Öne Çıkan Yayın

kelime videoları

https://www.youtube.com/channel/UC91Wrsi_25Ts3280rX8CLDw                                               ...

26 Ocak 2014 Pazar

‘Önce mecaz, öğrenin!’ [Behçet Necatigil]

Buffon’un çok iyi bilinen bir özdeyişi vardır: ‘Le style c’est l’Homme même!’ Eskiler, bu sözü, ‘Üslub-u beyân, ayniyle insan’ diye çevirmişlerdir;- ‘sözün neyse, sen de o’sun!’ anlamında!
 
 


Bu elbette söz’ün içeriğine değil söyleniş tarzına, dile getiriliş biçimine ilişkindir. Söz konusu edilen içerik değil, üslub’dur çünkü… Burada bir üslub çözümlemesi yapmadan bu çözümlemede uygulanacak metodu önceden belirlemek gerekiyor. Bu yöntem, İslam mantıkçılarının deyişiyle, delilden medlûle doğru istinbad etme yöntemidir;- kısaca, görünenden [veya, söylenenden], görünmeyeni [veya, söylenmeyeni] çıkarsamak!Örneklerle işe başlayalım. Mesela, ‘seni kümesinden çıkaracağım!’ dediğinizde, söylenmeyenin, yani medlûlün ‘tavuk’ olduğunu; ‘seni ahırından çıkaracağım!’ dendiğinde, medlûlün ‘eşek’ veya ‘at’ olduğunu; ‘seni ağılından çıkaracağım!’ denildiğinde medlûlün ‘koyun’ olduğunu; ‘seni kovanından çıkaracağım!’ dendiğinde medlûlün ‘arı’ olduğunu istinbad ederiz;- yani, çıkarsarız!Şimdi bu okumayı ‘sizi ininizden çıkaracağım!’ sözüne uygulayalım. Her barınağa [delil’e] ilişkin bir medlûl olduğundan yola çıkarak, bu deyişin medlûlünün, vahşi bir hayvan, özellikle de gündelik dilin konvansiyonunda ‘ayı’ olduğunu biliriz. Öyleyse bu sözü söyleyen kişi, ‘sizi’ diye atıfta bulunduğu kişileri, vahşi hayvanlar olarak görüyor demektir. [İlginç bir tespit: Bizim kültürümüzde ‘ayı’ değersizleştirici, aşağılayıcı bir nitelemeyken, mesela Rus kültüründe, tam tersine değerlileştirici, yüceltici bir nitelemedir: ‘Medved’, ‘Ayı’, tıpkı bizdeki ‘aslan’ veya ‘kaplan’ gibi, Rusya’da sıklıkla soy ad olarak kullanılır.]Bir başka örnek şu olabilir: Mesela, birilerini, ‘haşhaşîler!’ diye işaretlerseniz, bu sözün medlûlü, o kişileri ‘afyonkeş kan dökücüler, katiller’ olarak telakki ettiğinizi gösterir [bilinen: Fransızcadaki ‘assasin’, yani ‘katil’ anlamına gelen kelimenin, Hasan Sabbah’ın ‘Haşhaşî’lerinden türetildiğidir.] Devam edelim: Demek ki bir topluluğa ‘sizi ininizden çıkaracağım!’ demek, o topluluğu ‘vahşi hayvanlar’; ‘haşhaşîler’ demekse onları ‘afyonkeş katiller’ olarak görmek anlamına geliyor.Şimdi asıl soruyu sormanın tam sırasıdır: Ama acaba, deliller [in, haşhaşî] ile medlûlleri arasındaki ilişki, mesela ateş’le duman arasındaki ilişki gibi [duman: delil/ ateş:medlûl] gerçeklik olarak değil de, mecazî olarak kullanılmış olduğunda neyi gösterir? Şunu: Gerçeklikteki delil-medlûl ilişkisinin, ‘ateş olmayan yerden duman çıkmaz!’ örneğinde olduğu gibi mecaz olarak kullanıldığı durumlarda, mecazın gerçeklikteki karşılığı sorgulanmaz, yani, ‘ateşten hep duman çıkar mı?’ denemez. Oysa, mecazdaki delil-medlûl ilişkisi bir gerçekliğe karşılık gelmiyorsa, bir başka ifâdeyle, bu ilişkiyle atıfta bulunulan insanların gerçeklikte birer ‘vahşi hayvan’ veya ‘afyonkeş katiller’ olmadığı biliniyorsa, o zaman bu ilişkiyi kuran öznenin üslûbuna bakmak, bu üslubu sorgulamak gerekecektir.Karşısına aldığı insanları mecaz yoluyla vahşi hayvanlara ve afyonkeş katillere benzeten kişinin üslubunun önü alınmaz bir nefret, gözü kara bir düşmanlık ve korkunç intikamcı bir yaklaşımın gayreti içinde bulunduğunu gösterir. ‘Üslûb-u beyan, ayniyle insan’ın bu örnekteki anlamı budur!Ayrıca, ‘paralel yapı’ teşbihinin de isabetli olmadığını söylemeliyim. Zira Euklides’ten beri bilinen aksiyom, paralel çizgilerin ancak sonsuzda kesiştikleridir. ‘Paralel’lik atfedilen çizginin, asıl çizgi ile ‘kesiştiği’, asıl çizgiye müdahale ettiği öne sürülürse bu, teşbihte bir hata olduğunu gösterir…
Not.: Bu yazımı, pazar eklerindeki bir sudoku bulmacasının çözümü gibi okuyun lütfen! Eğlenirsiniz ayrıca![H.Y.]

Hilmi  Yavuz

8 Ocak 2014 Çarşamba

Avrupa'daki Âtıl Gücümüz: Dil ve Edebiyat

Avrupa'daki Âtıl Gücümüz: Dil ve Edebiyat

Hüseyin Bayçöl
Anadolu insanının Sirkeci Garı'ndan tahta bavullarla Avrupa yollarına düştüğü ilk günün üzerinden hayli zaman geçti. Aradan geçen yıllar kimi insanımız için büyük kayıplara sebep, kimi insanımız için maddi-manevi kazanımlara vesile oldu. Geldiğimiz noktadaysa sosyolojik analizler gerektiren bir "Avrupa Türk Toplumu"yla karşı karşıyayız. Tabii ki bu toplumun maddi-manevi serüveni, siyaseti ve sanatıyla da.

Şimdilerde Avrupa'da dördüncü nesil Türk toplumu boy veriyor. Bu kuşak, gün geçtikçe sosyal hayatın katmanlarındaki yerini pekiştiriyor. Yüksek öğrenim oranı henüz istenen seviyede olmasa da Türk toplumu, belli kesimiyle artık siyasetten ekonomiye kadar her alanda etkin hâle geliyor. Fakat ne yazık ki Avrupa'da artık sosyolojik bir vaka hâline gelen Türk toplumu, henüz sanatta, özellikle de edebiyatta, ciddi bir varlık gösterebilmiş değil.

Türk edebiyatıyla münasebet kurularak değerlendirilen hemen bütün edebî şahsiyetler daha ziyade Almanca, Fransızca, İngilizce yazan ikinci, üçüncü nesil gençler. Bu yazarların edebi mahsullerinin Türk edebiyatı kapsamına alınması, ayrı bir tartışma konusu. Zira her yazar, ürün verdiği dilin kalemidir. Bu münasebetle, Türkçe birikimleri üzerinden oluşturdukları/geliştirdikleri üslupla edebi mahfillerde hüsnükabul gören ve özgün birer Türk yazarı olarak kabul edilen kalemler, ancak eser verdikleri Alman, Fransız veya İngiliz dilinin/edebiyatının bir zenginliği olarak değerlendirilebilir.

Yumuşak Güç: Kültür Sanat

Kültür-sanat artık bütün toplumlar için birer yumuşak güç unsuru olarak kabul ediliyor. Ülkeler, ellerindeki bu imkânı benimsemekten de kullanmaktan da çekinmiyor. Türkiye de çekinmemeli. Çünkü diğer ülkelerin olduğu gibi kültür, sanat, dil ve edebiyat Türkiye'nin de "yumuşak gücü". Kültürel birikimlerin paylaşılması, her iki taraf için de büyük bir kazanım olduğuna göre bu yumuşak gücü, kültür ve sanatı, karşı tarafa çevrilmiş bir silah olarak değerlendirmek/algılamak çocuklara özgü bir safdillilik olur.

Türkiye'nin milletler arası arenada muvazene unsuru hâline gelmesiyle birlikte Türk kültürüne ait değerler de ön plana çıkıyor. Böyle olması pek tabii. Zira Avrupa toplumlarının Yunus'tan, Dede Efendi'ye; Fuzuli'den Aşık Sümmani'ye kadar Anadolu'nun estetik ve felsefi birikiminden alacağı çok şey var.

Entegrasyondan bahsedenler aslında asimilasyonu kastetmiyorlarsa, Türkiye'nin Avrupa'da bir yumuşak güç zeminine sahip olduğundan da bunun vurgulanmasından da rahatsız olmamalılar. Avrupa'da yaşayan Türkler, isterlerse, çocukluklarından itibaren Türkçenin imkânlarına, güzelliklerine aşina olabiliyor. Akıl sahibi hiç kimsenin Türk nesillerinin küçük bir gayretle ulaşabilecekleri bu irfan damarlarından mahrum kalmasına razı olmaması, böyle adaletsizce bir beklentiye girmemesi gerekir. Kaldı ki sanatın birikiminden beslenen insanlar değil bir ülkeye, bütün bir dünyaya "entegre" olmuş kişilerdir. Bu sebeple dil, kültür, sanat anlamında Türkiye'nin Avrupa'da bir güç sahibi olduğunu söylemek kimseyi rahatsız etmemeli. Bunu tersten okuyup, rahat bir şekilde Avrupa'nın düşüncesinden, sanatından beslenmek Türk toplumu için çok ciddi bir kazanımdır da diyebiliriz.

Bu konuda rahatsız olması gereken birileri varsa onlar, bu eksendeki hatırlatmaların, sorgulamaların muhatabı olan Türk aydınları, Türk siyasileri, Türk sivil toplum örgütleridir. Zira böyle bir güç de harekete geçirilecek saha da Avrupa'da potansiyel olarak var. Gel gör ki, hem Avrupa'daki Türk toplumunun kalitesini yükseltecek hem de onları yaşadıkları topluma "entegre" edecek bu yumuşak güç, tam anlamıyla ateşlenebilmiş değil. Kalitesi her geçen gün artan Türk sinemasının Avrupa'da da takip edilmesi, Batı dillerine gittikçe daha fazla Türkçe eser çevrilmesi bu gücü tekrar tekrar dikkatlerimize sunuyor. Ancak elini taşın altına sokması gerekenler, hem bu güçten faydalanma hem de onu daha geniş kitlelerin istifadesine sunma konusunda işi epey
ağırdan alıyor.

