananlar da vardır; "biz" diyerek bir millete seslendiği için modernlik dışı görenler de, Türk muhafazakâr modernleşmesinin estetik boyutunu oluşturduğunu düşünenler de. Ancak bütün yorumların ortak noktası, 'Huzur'un Doğu-Batı sorunsalını ve iki medeniyet arasında kalmanın yarattığı kimlik krizini merkeze koyduğudur.
'Huzur' görünüşte kırık bir aşk hikâyesini anlatır. Kahramanlarımızdan Mümtaz'la Nuran birbirini sevmekte ve evlenmeyi tasarlamaktadırlar. Nuran'a aşık olduğu için ümitsizliğe düşen Suat ise intihar eder. Bu trajedi yüzünden Nuran'dan ayrılan Mümtaz'ın dünyası kararır. Radyoda II. Dünya Savaşının başladığı haberi verildiği sırada, karşısında Suat'ın hayalini gören Mümtaz bir merdivenin başına yıkılır, kalır. (Bazılarına göre Mümtaz ölmüştür, ancak yazar ölüm sözcüğünü hiç telaffuz etmediğinden bundan emin olamayız.)
Yazar romanın baş kişisi olduğu için roman Türk romanının genelinden ayrılır, çünkü kitap olaylar temelinde değil, kahramanın duygu ve düşünceleri temelinde gelişir. Yazar zamanın belli bir noktasında durarak (her şey bir Ağustos sabahı başlar, ertesi sabah noktalanır) önce geçmişe, sonra da geleceğe bakar. Sanki irade dışında bir şeyler olmakta, yazar da kendisine biçilen kadere sessizce boyun eğmektedir.
İstanbul şehri ise, bir fon değil, adeta kahramanlardan biridir. Belki de en önemlisi... Tüm roman boyunca akışı yönlendiren, anımsama ve sorgulama gibi zihinsel süreçlerdir. Adeta bilinç akışı tekniği ile yazılan romanda eğer bir olaydan söz edilecekse, o da romanın finalinde uç veren II. Dünya Savaşıdır. Kaldı ki bu da roman kişilerinden ve hikâyelerinden bağımsız, dışarıda gerçekleşir. Bir de Suat'ın intiharı vardır ama bu bölüm de ilk yazıldığında değil, roman haline dönüştürüldüğünde eklenmişti. Sonuçta, Mümtaz ile Nuran aşkının nasıl başladığını da neden bittiğini de anlayamayız. Aslında ortada bir aşk hikâyesi yoktur. Yazar aşk hikâyesi aracılığıyla düşünsel ve duygusal dünyasını bize açıyor diye düşünmek daha doğru olur. Yazarın zaman ve mekân hakkında, kültür hakkında, geçmiş ve gelecek hakkında, gelenek ve modernlik hakkında, Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti hakkında ve kendisi ile insanlar arasındaki ilişkiler hakkındaki düşünceleri bu aşkın imbiğinden geçirilmiş gibidir. Roman aracılığıyla hem yazarın kişisel yalnızlığına hem de Tanzimat'la birlikte rotasını Batıya çeviren Osmanlı-Türk toplumunun yaşadığı derin zihinsel bunalımına tanıklık ederiz.
Mazi karşımızda
Romanda ölüm-yaşam, akıl-delilik, huzur-huzursuzluk, geçmiş-bugün ve Doğu-Batı gibi ikilikler hep üst üste düşer. Biri nerede başlıyor, nerede bitiyor belli değildir. Çünkü yazara göre mazi katkat, üst üste düşmüş bir şekilde bugün karşımızdadır. Tanpınar'da zaman kavramının Henri Bergson'un "süre" (Durée) kavramına denk düşüşü (hatta belki de Bergson'un "Zaman, mahluktur" önermesine yakınlığı?) ve Hilmi Ziya Ülken'in felsefenin "ilk olgusu" olarak gördüğü özne ile nesnenin ikili birliği, Hilmi Yavuz'a göre öznel okumaların önünü açar. Hilmi Yavuz bir yazısında Tanpınar'ın Samim Kocagöz'e, Ruhi Bağdadi'nin Terkib-i Bend'i ile Ziya Paşa'nın Terkib-i Bend'i arasındaki muhteva farkının ne olduğunu sorduğunu anlatır. Yavuz'a göre bu soru önemlidir çünkü Prof. Sabri Ülgener 45 yıl sonra 1983'te yayımlanan 'Zihniyet, Aydınlar ve İzm'ler' adlı eserinde bu iki terkib-i bendi, "Osmanlı toplum yapısının biri merkezi bürokrat, öbürü taşranın eşraf, ayan ve mezhep karışımı feodal yapı özelliğinden meydana gelen ikili görünümüne" dayanarak bir zihniyet analizine tabi tutmuştur.