Avrupa'daki Türk Entelektüelleri

Her geçen gün Türkçeden biraz daha uzaklaşan Avrupa'daki Türk toplumu arasında henüz bir entelektüel sınıf oluşmadı. Avrupa'da yaşayan şair ve yazarlarımız neredeyse yok denecek kadar az. Olanlar da münzevi bir hayat tarzını benimsemiş durumda. İrfan adına kıvranan üç beş kişi var ama onlar için de Türkçenin taşrasına düştükleri tespiti yapılabilir. Türk kökenli olup Batı dilleriyle eserler veren yazarlarsa daha ziyade Türk toplumunu ve Doğu-Batı çatışmasını odağa alarak belli bir noktaya varıyor.

Sözün özü, Türkiye Cumhuriyeti Avrupa'daki yumuşak güç zeminini kullanmıyor, kullanamıyor. TEDA projesiyle Türk edebiyatının yurt dışına açılması ve Yunus Emre Enstitüleri gibi kıymetli çabalar var, doğru. Fakat Türk düşünce ve sanatının gönüllü taşıyıcısı olacak Avrupa'daki Türk nesli nedense hep dikkatlerden kaçıyor.

Avrupa'da Entelektüel bir Türk neslinin oluşması için iyi bir zemin var. Üstelik toplum da talepkâr. Avrupa ülkelerindeki irili ufaklı Türk kurumlarını, derneklerini yöneten başkanlar, sokaktaki vatandaşlar ve bizatihi aileler bunun için kıvranıyor. Fakat karşılarına çıkan kişiler ağız birliği yapmışçasına, "Çocuklarınızı iyi yetiştirin!" şeklinde vaaz etmekle iktifa ediyor. Hâlbuki Avrupa'da yaşayan Türkler zaten yeterince muzdarip ve hepsi yönlendirici müşahhas katkılar bekliyor.

Aslında bu çerçevede yapılabilecek şeyler belli ve sanıldığının aksine o kadar da zor değil. Türkiye, yurt içinde okumayı teşvik etmeye verdiği enerjinin çok azını Avrupa'ya sarf etse, söz konusu ülkelerde bir okur patlaması yaşanabilir. Pek de iyi durmayan tarifiyle, Avrupa'da bir "okur pazarı" atıl bekliyor. Yayınevleri de kitapçılar da olguyu değerlendirmeli ve bir an önce sahayı hareketlendirme adına kendilerince bir takım projeler geliştirmeli. Türkiye'nin büyük kitap mağazaları, bütün kurumsal kimlikleriyle Avrupa'nın belli başlı kentlerine gelmeyi düşünmeliler artık. Gerekiyorsa devlet özel desteklerle yayınevlerinin, kitapçıların, okur kulüplerinin Avrupa'da da yayılmasını
teşvik etmeli ve kültüre katkısı olacak her kurumu Fransızca kökenli o ticari tabirle "sübvanse" etmeli.

Türkçe Esere Hasret Türkler

Türkçe Avrupa'da her gün uzak bir gurbete sürüklenirken, beri tarafta yetişen gençlik derinden derine hep Türkçe eserler okuma arayışıyla kıvranıyor. Avrupa'da şu an ilkokul ve ortaokul seviyesinde yedi yüz binden fazla Türk genci var. Uzak kasabalarda, küçük köylerde edebi ve estetik anlamda kendilerine uzatılacak bir el bekleyen tertemiz kardeşlerimiz şöyle dursun; şehir merkezlerinde, kaliteli okullarda eğitim alan pırıl pırıl beyinlerimiz bile Türk dilinin inceliklerini kavratacak eserlere muhtaç. Gençlerin çoğu camiler, kültür lokalleri, hemşeri dernekleri üzerinden Türk kültürüyle şöyle veya böyle temas hâlindeler. Sırf bu buluşma mekânları değerlendirilerek bile pek çok proje geliştirilebilir.

Türkiye'den gelen sinema filmlerini izleyen, adı sanı duyulmamış birçok ucuz müzisyenin konserlerini tıka basa dolduran bu gençlik tabanının en az onda birine kültürümüz, edebiyatımız rahatlıkla ulaştırılabilir. Türkçe eserler okutulabilir. Gençlerin yüzde onunu, o da olmadı yüzde beşini bile bilinçli bir okur hâline getirmek Avrupa'nın da Türkiye'nin de geleceğine şimdiden yön vermek demektir.

Bu çerçevede yüz üzerinden şu veya bu orana ulaşma hedefiyle Avrupa şehirlerinde dernekler, kurumlar üzerinden yerel planda okuma yarışmaları düzenlenebilir. Kitap şenlikleri organize edilebilir. Dereceye giren çocuklar, gençler gruplar hâlinde Türkiye'ye götürülebilir. Böylelikle uzun vadeli projelerle Avrupa'daki Türk nesilleri de Türk düşünce ve sanat hayatına pekâlâ katkı sunabilir.

Avrupalı Ne Yapsın?

Bu bakış açısını, rasyonel düşünebilen Avrupalı yetkililer de değerlendirmeli. Zira düşünen, okuyan, sorgulayan entelektüel fertler yetiştirmek hem Türkiye'ye hem Avrupa'ya hem de bütün bir dünyaya katkı sunmak anlamına geliyor. Bugün Avrupa'daki Türk gençleri, kendi edebiyatlarını, sanatlarını bile okumadıkları için savruk bir pozisyona düşüyor, çevrelerine rahatsızlık veriyor. Tramvaylarda sağı solu tekmeleyen bir Türk genci Goethe'yi, Kafka'yı, Tolstoy'u okumadığı gibi Mehmet Akif'i de, Sezai Karakoç'u da, Ali Çolak'ı da Hasan Çağlayan'ı da tanımıyor, okumuyor. Aynı şekilde Ziya Osman'dan, Said Türkoğlu'ndan ya da Can Bahadır Yüce'den, Nihat Dağlı'dan beslenmediği için Thomass Mann'ı da Brecht'i de bilmiyor, sevmiyor. Hem Doğulu hem de Batılı okumalarla beslenen bir Türk nesli, Avrupa'ya ciddi bir sıçramalar yaşatabilir. Bu hiç de ihtimal dışı değil.

Peki, Tedavi Ne?

Edebi bir dergide ne kadar yeri olur bilemem lakin teşhisten sonra tedavi adına somut bir metodu da dikkatlere sunmak isterim. Tabi ki sosyologlarla, pedagoglarla, uzmanlarla bu işin nasıl yapılabileceğine dair çeşitli metotlar geliştirilebilir ama yüz bin Türkün yaşadığı bir Avrupa şehrini pilot bölge olarak belirleyip yola çıkmak işten bile değildir. Mesela bir Köln, Berlin veya Viyana gibi kentlerde yüz binlerce Türk yaşıyor. Türkiye'de yüz bin kişinin yaşadığı bir yerin herhangi bir ilkokulunun yıllık yakıt parası kadar cüzi bir masrafla bu Avrupa şehirlerindeki Türk gençleri arasında çok büyük okuma ateşleri yakılabilir. Türkiye turizm reklamlarına yaptığı harcamaların binde birini dahi böyle bir sahaya verse beş on yıla varmadan turizmden, kültürden sanayiye değin nice sahalarda bu yatırımların bereketini kat kat fazlasıyla alacaktır. Çünkü Avrupa'da Türk kültürünün, sanatının hatta sanayisinin taşıyıcı gücü olacak genç bir kitle hazır. Sivil toplum örgütleri de gençlikle irtibat hâlinde ama bunları işleyecek, yönlendirecek, besleyecek irade problemi var.

Cami ve hemşeri dernekleri, cemevleri, kültür lokalleri vasıtasıyla gençliğe ulaşmak; internet üzerinden yapılacak takip ve çeşitli teşviklerle Türk çocuklarını, gençlerini, yetişkinlerini harekete geçirmek işten bile değildir. Hatta mesele elçilikler, konsolosluklar vasıtasıyla derneklere açılsa; sivil teşkilatlardan destek istense çok daha hızlı bir şekilde mesafe alınabilir. Umulur ki ekonomik performansıyla övünen Türkiye, böyle önemli bir sahaya cüzi bir destek çıkmayı gereksiz görmesin. Yine umulur ki Türkiye, Avrupa'daki yumuşak gücünü harekete geçirmek için göçün yüzüncü yılını beklemesin.

Türkçe Nasıl Dünya Dili Olur

Türkçe Nasıl Dünya Dili Olur

Ahmet ÖZDEMİR
Çocukluğumun yaz mevsimlerinde köyümüzün gurbetçileri bir aylığına tatile gelirlerdi. Bu dönüşlerde konu komşuya dağıttıkları hediyelerin yanında ilgimi çeken başka bir şey daha olurdu: konuşmalarındaki ses ve şekil değişiklikleri. Hele çocuklarının birbirlerine seslenmeleri yok muydu!

Hey Faatma! Buleent gelmiyo musun?

Bazen de iyelik eklerinden arındırılmış ve soru anlamı vurguya yüklenmiş ucube ifadeler:

Büyükbaba da bizimle geliyo?

Elimdeki gazeteyi incelerken düşündüm bunları. Gazetesinde kendisine ayrılmış köşeden, öğrencilere “ders çalışma teknikleri” hakkında bilgi veren bir “uzman yazar”ımızın bazı ifadeleriydi beni yıllar öncesine götüren:

“Bir süre sonra, ders çalışmayı severek yapmaya başlayacaksınız.”

Bu yazarımız acaba “Bir süre sonra severek ders çalışacaksınız.” dese hem kelimelerden tasarruf hem de doğru bir söz etmiş olmaz mıydı?

Yazarımızın diğer ifadeleri de kayda değer:

“Bunun nedeni bazı soruları çözmek için temel matematiksel işlemleri bilmek gerekir.”

“bilmek gerekir” yerine “bilme mecburiyetidir” denilse idi, bu cümledeki anlatım kusuru da ortadan kalkacak idi.

Aşağıdaki cümleler de yine aynı yazarımıza ait:

“Işığın önce okuyacağınız kitaba sonra gözünüze yansıyacak şekilde oturun.” “ışığın” kelimesi yerine acaba sadece “ışık” mı denmeliydi?

“Stresi oluşturan birinci koşul daha çok bireyin yaşadığı olaylardır.” Ah bu “koşul” kelimesi... bana hep tarlada karasabanla çift sürdüğümüz günleri hatırlatır. Ama bu cümlede koşul yerine “şart” desek de anlam düzelmiyor. Cümlede şarttan değil sebepten bahsediliyor; dolayısıyla “koşul” yerine “sebep” denmeliydi.

“Bunun sonucunda karşımıza üç farklı durum ortaya çıkar.” Buradaki anlam kusurunu da “karşımıza” ya da “ortaya” kelimelerinden birini atarak giderebiliriz.

Aşağıdaki cümleler de herhangi bir yorum gerektirmeyecek derecede “örnek” teşkil ediyor.

“Hiçbir şeyde aşırıya kaçılmamalıdır. Her şeyde orta yol gözetlenmelidir.”

“Bu sırada asıl suçluyu bırakmış, kavgayı ayırt etmeye dalmışlardı.”

“Mühim olan boş zamanları değerlendirmek çok önemli.”

“Oldu bitti kitaplara düşkündü.”

“Bazı anne ve babalar ise çocuklarının giyimine, kuşamına, beslenmesine çok önem gösterirler.” ( bu cümlede epey düşündüm: Acaba önem verirler mi; yoksa özen gösterirler mi denecekti?

Ana dilimizi bu derece özensiz ve savruk kullanmamızın önemli sebepleri olduğu muhakkak. Konunun bu yönünün sosyologların görev sahasına girdiğini düşünüyor ve meselenin bir başka yönüne dikkat çekmek istiyorum.


Medyada Türkçe’nin Kullanımı

Siz hiç karartılmış bir televizyon ekranında şu yazıyı okudunuz mu? “Şu tarihli ve şu saatte yayımlanan bir programda sunucu-spiker Türkçe’yi yanlış kullanmıştır. Bundan dolayı ilgili kanala geçici olarak yayın durdurma cezası verilmiştir.”

Biz bugüne dek böyle bir gerekçeyle herhangi bir kanala yayın durdurma cezası verildiğine şahit olmadık. Oysa kanun koyucu “3984 Sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanun” un 4. maddesinin t bendinde, radyo ve televizyon yayınlarının “Türkçe’yi aşırılığa kaçmadan, özellikleri ve kuralları bozulmadan konuşma dili olarak kullanmak; millî birlik ve bütünlüğün temel unsurlarından biri olarak çağdaş eğitim ve bilim dili hâlinde gelişmesini ve zenginleşmesini sağlamak esasına” uygun olarak yapılmasını emretmiştir. Kanunun bu maddesini yürütmekle görevli kurum da Radyo Televizyon Üst Kurulu’dur.

Bugüne dek bu kanunun gereğine uygun bir işlem yapılmadığına göre iki sonuç ortaya çıkıyor; ya bu kanun maddesinin uygulanılmasında “esnek” davranılıyor, ya da Türkçe’miz medyada kusursuz kullanılıyor. Acaba öyle mi? İşte örnekler:

“müdail avukat”. HBB, Haber, 05.06.1999, 18.41.

doğrusu: müdahil

“Çadırkentte sünet”. Kanal 6, Haber, 05.10.1999, 12.15.

doğrusu: sünnet

“İpeklenmiş tüğlerine, yanaktaki benlerine”. TRT 4, Radyo Sanatçıları Konseri, 15.10.1999, 23.03.

doğrusu: tüylerine

“Mücize kurtuluş”. Kanal 6, Haber, 01. 07. 1999, 18.53.

doğrusu: Mucize

“ihracaat”. KENT, Güncel, 07.06.1999, 19.31.

doğrusu: ihracat

“Hasankehf Barajı...” TV 9, Aktüel Haber, 08.06.1999, 21.48.

doğrusu: Hasankeyf

“...1100 dolarlık meyva ve tropikal bitki yiyorlar.” TGRT, Haber, 05.10.1999, 20.12.

doğrusu: meyve

“... müsade et”. SHOW, Show Haber, 10.10.1999, 19.47.

doğrusu: müsaade et

Bir de, deyim ve atasözlerimiz bazen öyle kılıklara sokuluyor ki tanıyabilene aşk olsun. İşte onlara da birkaç örnek:

“Beş aşağı beş yukarı”. Kanal 7, Haber Saati, 12.05.1999, 21.00.

doğrusu: Üç aşağı

“davullu zurna ile karşılamak”. Kanal 7, Başkent Kulisi, 02.05.1999, 11.50.

doğrusu: davul zurna ile

“Hesabı olan, kitabı olan şeyler”. FLASH, Ekonomik Panorama, 10.07.1999, 20.30.

doğrusu: Hesabı kitabı olan

“Biliyorsunuz, milyonlar onu gönlüne gömdü”. FLASH, Kurdela, 13.07.1999, 15.45.

doğrusu: kalbine gömdü

“...bildik bilmedik bir karalama kampanyasına kalkışacaksınız”. FLASH, Haber, 12.07.1999, 19.30.

doğrusu: bilir bilmez

“Önüne gelen geçen şarkı söylüyor”. FLASH, Kâmuran Akkor Şov, 15.07.1999, 20.40.

doğrusu: Önüne gelen şarkı söylüyor.

“Kendimin döndüğünce ...”. Star, Çat Kapı, 22.05.1999, 09.01.

doğrusu: dilimin döndüğünce

Örnekler uzayıp gidiyor; fakat tüm örneklerin işaret ettiği hakikat şu: Eğer Türkçe bir gün dünya dili olacaksa, onu Türk Milleti olarak önce biz doğru kullanmalıyız.

Orhay Okay ile Dil Üzerine

Orhay Okay ile Dil Üzerine

Yağmur
Yağmur- Mehmet Kaplan "Sokrat 'Kendini bil diyordu. Comte 'Söylediğini bil' diyor. Bunun da öteki kadar önemli bir iş olduğunu sanıyoruz" demekte Kültür ve Dil isimli kitabında. Acaba size göre dilin önemi kendini bilmek kadar önemli midir? Açıklar mısınız?

O. Okay- Eğer dili çok genel manada, yani kendimizi ifade etmek için gerçekleştirdiğimiz bütün davranışlarımız ve yine aynı maksatla kullandığımız bütün vasıtalar manasında düşünüyorsak evet, kendini bilmek söylediğini bilmek kadar mühimdir, belki de aynıdır. Çünkü biz ancak kendimizi ifade ettiğimiz zaman varız. 'Eğer'le başlayan bir cümle daha: Eğer "iptida kelam var idi" doğru ise Sokrat'ın sözünün Comte'un şartına bağlı olduğunu da kabul etmemiz gerekir: Kendini bilmek kendini ifade edebilmek demektir. Bilme fiilinin belki dille ilgisi olmadığı ve sadece zihni bir faaliyet olduğu söylenebilir. Yani düşünceyle ilgili olduğu. Fakat zaten düşünce de dile bağlı değil midir? İnsan kelimelerle düşünür. Öyleyse yine iptida kelam var idi, demektir.

Yağmur- Hal dili ile konuşma dili ve yine konuşma dili ile yazı dili arasındaki farkı açıklar mısınız?

O. Okay- Bu sorunuz bana eski edebiyatımızda ve tasavvufta lisan-ı hal dedikleri şeyi düşündürdü. O özel bir terimdir. Yahya Kemal'in

Ehl-i aşk anlamaz efsus lisan-ı dilden
Zanneder aşık-ı divane muamma söyler

beyti de yeni bir çeşit hal dilini hatırlatıyor. Ama bunun dışında ilk soruyu cevaplandırırken dilin çok genel manada tarifini benimsiyorsak, divan edebiyatındaki ve tasavvuftaki hal dili kavramının dışında da bir hal dili vardır. İnsan, dille konuşmadığı zaman da kendi içinde devamlı bir konuşma halindedir. O insana dışarıdan bakan dikkatli bir göz o içten konuşmayı işitmezse bile konuşmakta olduğunu anlar. Ama eğer ruhun beden hareketlerimize yansımasının, tezahürünün ortak dilini biliyorsak o iç konuşmayı da anlarız yahut sezeriz. İşte hal dili budur. Ama bence, insanın sadece davranış ve hareketlerinde değil, başta sanat eserleri olmak üzere ortaya koyduğu, değiştirdiği, bozduğu, yeniden yaptığı her şeyde bir hal dili var demektir. Tabii o dili okumasını bilenler için.

Sorunuzun ikinci kısmı öncekine göre daha müşahhas bir alanda. Konuşma dili ile yazı dili farkı. Bu farkın bütün dillerde bulunduğunu ve zaruri olduğunu söylemekle başlayayım. Konuşma dili, bununla şüphesiz gündelik konuşma dilini kasdediyoruz, canlı, aktivitesi olan, sadece milli değil, bölgesel, ailevi hatta ferdi karakteri ve özellikleri olan bir dildir. Yazı dili ise evvela millidir, onun altındaki kategorilere doğru inerken ihtiyatlıdır. Yani kendi içinde bir takım sapmaları olsa da disiplinli hatta özel manada söyleyeyim muhafazakar bir dildir. Konuşma dilinin süratli değişmelerine, bozulmalarına, yenileşmelerine biraz geç ayak uydurur. Bazı şeylerin kurallaşmasını bekler. Buradaki yazı dilinden de çok genel manada ifade dili anlamını düşünüyorum. Yoksa bir roman veya tiyatroya o çok canlı ve yeni olan dil de bir kahramanın konuşmasıyla girebilir. Fakat bu örnekler zaten ve yine konuşma dili demektir. Yazı dili ve konuşma dili farklılığını belki yine bu konu içindeki başka bir dil hadisesiyle karşılaştırabiliriz: imla ve telaffuz. İmla yazı diline ait ve olabildiği kadar muhafazakar ve kuralcı bir alandır. Telaffuz ise konuşma dili ile ilgilidir. Her ne kadar ortak ve merkezi bir telaffuz kuralından bahsedilse de yine de milli ve ferdi oluşlar arasında çok değişiklik, değişkenlik gösteren başka bir alan.

Yağmur- Bilim ve teknikteki yeni yeni gelişmeler dilimize birçok yabancı terimin girmesine sebep oluyor. Böylece ilim dilleri ile konuşma dili arasında oluşan uçurumu doldurmak mümkün mü? Dilimize hücum eden bu yeni kelimelerin taarruzundan ana dilimizi nasıl koruyabiliriz? Kelime türetmek bu hususta çözüm yolu olabilir mi?