Nitekim, Tanpınar'ın Geç Osmanlı döneminin kültürel hazinesinin kaybından duyduğu endişe hep karşımıza çıkar. Yapıtının her yerine, yazarın tanımladığı kimlik bunalımının yoğun gölgesi düşmüştür. "En büyük meselemiz budur; mazi ile nerede ve nasıl bağlanacağız, hepimiz bir şuur ve benlik buhranının çocuklarıyız; hepimiz Hamlet'ten daha keskin bir 'olmak veya olmamak' davası içinde yaşıyoruz. Onu benimsedikçe hayatımıza ve eserimize daha yakından sahip olacağız. Belki de sadece aramak ve bütün kapıları çalmak kafidir" diyen Tanpınar, 'Yaşadığım Gibi' adlı denemeler kitabında şöyle devam eder: "Cesaret edebilseydim, Tanzimat'tan beri bir nevi Oedipus kompleksi, yani bilmeyerek babasını öldürmüş adamın kompleksi içinde yaşıyoruz derdim. Muhakkak olan bir taraf varsa, eskinin, hemen yanıbaşımızda, bazen bir mazlum, bazen kaybedilmiş bir cennet gibi durması (...) bunu yapamadığı zamanlarda da, hayatımızdan bizi şüphe ettirmesidir. Tereddüt ve bir nevi vicdan azabı..." Hakikaten de Türk romanında ana mesele uzun süre Doğu-Batı sorunsalı çerçevesinde örülmüştür. 'Huzur'da bundan öte, "biz" ve medeniyetimizin şimdiki zaman içindeki hali olarak, "terkip" arayışıyla vardır. Tanpınar'ın esas meselesi geçmişin kaybından duyulan üzüntü ile ufukta beliren ve yaşamımızı belirleyecek olan yeninin yarattığı coşkuyu bütünleşik olarak aktarmaktır. Yazara göre "bir yandan tarihi zaruretlerden kudret alan bir irade ile Garb'a gittik, öbür yandan hakiki cevheri ile bizde konuşmaya başladığı zaman sesine kulaklarımızı kapatmak imkansız olan bir mazinin sahibiyiz (.) Ama bizim için nasıl olsa miras, ne mazidedir, ne de Garp'tadır; önümüzdeki çözülmemiş bir yumak gibi duran hayatımızdadır!"
Müzikal roman
Her ne kadar doyurucu cevaplar veremese de, yönelttiği soruların derinliği ile okuyanı büyüleyen 'Huzur'un dili de kurgusu da yazarın incelmiş estetik kaygılarına işaret eder. O günlerde zamana hükmeden bir sanat kabul edilen müzik, bir fon olmaktan ziyade adeta anlatının ana öğesidir. Mehmet Kaplan, Berna Moran, Zeynep Bayramoğlu ve bir ölçüde Hilmi Yavuz'a göre 'Huzur' bir çeşit müzikal romandır. Kaplan'a göre Tanpınar temasını, varyasyonlar ve kontrapuntolar aracılığıyla müzikal bir süreçte işlemiştir. Moran, 'Huzur'un İhsan, Nuran, Suat ve Mümtaz adlı dört bölümlük bir senfoni olduğunu söyler. Bayramoğlu, eseri yine Batı formlarından biri olan 'quartet' (quatuor) olarak adlandırdıktan sonra, Tanpınar'ın romanında sık sık Beethoven'in Opus 132'sinden (La Minör Yaylı Sazlar Kuarteti) söz ettiğini hatırlatır. Zeki Çoşkun ise, romana Ferahfeza Ayininin rehberlik ettiğini söyler. Aslında Bayramoğlu da, Çoşkun da haklı görünür çünkü her iki eser de mistik tınılar taşır. Ancak Mümtaz'ın Mevlevi ayininin icra edildiği içkili toplantının bir Diyonisos şenliğine dönüştüğünü tahayyül etmesine bakılırsa, mistisizm Tanpınar'da panteizmle buluşur.
Ama, Yahya Kemal'i, Şeyh Galib'i, Baki ve Nedim'i Baudelaire, Mallarme ve Valéry ile birlikte telaffuz etmekten yana olan yazara göre, biz bir tepki (aksülamel) devrinde yaşadığımız için kendimizi sevmiyoruzdur. Kafamız bir yığın mukayese ile doludur. Dede Efendi'yi, Wagner olmadığı için, Yunus'u Verlaine, Baki'yi Goethe ve Gide yapamadığımız için beğenmeyiz. Uçsuz bucaksız Asya'nın zenginliği içinde dünyanın en iyi giyinen milleti olduğumuz halde çırılçıplak yaşarız. Coğrafya, kültür, her şey bizden bir yeni terkip beklerken, biz misyonlarımızın farkında olmadan başka milletlerin tecrübesini yaşamaya devam ederiz!
Bugün genel olarak Batı ile, özel olarak da AB ile ilişkilerimize bakınca aynen Tanpınar gibi "olup olamamanın eşiğinde" kaldığımızı düşünmek mümkün. Çünkü ne (Tanpınar'ın deyişiyle) "hem şifasız hastalığımız, hem tükenmez kudretimiz olan" Doğuluktan uzaklaşabiliyoruz ne de Cumhuriyet dönemi boyunca Aydınlanmanın ve modernleşmenin Kâbe'si saydığımız Batıya dahil olabiliyoruz. Kendi özgün terkibimizi yaratmak da o kadar kolay olmayacak galiba. Çünkü ne kendimizi, ne de Batıyı gerçekten tanıyoruz. İşin kötüsü, tanımaya da pek teşebbüs etmiyoruz...


http://www.radikal.com.tr/radikal2/dogu_bati_sorunsali_ve_huzur-874484

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Popular Posts