O. Okay- Bu, dilin, dilimizin en karmaşık, sıkıntılı ve çözümü zor meselelerindendir. Hep dikkatimi çekmiştir. Geçen yüzyıl Osmanlısı bu meseleyi kendine mahsus bir çeşit milliyetçi tavırla halletmiş görünüyor. Yani o, Tanzimat'tan sonraki Batı dünyası ile yakınlıkların tabii sonucu olarak karşısına çıkan yeni ilim alanlarına ait birçok terimi ve günlük hayatla, kullanılan aletlerle ilgili bir yığın kelimeyi çoğu Arapça kelime ve kurallara başvurarak, kelime uydurarak çözümlüyor. Bunun için çok ciddi çalışmaları ve ortaya konmuş sözlükleri var. Hatta uygulamaları da. Zira o tarihten II. Meşrutiyet'e, hatta cumhuriyet döneminin başlarına kadar ilmi ve teknik pek çok terimin ders kitaplarında, ansiklopedilerde, ilmi, felsefi makalelerde bugün olduğu kadar Batı dillerinden girmiş kelimelerin adeta bombardımanı gibi bir hadiseyle karşılaşmıyoruz. Fakat bugünkü durum o dönemden daha farklı. Bilim ve teknikteki değişmeler çok daha fazla. Büyük bir katlanma, geometrik bir diziyle artma söz konusu. Hemen hep Batıdan gelen bu aletlere ve onların arkasındaki kelime ve kavramlara Türkçenin imkanlarıyla direnmek çok zor görünüyor. Kurallarına uygun olarak Türkçede bu kavramlara karşılık uydurulsa bile tutunmaları için daha başka şartları olması gerekir. Telaffuz kolaylığı, dile yatkınlığı gibi. Yahut, ne bileyim, bir veya iki heceden ibaret bir yabancı kelimeyi siz iki üç kelimeyle karşılıyorsanız bunun tutunması zordur. Dilde de tembellik denilen bir kural vardır. Dil bir taraftan olağanüstü zenginleşirken bir taraftan da kısa ve yoğun anlatıma, hatta birtakım kelimelerin, hecelerin düşmesine doğru gidiyor.

Ben bu konuda fazla aşırıya gitmeden, şimdi Türk Dil Kurumu'nun yaptığı gibi, buna ilim adamlarının ve sanatkarların da katılarak yeni ve yabancı kavramlara yeni karşılıklar teklif etmelerini tabii buluyorum. Ama biraz da tabii akışına bırakarak bazı Batı orijinli kelimelerin dile yerleşmesini yanlış bulmuyorum. Asıl tehlikeli olanı bu terimlerden ziyade günlük konuşmanın, televizyon, basın yani medya dilinin böyle ilmi teknik vs. zaruretler olmaksızın, hatta Türkiye'de karşılıkları varken ve kullanılıyorken başka bir dilin kelimelerine başvurması hadisesidir.

Yağmur- Dilin bir vasıta oluşu bugün hemen hemen herkes tarafından kabul edilen bir husustur. Bu sebeple 'meramı anlatsın da eki kökü belli olmayan kelimelerle olsun ne farkeder' görüşündeki insanlar haklı mıdır? Değilse sebebi nedir?


O. Okay- Dil bir vasıtadır ama, nasıl olursa olsun denecek alelade bir vasıta değil. Vasıta dediğimiz başka nesneler, mesela bizi bir yere götürecek taşıma araçları için belki ne olursa olsun, götürsün de diyebiliriz. Fakat dil öyle değil. Onu sadece meramı anlatmak için değil, toplumu belli bir düzende huzur içinde yaşatacak ahlakı, hukuku ve kanunları, felsefi düşünceyi, duayı, en geniş manasıyla edebiyatı ve bütün bunların ilim alanlarındaki meramımızı ifade için kullanıyoruz. Burada meramı anlatsın da ne olursa olsun demek yetmiyor. Kuralsızlığın bile bir kuralı olur. Bu kuralların hiçbir düşünce temeline dayanmadan dışına çıkarsanız bir süre sonra meramınızı da anlatamadığınızı anlarsınız. Dil aslında yukarıdan beri anlatmaya çalıştığım bütün karmaşıklığına rağmen istisnaları da olan, hatta bu istisnalarının da kuralları olan bir mantık ürünüdür. Yani tamamıyla bir matematik tekevvünüdür, oluşumudur. Mantık kelimesinin Arapçada nutuk'la, yani sözle ilgili oluşu dille mantık arasındaki ilişkiyi gösteriyor. Bütün dillerde yeni kavramlara duyulan ihtiyaç, o dilin kurallarına, dil mantığına, estetiğine göre yeni kelimeler üretilmesiyle karşılanır. Yani uydurmadır ama uydurmanın da kuralları vardır. Önceki sorulardan birine cevap verirken geçen asırda Osmanlı'nın kelime uydurmasından bahsettim. İşte o kelimeler tam kurallı ve alışılmış bir sistemin içinde üretildiği için yadırganmadan kullanıldı.

Yağmur- Mehmet Kaplan "Her milletin dili o milletin çağlar boyu yaşadığı tarihin bir özetidir" diyor. Bu konuda öz Türkçe kelimelerden başka kelime kullanmanın hatalı olduğunu söyleyenlerin yanıldıkları noktalar nelerdir?

O. Okay- Yalnız tarihin değil, o milletin kültür tarihinin, sanatının, felsefesinin, her şeyinin özetidir. Ancak dili okumasını da bilmek gerekir. Semantik ilmi bize bir kelimenin asırlar boyunca geçirdiği mana macerasının ipuçlarını verir. Bir kelime hangi devirde ne manada kullanılmış, sonra nasıl farklı manalar yüklenmiş, eski manaların bir kısım kaybolmuş, bir kısmı yaşamaya devam etmiş, Tamamen yok olan, sonra bir bölgede yeniden hayat bulan kelimeler var. Bütün bunlar milletin dönem dönem zevkini, inancını, değer yargılarını hatta ahlak anlayışını gösterir. Ama dediğim gibi, okuyabiliyorsak. Bu bakımdan aşırı özleşmecilik zararlı bir akımdır. Kelimelerle beraber bir kültür kaybolur. Ama bir aşırılığa kaçmadan, aralarında ince mana farkları yoksa bir kavramı karşılayan kelimelerden Türkçe olanı seçebiliriz. Fakat bir dilde, başka dillerden geçmiş ve aynı kavramı yahut nesneyi karşılayan birden fazla kelime varsa ve yaşayabiliyorsa bunlar arasında o ince mana farkları da, yani nüanslar da var demektir. Özleşmecilerin yanıldıkları değil niyetleri başka olduğu için bu aykırı yola girmişlerdir. Yani bir devirde kültür bağlarını koparmak, başka bir kültüre bağlamak niyeti. Yoksa yapılan iş o kadar abestir ki bir yanılmayla açıklamak yetmez.

Dil bir vasıtadır ama, nasıl olursa olsun denecek alelade bir vasıta değil. Vasıta dediğimiz başka nesneler, mesela bizi bir yere götürecek taşıma araçları için belki ne olursa olsun, götürsün de diyebiliriz. Fakat dil öyle değil. Onu sadece meramı anlatmak için değil, toplumu belli bir düzende huzur içinde yaşatacak ahlakı, hukuku ve kanunları, felsefi düşünceyi, duayı, en geniş manasıyla edebiyatı ve bütün bunların ilim alanlarındaki meramımızı ifade için kullanıyoruz.

Dil Ağacı

Dil Ağacı

Yağmur
İnsanı diğer varlıklardan ayıran en önemli özelliklerden biri onun konuşuyor olmasıdır. Konuşma yeteneği olmasaydı insan, irfan ve kültür sahibi olamazdı, bundan dolayı sorumlu ve muhatap da tutulamazdı. Dil ve konuşma yeteneğinden hareketle "insan konuşan hayvandır (el hayvanü'n-natık)" diyenler olmuşsa da bu hüküm cümlesi iki açıdan yanlıştır. İlkin, insanın dışında melekler ve cinler de konuşur, kendi aralarında iletişim kurarlar. İkincisi, insan hayvandan mahiyetçe çok daha fazla bir şeydir. Nutk ve mantığın aynı kökenden geliyor olması, bu ikisinden birinin diğerinin sebebi olması anlamına gelmez, sebep başkadır; ancak nutk ve mantık birbirlerinin şartıdır. Ve bu her ikisi insanda tamamlayıcı unsurlar, melekeler olarak bulunurlar. İnsanı melekler, cinler ve diğer bütün varlıklara üstün kılan özellikleri, Allah'ın Adem'i tesviye etmesi; ona kendi ruhunda ebedî ve cihanşümul bir öz vermesi (Nefha-i ruh); Allah'ın insana isimleri öğretmesi; tarih boyunca Allah'ın ona melekler ve peygamberler aracılığıyla seslenip yol göstermesi; onu yeryüzünde kendine muhatap alması ve halife seçmesidir.

Allah'ın insana isimleri (esma) öğretmesi demek varlığın bilgisi yanında ona dili ve konuşma melekesini de bahşetmesi demektir. O halde bazı bilim adamlarının öne sürdüğünün aksine, dil, antropolojik ve tarihî değil ontolojik bir mahiyet ve bağıştır. İnsan yeryüzüne in(diril)meden önce de konuşuyordu, Allah ona "kelimeleri" belletmişti. Dil, insana bir emanettir; dilediği gibi "kelimelerin yerlerini değiştiremez." Keyfî olarak semantik konumlarını değiştirmeye kalkıştığında kendisine tevdi edilmiş emanete ihanet etmiş olur.

İnsanlık ailesinde bir "birlik" olduğu gibi, insanların konuştuğu farklı dillerde de birlik vardır ve bu temel bir ilkedir. Yeryüzünün çeşitli bölgelerine dağılmış bulunan insanlar, birbirinden mahiyetçe ve ontolojik cevherleri tamamen birbirine yabancı farklı diller konuşmuş değiller. Bütün diller ilk insanın konuştuğu dilden türemiş ve zaman içinde çeşitli faktörlerin etkisi altında birden fazla dili konuşur hâle gelmişlerdir. İnsanların farklı renklere ve ırklara mensup olması her birinin farklı bir Adem'den geldiklerini göstermediği gibi, farklı diller de farklı kök ve kaynaklara işaret etmez. Bundan dolayı insanların "farklı renk ve dillere sahip olması Allah'ın birliğine tanıklık eden ayetler" hükmündedir.

Müslüman kavimlerin dilleri ise, diğerlerine göre daha çok birbirine benzer. Başta Arapça olmak üzere, Farsça, Türkçe ve diğer diller "Allah merkezli "dir Avrupa'da Boşnakça, Uzak Asya'da Malay dili ve Afrika'da çok sayıda mahalli dil bu özelliği arz eder. Bu dillerin genel bağlamı göz önüne alındığında Lafza-i Celal (Allah kelimesi)" bir tohum veya güneş hükmündedir. Nasıl bütün bir ağaç bir tek tohumdan neşet edip etrafa yayılıyorsa, bu dillerin de tohumu Tek Bir Kelime'dir. Bu açıdan Müslümanların dili ve dil aracılığıyla teşekkül eden kültürleri (düşünce hayatları ve mirasları) bir ağaç gibidir. Bu ağacın kökü yukarıda, gövdesi, dalları ve yapraklar aşağıya doğru sarkıp yayılmaktadır,

Bu açıdan dilin hiçbir şekilde seküler olamayacağını söylememiz mümkün. Dil özü itibariyle dini ve mütealdir. Nitekim kendilerini seküler kimlikle takdim eden insanlar da (bunlar ister laik, sünni, şii, alevi, hristiyan, musevi veya başka bir şey olsun) şu veya bu seviyede dinî bir dil kullanırlar.

Müslüman kavimlerin konuştuğu dillerin genel yapısına bakıldığında, denebilir ki dünyada hiçbir dil, dile yedirilmiş, havaya sinmiş bir ruh misali hiç bu kadar irfani-kelami ve entelektüel-felsefi düzeyde zengin ve yoğun değildir.
Bu dillerde asal olan iki kaynak var: Kur'an ve Sünnet. Bu iki kaynak Müslüman kavimlerin dillerinde temel teşkil eden kök paradigmayı meydana getirirler. Gündelik hayatta, kelam, fıkıh, tasavvuf ve hatta argo lisan bile bunun bir türevi hükmündedir. Bu söz konusu türevlerin sayısını yüzlerle değil, meramın ifade biçimine göre binlerle, yüz binlerle ifade etmek mümkün.
Biz dili Tuba Ağacı'na benzettiğimize göre, bu kutlu ağaçta tohum Allah'ın ezeli ve sınırsız ilmi olan Levh-i Mahfuz'dur. Gövde Kur'an'dır. Sünnet'in öğrenilmesi ve ifade biçimiyle bu gövdeden üç büyük dal çıkar. Bunlar da Tevhid, Tesmiye ve Tekbir'dir:

1. Lailahe illallah (Allah'tan başka tanrı yoktur);
2. Bismillah (Allah'ın adıyla);
3. Allah-u ekber (Allah en büyüktür).

Bu üç büyük daldan İslami ilimler tefsir, hadis, fıkıh, kelam, tasavvuf, felsefe (İlahi hikmet) ve diğerleri türer. Bunlardan da yapraklar teşekkül etmektedir ki, yapraklar gündelik hayatımızdaki konuşmalarımız, kullandığımız kelime ve cümlelerdir.
Türkçe, Müslüman kavimlerin konuştuğu en güzel dillerden bir tanesidir ve Kutlu Ağaç modeli bu dilin yapısında fazlasıyla tezahür etmektedir.

GÜNDELİK DİLDE "ALLAH'
Allah, Allah!..
Maşallah
İnşaallah
Estağfirullah
Fesuphanallah
Allah izin verirse
Allah'ın izniyle
Elhamdülillah
Allah'a şükür
Hayret Vallah
Vallahi
Billahi
Tallahi
Allah bilir
Allah bilir ya!
Allah'ın Evi
Allah'ın yardımıyla
Allah'ın emriyle
Allah'ın emri
Bugün Allah için ne yaptın?
Allah'ın emriyle, Peygamberin kavliyle
Her şey Allah'tan
Allah'a havale ettim.
Allah korkusu
Allah sevgisi
Hayırlısı Allah'tan
Allah'ın gücüne gider
Allah'ın sillesi
Allah'ın tokadı yok
Bu Allah'ın tokadıdır.
Allah'ın dini
Allah Elçisi
Allah'ın Kitabı
Allah ilham etti
Allah korudu
Allah'a emanet ol
Allah söyletiyor
Ya Allah
Allah İslah etsin
Allah akıl fikir versin
Allah gönlüne göre versin
Allah kerim
Allah büyük
Allah yardım eder
Allah'ın yardımı

Allah'ın takdiri
Allah kaza bela vermesin
Allah muhafaza
Allah yolunda şehit
Bu söze Allah kefil
Söz bir Allah bir
Allah'a sığındım
Allah rahmet etsin
Allah razı olsun
Allah, dilemese hiçbir şey olmaz
Allah'a isyan etme
Allah ile kul arasına girilmez
Allah'ın haram ve helalleri
Allah'a inanmak
Allah'ın emanetini teslim etti
Allah'ın adıyla
Allah'a karşı nankör
Allah'a ortak olmak
Allah'ın hikmeti
Allah'ın hikmetinden sual olunmaz.
Allah'ın halifesi
Allah neyi kısmet ederse
Allah'tan iste
Benimle Allah arasında
Allah zalimleri sevmez
Allah sabredenlerle beraberdir
Allah'a yalvar
Allah'a dua ettim
Allah'tan istedim.
Allah'ın buyruğu
Allah'ın emirleri
Allah sözü
Allah'ın birliği
Allah'ın intikamı
Allah'ın laneti
Kendini Allah'a vermiş
Allah gücünü arttırsın
Allah güç kuvvet verir.
Zekat Allah'ın hakkıdır..
Allah ve Resulü
Allah'ım!..
Allah imtihan ediyor
Allah'a kulluk — Allah'a kul olmak
İnna lillahi ve inna ileyhi raciun
Allah sabır versin

Allah'ın boyası
Allah'ın ipine sarılmak
Allah'ın rahmeti
Allah'ın ayetleri
Allah'ın eli cemaatin üzerinedir
Allah'a rağmen
Allah hastalığı vermiş, tedavisini de.
Allah, mü'min kulunun duasını geri çevirmez.
Allah'tan iste
Allah'ın nuru
Allah'a iman
Allah'ın yoluna davet
Allah'a ibadet
Mülk Allah'ındır.
Din gününün sahibi Allah
Alemlerin Rabbi Allah
Allah kalpleri çevirir
Veren de Allah, alan da Allah
Allah afedicidir/Allah affeder
Ben affetsem, Allah affetmez
Allah'a yemin etme
Dilinden Allah (lafzı) düşmez
Her işin başı Allah
Allah'a kurban adamak
Allah'a hicret etmek
Allah'ın kendisinden razı olduğu kul
Oruç Allah içindir
Allah'la alış-veriş
Allah'ın ve Resulü'nün emaneti
Allah'ın hudutları
Allah'ın işine bak!
Ya sabır, Ya Allah
Neuzubillah
Gayretullah
İ'lay-ı kelimetullah
Maazallah
Hafazanallah
La havle vela kuvvete illa billah
Sünnetullah
Adetullah
Hasbünallah
Deveni bağla sonra Allah'a tevekkül et
Allah'a küfretmek
Allah'a sövmek
Allah'ın hükümleriyle hükmetmek

Allah (zulmü ve) zalimleri sevmez
Allah (yalanı ve) yalancıları sevmez
Allah lafzı çoğulu olmayan bir isimdir.
Allah'ın güzel isimleri (Esmau'l-hüsna)
Alemlerin Rabbi Allah
Allah'ın arzı geniştir
Allah'ın sonsuz rahmeti
Bir kararda bir Allah
Allah rızası için
Allah'ın dediği olur
Yukarıda Allah var
Allah şahidim
Allah müstahakkını versin.
Allah kahretsin.
Allahı'nı seversen
Allah için
Allah şifa versin
Allah uzun ömür versin
Allah bereket versin
Rızık Allah'tan
Allah mesut etsin
Allah korusun
Allah geçinden versin
Allahaısmarladık
Allah tamamına erdirsin
Allah utandırmasın
Allah'ıma
Allah'ıma, kitabıma
Allah ömür verirse
Allah'ın sevgili kulu
Allah'ın cezası
Allah cezanı versin
Allah cezanı vermesin
Allah'ın belası
Allah belanı versin
Allah belanı vermesin
Allah'ından bul
Allah'ını seversen
Allahaşkına
Allah bağışlasın
Allah'tan kork
Allah'tan başka kimseden korkum yok
Canı veren Allah
Allah kurtarsın
Allah bir avazda kurtarsın
Allah kolaylığını verir
Allah özene bezene yaratmış
Allah kısmet ederse
Allah yolunu açık etsin
Allah işini rastgetirsin
Allah rahatlık versin
Allah huzur versin
Allah verirse
Allah vergisi
Allah için doğru söyle
Allah'ın günü bitmedi
Her Allah'ın günü
Allah'ıma hamdolsun
Allah'ın işi
Allah veriyor
Kuldan saklasam Allah'tan saklayamam
Allah yaratmış
Allah'tan korkmayan, kuldan utanmayan
Aman Allah!
Allah düşürmesin
Allah muhtaç etmesin
Allah herşeyi görüyor
Allah keder vermesin
Allah salih evlat versin

Allah bir yastıkta kocatsın
Allah bir kapı açar
Allahtan ki!
Eyvallah
Alimallah
Allah hakkı için
Önce Allah, sonra sen
Allah aldı
Allah verdi
Allah'ım, ne olur!
Allah'a kurban
Allah be!..
Allah vekil
Seni Allah inandırsın
Hay Allah!
Ver Allah ver!
Allah'ın bereketi
Allah kolaylık versin
Hayırdır inşallah
Allah taş yağdırmaz
Ya Allah!
Yemin billah
Allah saklasın
Allah eksikliğini göstermesin
Allah da benden yana
Garip kuşun yuvasını Allah yapar
Allah gökten altın (para) yağdırmaz
Allah seni ne yapsın!..
Bırak Allahaşkına
Bırak Allahını seversen
Allah'tan dilerim ki...
Allah'ım, ya Rabbim!..
Allah taş yağdıracak değil ya!..
Bir ben bilirim bir de Allah.

KELAM - TASAVVUF
Veliyullah
Allah, yüzünden nurunu almış
Allah'ın kulları
Muhabbettullah
Marifetullah
Kelamullah
Ehlullah
Zikrullah
Allah'ın ilmi
Allah'ın rahmeti
Allah'ın hazineleri
Allah'ın mülkü
Allah'ın arzı
Allah'ın lütfü
Allah'ın ihsanı
Allah'ın nimetleri
Allah'ın savaşı
Allah'ın düşmanı
Allah yolunda cihad
Allah hidayet versin
Allah yolunda infak
Allah'a tevekkül et
Allah'ın aciz kulu
Allah'a hesap vermek
Allah'ın hakkını unutma
Allah affetsin
Allah affedicidir
Kul affetmedikçe Allah affetmez
Allah katında
Allah'ın huzurunda
Allah'ın ahlakı ile ahlaklanmak
Allah yoksa, her şey mubahtır
Allah'ın adaleti
Allah'ın muradı

Allah'ın hesabı
Allah'ın hakimiyeti
Allah'ı hatırlamak
Şeytan Allah'ı taklit eder
Bu Allah'ın hoşuna gitmez
Allah'ın gazabı
Allah'ın azabı
Rızaen lillah
Hikmetin başı Allah korkusudur
Allah'ın yeryüzündeki gölgesi (Zillullah)
Allah'ın kudret eli
Allah bütün eksikliklerden münezzehtir
Hidayet de, rızık da Allah'tan
Medet Allah
Kerim Allah
Rahim Allah
Halilullah
Şikayetim Allah'adır
Allah'ın sevgili kulu
Allah'a ihlasla iman
Kul tedbirle hareket eder, Allah takdir eder
Tanrı kelimesi, Allah lafzının yerini tutamaz.

İSİMLER
1. Abdullah
2. Nurullah
3. Seyfullah
4. Ruhullah
5. Ayetullah
6. Hizbullah
7. Emanullah
8. Fethullah
9. Ataullah
10. Şükrullah
ll. Lütfullah
12. Nimetullah
13. Ubeydullah
14. Cündullah
15. Fazlullah
16. Carullah
17. Hamidullah
18. Sibgatullah
19. Rahmetullah
20. Sadullah
21. Ematullah
22. Va'dullah
23. Beytullah
24. Habibullah

ARGO
Allahsız adam
Allahsız, kitapsız
Allah'ına kadar
Allah'ın boş zamanına gelmiş
Allah akılları dağıtırken
Allah boyunu devirsin
Allah var
Allah'ı var
Sen Allah mısın ulan!
Allah'ın dağından
Çoluk çocuk Allah'a emanet
İşimiz Allah'a kalmış
Allah'ına kurban
Allah'ıma kurban olayım
Senin Allah'ın yok mu?
O herifi elime alır, Allah demem...

Dilin Menşei Hakkında Bazı Mülahazalar

Dilin Menşei Hakkında Bazı Mülahazalar

Mehmet Gümüşkılıç
Dil; bir anda kavrayamayacağımız kadar karmaşık, mucizevî özellikler taşıyan, vücudumuzdaki birçok organın hareketi sayesinde ortaya çıkan, insanlar arasında anlaşmayı sağlayan, beşerin yaratılmasından günümüze gelene kadar çok sayıda değişime uğramış ve uğramakta olan canlı bir varlık ve dünyada mevcut topluluklar arasında çok önemli bir yer işgal eden içtimaî bir müessesedir.

İnsanoğlu kendisine, "Dil olmasaydı, beşeriyet nasıl tekâmül edebilirdi? Geçmişten günümüze kadar gelen medeniyetler nasıl oluşabilirdi? Diller dallanıp budaklanıp yeryüzüne yayılmasaydı, çeşitli milletlerin meydana getirdikleri farklı toplumları nasıl tanıyabilirdik?" gibi sualleri sorduğunda, bunları tam olarak cevaplayamaz. Dilin en küçük parçası fonemden [ses birimi], en büyük parçası olan cümleye kadar bir dil bilgisi düzenini, insanın aklen idrak edebilmesi çok zordur.

Bir dilde söz konusu olan en küçük dil parçası fonemlerdir. Her dilin kendi hususiyetlerine göre bu fonemlerin bir araya getirilmesiyle heceler oluşturulmaktadır. Bu hecelerin, ait oldukları dilin kaidelerine göre değerlendirilip onlardan anlamlı birlikler oluşturulmasıyla da kelime denilen mefhumlar ortaya çıkmaktadır. Kelime birliklerinin çeşitli gramer kuralları altında toplanıp muhatapta soru işareti bırakmayacak bir şekilde hüküm bildirerek bir araya gelmesiyle de cümleler teşekkül etmektedir. İnsanlar, birbirlerine meramlarını cümleler sayesinde anlatabilmektedir. Kâinatta mükemmel bir sistem carî olduğu gibi, dil sistemi de harikulâde bir düzene göre dizayn edilmiştir. Cenâb-ı Hak, hayvanların ve insanların kendi aralarında birbirleriyle anlaşabilmeleri için çeşitli diller yaratmış ve bunun neticesinde mahlukât birbirleriyle irtibat kurabilmiştir. İnsanların konuştuğu dil elbette hayvanların kendi aralarında haberleşmeyi sağladıkları dille aynı değildir. Çünkü insan, eşref-i mahlûkâttır. Yaratılmışların en hayırlısı ve değerlisidir. Beşer, düşünme istidadı ile diğer canlılardan ayrılır. Buna paralel olarak, insanın konuştuğu dillerin de basit olmaması gerekir. Nitekim yeryüzünde konuşulan diller incelendiğinde, oldukça karmaşık bir yapının varlığından söz edilebilir. Bu karmaşıklığa rağmen, "Binlerce yıl öncesine gidildiğinde nasıl bir dille karşılaşırız?", "İnsanlar çeşitli dillerde mevcut olan ses birimlerini, heceleri, kelimeleri ve dilbilgisi kurallarını nasıl oluşturmuşlardır?", "Bütün diller tek bir kaynaktan süzülerek mi günümüze kadar gelmiştir?" gibi sorular, insanların zihnini öteden beri meşgul etmektedir. Biz makalemizde bu sorulara elimizden geldiğince cevaplar vermeye çalışarak, mükemmel bir varlık olan dilin, doğuşuyla ilgili bazı görüşleri serdetmeye çalışacağız.

Dilin Menşei Meselesi
Dilin menşei meselesi, ilim adamlarını uzun süre meşgul etmiştir. Dilin kaynağı hususunda bizi en çok kelimeler alâkadar etmektedir. Çünkü dili meydana getiren en önemli unsur, kelimelerdir. Kelimeler, dili oluşturan organlarımızda teşekkül edip kulak denilen işitme organımız sayesinde idrak edilen sistemleşmiş birtakım uyarımlardan ibarettir.1 Yani dilin menşei konusunda arayışlara girdiğimizde genel olarak kelimeler üzerinden gitmemiz daha doğru olur. Tabiî ki, dildeki sesleri, kelimeleri ve cümleleri yazı diline geçirebilmek için sembolik işaretler denilen harflere ihtiyaç vardır. Harflerin bir araya gelmesiyle oluşan alfabeler ise sembolik işaretler topluluğudur. Bir dil, değişik alfabelerle yazılabilir. Burada önemli olan o dilin özelliklerine uygun olan en güzel alfabeyi bulmaktır. Yirminci yüzyıldan önce konuşulan dilleri tespit edebilecek teknolojik araçlardan mahrum olduğumuz için bu konuda bize yazılı kaynaklar yardım etmektedir. Yazılı kaynaklar vasıtasıyla dillerin menşelerini az çok tayin edebiliriz. Dillerin doğuşu hakkında ilim adamları çeşitli görüşler ileri sürmüştür. Aşağıda bunlardan bahsedilecektir:

A. Ses Taklidi Kelimeleri Esas Alan Teori
Wilhelm Oehl'in ortaya attığı bu teoriye göre dil, tabiatta yaşayan canlıların tabii hareketleri sırasında yahut eşyayla olan münasebetleri neticesinde meydana gelmiştir. Mesela Türkçedeki havlamak, gıdıklamak, melemek, böğürmek, miyavlamak, hırlamak, cıvıldamak gibi kelimeler birtakım hayvanların çıkardıkları tabiî seslerden oluşturulmuş fiil isimleridir. Tıkırtı, çağıltı, şarıldamak, çatır çutur, gümbürdemek, çatırdamak kelimeleri de eşya yahut bitkilerin çıkadıkları tabiî seslerden meydana gelmiştir.

Dünya dillerinde tabiat taklidi seslerle oluşturulan birtakım ortak kelimeler vardır. Türkçede kullanılan ‘tınlama' kelimesi Arapçada ‘tanîn', Latincede ‘tintinnare' veya ‘tintinnere'; Türkçede kedinin çıkardığı ses için kullanılan ‘miyavlamak' kelimesi Almancada ‘miauen'; Fransızcada ‘miauler' şeklinde geçmektedir.2 Yılanın çıkardığı ‘tıss' seslerinden oluşan ‘tıslamak' kelimesi Almancada ‘zichen'; Fransızcada ‘siffler'; İngilizcede ‘hiss' şeklinde kullanılmaktadır. Bu teoriye göre dilin yaratılması konusunda tabiî âmiller söz konusudur.3 Görüldüğü üzere birçok dilde, tabiat takidi seslerden oluşturulmuş kelimelerle ilgili birtakım benzerlikler vardır.

B. Nida Teorisi
‘Ana' veya ‘Puh-Puh' teorisi adı verilen bu teoriye göre insanlar, gördükleri bazı şeylere karşı hayret ve şaşkınlık ifadesi olarak birtakım sesler çıkarırlar. Dil de bu sesler üzerine kurulur. Burada esas olan nidalardır. Meselâ muhtemelen ‘Ah!' sesinden oluşturulan ‘ağlamak' kelimesi bunlardan birisidir. Bu teori, bazı kelimeler için geçerli olmakla beraber, dilin doğuşunu açıklamaktan oldukça uzak bir teoridir.

C. İş Teorisi
On dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru bazı bilginler, dilin doğuşu hususunda ortak çalışmanın daha etkili olduğu fikrini benimsemişlerdir. L. Noire'a göre bir insanda düşünme ve konuşma istidatını meydana getiren etken, müşterek çalışmadır. O, insanların ilk işlerinden birinin kazmak olduğunu, dolayısıyla ortaya çıkan ilk seslerin bu fiille ilgisinin bulunduğunu söylemektedir. İnsanlar iş yaparken ‘Hay!', ‘Hop!' gibi birtakım sesler çıkarırlar.4 K. Bücher ise bu konuda daha da ileri giderek, musikî ile dilin menşelerinin beraberliğinden bahsetmektedir. Ona göre, iptidaî kavimler bir iş yaparken ritmik bir ses çıkarmaktaydılar. Bu sesler onların işlerini kolaylaştırıyordu. İş ile sesin birleştirilmesi, zamanla iş ve işle ilgili bütün fiillerin hayalini ortaya çıkardı. Sonradan bu mefhumlar ve kelimeler de isimleri netice verdi. Görüldüğü üzere bu teoriye göre fiiller, isimlerden daha eskidir. Bu yönüyle de bütün kelime, mefhum ve cümleleri göz önüne aldığımızda teori, dilin doğuşunu ispat etme konusunda geçerliliğini yitirmektedir.

D. Psikolojik Teori
Wilhelm Wund adlı dilbilimci tarafından ortaya atılan bu teoride ise psikoloji ilminden faydalanılarak jest ve mimik dili derinlemesine incelenmiş ve buradan bazı noktaların aydınlatılmasını sağlayacak hükümlere varılmıştır. Wund, dil seslerini; hayvanlar arasındaki canlı sesler, çocukların çıkardıkları sesler, tabiattaki sesler ve yansımalar bakımından inceledikten sonra telaffuz denilen şeyi ağzın içini de ihtiva eden bir mimik olarak kabul eder. Wund'a göre dil seslerinin ilk basamağı, fizikî ve ruhî mânâ taşıyan hayvanî seslerden oluşmuştur. Bağırma durumunda ortaya çıkan ibtidaî sesler, sonradan perdeli seslere dönüşmüştür. Wund, bebeklerin dili öğrenmeye başladıkları zaman çıkardıkları ilk sesleri, hayvan seslerine benzeyen bağırtılar olarak kabul etmektedir.5 Psikolojik Teoride sembolik ifadeler, jest ve mimikler oldukça mühim bir yer teşkil etmektedir. Lakin bu teori de dilin genel yapısı düşünüldüğünde, gerçeklikten uzak olduğu kabul edilecek teorilerdendir.

Yukarıda bahsedilen teorilere bakıldığında, bunların hiçbirinin dilin menşeini açıklamakta yeterli olmadığı görülmektedir. Taklit ile nida teorisi, dili, ferdi bir problem olarak; iş teorisi, sosyal açıdan; psikolojik teori ise ruhî bakımdan ele almaktadır. Dilin menşei meselesi, hâli hazırda, ilim adamlarınca henüz çözüme kavuşturulamamış bir problem olarak karşımızda durmaktadır. Acaba durum bu kadar karmaşık mıdır? Dillerin tek bir kaynaktan doğup, zamanla dallanıp budaklanarak başka başka dilleri ortaya çıkarması da mantıklı bir önerme olamaz mı?

Birtakım deliller değerlendirilerek yeryüzünde geçmişte konuşulmuş fakat bugün konuşulmayan ve geçmişten günümüze konuşulagelen dillerin aynı menşeden geldiğine hükmedilebilir mi? Farklı dillerde kullanılan bazı kelimelerdeki benzerlikler, bize bu konuda göz ardı edilemeyecek ipuçları vermektedir. Birbirleriyle hiç ilgisi olmadığı varsayılan dillerdeki bazı kelimeler, aynı anlama gelen köklerden kurulmuştur. Meselâ Türkçede kullanılan ‘temel' kelimesi Yunanca ‘themelion' kelimesinden gelmektedir. Bu kelimenin başındaki ‘the' kısmı ‘koymak' anlamında bir fiildir. Günümüzde Doğu Anadolu ağızlarında kullanılan ‘koyuk' kelimesi, ‘koymak' fiilinden yapılmış bir isimdir. ‘Er' kelimesi ile isimden isim yapma eki olan ‘dem' hecesinden meydana gelen ‘erdem' kelimesi esas olarak ‘erkeğe ait' mânâsını ifade etmektedir. Latincede ‘fazilet' anlamında kullanılan ‘virtus' kelimesi de erkek anlamına gelen ‘vir' kelimesinden türemedir. Yunancada ‘melankholia' olarak kullanılan kelime, Fransızcada mélancolie şeklini almaktadır. Bu kelime melan [kara] ile kholia [safra] kelimelerinden oluşturulmuştur. Arapçada ‘kara' anlamına gelen sevda kelimesi, ‘melankolik' demektir. Türkçede kullanılan ‘karasevda' kelimesi Yunancadaki ‘melankholia' kelimesiyle aynı mânâdadır. Latince ‘şehirli, vatandaş' anlamındaki ‘civis' kelimesinden türetilen ve Fransızcada kulanılan ‘civilisation' [medeniyet] kelimesi "şehirlilik" anlamıyla kullanılmaktadır. Osmanlı Türkçesinde de bunun gibi Arapça ‘medine' kelimesinden ‘medeniyet' kelimesi oluşturulmuştur ki, ‘şehirlilik' anlamında kullanılmaktadır.6 Girl [kız] kelimesi, eskiden İngilizcede erkek olsun kız olsun yeni yetişen gençler için kullanılırdı. Türkçede kullanılan ‘oğlan' kelimesi günümüzde erkek çocuk için kullanılmasına rağmen, Eski Türkçede hem erkek hem de kız çocukları için kullanılmıştır.

İsimlendirme
Dilde nesneleri, kavramları isimlendirme oldukça önemlidir. Çocuklar her şeyin bir ismi olduğunu ve bu isimlerin anne ve babaları için önem taşıdığını belli bir süreç içinde öğrenirler. Bunun için bir eğitim alırlar ve bu eğitim yıllarca sürebilir. İsimlendirme öteden beri bir âdettir. Bir kelimenin sesiyle o kelimenin temsil ettiği şey arasında mutlak bir alaka söz konusu olmayabilir. Bununla beraber dünyada konuşulan birbirinden çok farklı dillerde dahi kelimenin sesiyle bir şey arasında benzerlik kurma temayülü vardır. Meselâ cik, cak'tan daha küçük ve hafif bir şeyi akla getirir.7

Yüce kitabımız Kur'ân-ı Kerîm'de de varlıkları isimlendirmeyle ilgili âyetler bulunmaktadır. Aşağıdaki âyetler bu hususa örnek olarak verilebilir. "Allah Âdem'e bütün varlıkların isimlerini öğretti. Sonra onları meleklere göstererek: ‘Eğer doğru söyleyenler iseniz haydi bana bunları bildirin.' dedi."8; "Melekler: ‘Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiklerinden başka hiçbir bilgiye sahip değiliz. Şüphesiz, her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin.' dediler."9; "Allah şöyle dedi: Ey Âdem bunlara bunların (varlıkların) isimlerini söyle.' Âdem, meleklere onların isimlerini bildirince Allah: ‘Size göklerin ve yerlerin bilinmezliklerini, açığa vurduklarınızı ve gizli tuttuklarınızı şüphesiz ben bilirim, demedim mi?' dedi."10; "Derken, Âdem (vahiy yoluyla) Rabbinden birtakım kelimeler aldı. (Onlarla amel edip Rabbine yalvardı. O da) bunun üzerine (onun) tövbesini kabul etti. Şüphesiz O, tövbeleri çok kabul eden, çok bağışlayandır."11

Cenâb-ı Hak, Hz. Âdem'e nesnelere isim vermeyi öğretmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'in âyetleri bu nazarla incelendiğinde, Allah'ın yarattığı ilk insan olan Hz. Âdem'in, Allah'ın bildirmesiyle meleklerden bile daha çok bilgiye sahip olduğu müşahede edilecektir. Kur'ân-ı Kerîm'de bu hususla ilgili olarak zikredilen âyetler hakkında çeşitli görüşler bulunmaktadır. Özellikle Bakara Sûresi'nin otuz birinci âyetiyle ilgili olarak, Cenâb-ı Hakk'ın Hz. Âdem'e bütün isimleri öğretmesi ve Hz. Âdem'in de bu isimleri meleklere bildirmesi hususunu âlimler farklı şekillerde yorumlamıştır. Bu konuda Elmalılı Hamdi Yazır: Hz. Âdem'den önceki varlıkların insan olmadıkları için dili bilmediklerini; isim koyma kabiliyetinin Hz. Âdem'e ruh üflenmeden önce verildiğini; âyette geçen ‘alleme' [öğretme, talim etme] fiilinden hareketle yüce Allah'ın Hz. Âdem'e öğretmek veya bildirmek istediği eşya [hayvan, bitki, tabiata ait varlıklar, yerler vb.] isimlerini peyderpey bildirdiğini, böylece Cenâb-ı Hakk'ın iradesiyle Hz. Âdem'in bütün isimlere, hatta dillere belirli bir tekâmülün neticesinde vâkıf olabildiğini söylemektedir.12 Zaten âyette yer alan "sümme aradahum ale'l-melâiketi" [sonra onları meleklere arz etti] kısmı, Hz. Âdem'e isimlerin Allah tarafından öğretildiğini, meleklerin kendilerine bu isimlerin arz edilmesinden sonra da: "Bize öğrettiğinden başka hiçbir şey bilemeyiz. Sen her şeyi çok iyi bilen hüküm ve hikmet sahibisin." cevabını vererek, bu isimleri daha önceden bilmediklerini tasdik ettiklerini göstermektedir.
Hz. Âdem'e eşyaların isminin öğretilmesi, onlarla ilgili bilginin de öğretilmesi anlamına gelmektedir.13 Bu noktadan hareketle, Hz. Âdem'e önce eşya ve çeşitli nesillerle alakalı ilim verildiği, daha sonra bu hususlarla ilgili isimlerin ve dillerin suretlerinin öğretildiği14 anlaşılmaktadır. Âyette geçen ‘isimlerin hepsi' tabirinden diller de kastedilmiş olabilir. Nitekim Hz. Âdem bütün dilleri biliyordu. Hz. Âdem'in çocukları ise onun hayatında ve ölümünden sonra dünyanın muhtelif bölgelerine dağıldılar. Dağılan bu insanlar yeryüzündeki dillerden Arapça, Türkçe, Farsça, Latince vb. dilleri biliyorlardı. Bulundukları ortak coğrafyadan ayrılan her bir âdemoğlu yurt tuttukları topraklarda farklı bir dille konuştu ve yaşadıkları bölgeleye de o dil hâkim oldu. Aradan geçen uzun yıllar diğer dilleri unutturdu ve böylece yeryüzündeki diller çeşitlenmiş oldu.15

Kanaatimize göre günümüzdeki dil aileleri böylelikle ortaya çıkmıştır. Bugün birbirlerinden uzak coğrafyalarda bulunan insanların konuştukları dillerde bile bazı benzerliklerin olması geçmişte bu milletlerin birbirleriyle temas hâlinde olduklarını göstermektedir. Birbirine yakın coğrafyalarda konuşulan dillerin genellikle benzer unsurlar barındırması, Hz. Âdem'den beri dillerin aynı kaynaktan gelip zaman içinde farklılaştıklarını ve ortaya dil aileleri ve gruplarını çıkardıklarını göstermektedir. Yapılacak yeni ve derinlemesine çalışmalarla, yeryüzünde konuşulan birçok dilin aynı menşeden geldiği hususu daha kuvvetli bir şekilde ortaya çıkacaktır.

Netice
Noam Chomsky'nin fikirlerini takip eden dilbilimcilerin, dünyadaki dillerin hepsinde temel gramer kurallarının benzer olduğundan16 bahsetmeleri; farklı dillerde geçen pek çok kelimenin aralarında benzerliklerin olması,17 dünyadaki belli başlı dil ailelerine mensup diller arasındaki benzerlikler,18 Allah'ın, ilk insan Hz. Âdem'e dünyada olan her şeyi isimleri ile birlikte öğretmesi, bu isimleri onun vasıtasıyla meleklere talim ettirmesi gibi hususlar bugün yeryüzünde konuşulan dillerin aynı kaynaktan, yani ilâhî bir menşeden geldiğini göstermektedir.

Kaynakça
Cevdet Kudret, "Dillerin Gizli Dünyası", Dil Yazıları I, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1988, s. 26-29.
Doğan Aksan, Her Yönüyle Dil 1, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1990, s. 162.
Ebu'l A'lâ Mevdûdî, Tefhîmü'l-Kur'ân [Kur'ân'ın Anlamı ve Tefsiri], İnsan Yayınları, c. 1, İstanbul 1991, s. 620.
Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, (Sadeleştirenler: İ. Karaçam, E. Işık, N. Bolelli, A. Yücel), c. 1, İstanbul 1992, s. 547.
İbn Kesîr, Hadislerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsîri, (Çevirenler: B. Karlıağa, Bedrettin Çetiner), Çağrı Yayınları, İstanbul 1988, s. 584.
John C. Condon, Kelimelerin Büyülü Dünyası (çeviren: Murat Çiftkaya), İnsan Yayınları, İstanbul 1985, s. 156.
Necip Üçok, Genel Dilbilim (Lengüistik), Ankara Üniversitesi Dil, Tarih, Coğrafya Fakültesi Yayınları, No: 57, Ankara 1947, s. 169.

Dipnotlar
1. Necip Üçok, Genel Dilbilim (Lengüistik), Ankara Üniversitesi Dil, Tarih, Coğrafya Fakültesi Yayınları, No: 57, Ankara 1947, s. 36.
2. Doğan Aksan, Her Yönüyle Dil 1, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1990, s. 90.
3. Necip Üçok, a.g.e. s. 38.
4. Doğan Aksan, a.g.e., s. 97.
5. a.g.e., s.97-98.
6. Cevdet Kudret, "Dillerin Gizli Dünyası" Dil Yazıları I, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1988, s. 26-27.
7. John C. Condon, Kelimelerin Büyülü Dünyası (Çeviren: Murat Çiftkaya), İnsan Yayınları, İstanbul 1985, s. 39.
8. Kur'ân-ı Kerîm, Bakara Suresi, 31. âyet.
9. Kur'ân-ı Kerîm, Bakara Suresi, 32. âyet.
10. Kur'ân-ı Kerîm, Bakara Suresi, 33. âyet.
11. Kur'ân-ı Kerîm, Bakara Suresi, 37. âyet
12. Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, (Sadeleştirenler: İ. Karaçam, E. Işık, N. Bolelli, A. Yücel), c. 1, İstanbul 1992, s. 266-267.13. Ebu'l A'lâ Mevdûdî, Tefhîmü'l-Kur'ân (Kur'ân'ın Anlamı ve Tefsiri), İnsan Yayınları, c. 1, İstanbul 1991, s. 62.
14. Elmalılı Hamdi Yazır, a.g.e., s. 268.
15. İbn Kesîr, Hadislerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsîri, (Çevirenler: B. Karlıağa, Bedrettin Çetiner), Çağrı Yayınları, İstanbul 1988, s. 288.
16. John C. Condon, a.g.e., s. 37.
17. Meselâ Hz. Âdem'e Batı kökenli dillerde Adam; Hz. Nûh'a Noah; Hz. Yakub'a Jacob; Hz. Yusuf'a Joseph; Hz. Havva'ya Eva; Hz. Meryem'e Maria; Hz. Davud'a David; Hz. Süleyman'a Solomon; Hz. İbrahim'e Abraham; Hz. İsmail'e Samoyil; Hz. Musa'ya Moses; Hz. Harun'a Aron; Hz. İsa'ya Jesus vb. denmektedir.
18. Meselâ, Hint-Avrupa dil ailesine mensup dillerden olan Farsçada ‘bed' [kötü], İngilizce ‘bad'; Farsçada ‘nev' [yeni], İngilizcede ‘new'; Farsçada ‘dohter', [kız kardeş], İngilizcede ‘daughter'; Farsçada ‘birader' [erkek kardeş], İngilizcede ‘brother' vb. şeklinde kullanılmaktadır.

Dil Evimizdir

Dil Evimizdir

Nihat DAĞLI
Varlığa ilk insan ve ilk peygamber olarak bırakılan Hz. Adem'e ‘isimler'in öğretilmiş olması, bize ‘dil'in, insanın ve varlığın temel hakikati olduğunu gösteriyor. Kendisine isimler öğretilmemiş olsaydı; insan, o bin bir sorunun uçuştuğu varlık bulmacasında ne yapardı? İsimlerini (hakikatlerini) bilmediği o çok şeye nasıl gider ve onlara nasıl katlanırdı? Bütün bir varlık ‘diliyle' kendini açmış olmalı ki, Hz. Adem orada öylece, ‘yabancı'lığın ürkütücülüğüne düşmemiştir. Dil ona ‘ev' olmuştur. Kendisine ‘sürgün' olan ‘gurbet'te, bilinemezliğin o kaygılı ikliminden ‘dil'e sığınarak korunmuştur. Çünkü varlıktaki en küçük kımıltının bile ‘ismini' bilmektedir. Bütün caddelerini bildiği bir şehirde dolaşır gibi varlıkta dolaşmaktadır.

Varlığa getirdiğimiz tanımların hepsi, çok şeyi anlatmakla birlikte, derinden derine, sadece tanımlanan şeyin ‘dil'ini açığa vurur. Bütün çabamız, tanımlamaya çalıştığımız şeyin nasıl bir ‘ev'de (‘dil'de) oturduğudur. Sanki ‘ev'ini bilsek, o şeyi bütünüyle tanımış oluruz. ‘Bana evini anlat, sana kim olduğunu söyleyeyim.' durumu yani... Heidegger'in o meşhur tespitini hatırlayalım: ‘Dil, öznenin/varlıkın evidir. İnsan, varlığın evinde (yani dilde) iskân eder (var olabilir).' ‘Ev'in içimize saldığı ‘güven' içinde kendimizi inşâ eder, inşa sürecinde sahip olunduğumuz dille ‘dışarı' çıkarız. Dilimizin ‘ne'liği ‘kim'liğimizi gösterir. Çünkü dilimizin kurduğu ‘duruş', yani üslup, bizi tanımlar.

Dilin ‘var oluşumuz'la yakından ilgili olduğunu anlatmaya çalışıyoruz. Demek istiyoruz ki, ‘dil'e dair düşündüğümüz/yaptığımız her şey varlığımızı şekillendirir. Oturduğumuz evlerin mimarisinin ve yapısının beğenimizi ve tasavvurumuzu ortaya koyması gibi, varoluşumuza ‘ev'lik yapan ‘dil'imiz de, varlıkla nasıl bir ‘münasebet' kurduğumuzu işaretler. İnsanın inşasında böylesine önemli olan ‘dil'in etrafında ‘medeniyet perspektifleri' de şekillenir. Medeniyetler de etrafında geliştikleri, dolayısıyla renklerini edindikleri dilin imkânlarını kullanırlar. Dil burada da kurucu unsurdur. Diyebiliriz ki, Batı-Doğu karşıtlığı, bu iki medeniyeti şekillendiren dillerin ontolojik farklılığından doğuyor. Bu farklılık, Batılı ve Doğulu'yu, tarihin o gürültülü akışında birbirine karşıt iki ayrı yere düşürmüştür. Bu sebeple Doğu ve Batı, hayatın ying ve yang'ı gibi durmaktadır.

‘Yüzyılın Soykırımı'
Hiç şüphesiz Batı'nınkinden çok farklı bir dile doğan, orada şekillenip büyüyen bir medeniyet perspektifimiz var. Genel anlamda ‘Doğu'da değerlendirilen ama kendine has hususiyetlerinden hareketle ‘Doğu'dan da farklılaşan bir medeniyet perspektifi... İslam kültür atlası içinde şekillenen ve Osmanlı namıyla isimlenen bu medeniyet perspektifi, tarihî pratiğiyle ‘insanlığın adası' gibi duruyor. Etnisiteyi çağrıştırmayan Osmanlı pratiği daha çok ‘insan'ı düşün(dürt)üyor. Kültür havzasına kattığı coğrafyaların etnik ve kültürel dokusuna müdahalelerde bulunmayan Osmanlı'nın bu insanî medeniyet perspektifi, ne yazık ki on dokuzuncu yüzyılda ve yirminci yüzyılın başlarında ‘soykırım'lara maruz kalmıştır. Ömer Seyfettin'in 1914 yılında yayımlanmış Beyaz Lâle isimli hikâyesi, Osmanlı'nın, kendi medeniyet perpektifine mugayir bir dille nasıl hırpalandığını anlatıyor. ‘Bedbaht Rumeli Müslümanlarına' ithaf edilen hikâyenin, İsviçre'de hukuk tahsil etmiş kahramanı Bulgar komitacısı, soykırımın mantığını şöyle ifade eder: ‘Katliam içtimaî bir ilaçtır. İçtimaî vücutlar, uzvî vücutlar gibi aynı kanunlara tabidir. Bir hastayı tedavi ederken fena mikropların uzviyette kalmasına müsaade etmek onların yeniden üreyip hastayı öldürmesini istemek demektir. (...) Bakınız İspanya'ya, işte onlar vatanlarını kurtardıkları zaman içlerinde hiç yabancı bir unsur bırakmadıklarından bugün ne kadar rahat yaşıyorlar. Bir Arap tehlikesi onları asla tehdit etmiyor, etmeyecek. Çünkü İspanya'da numune için, müzeler için olsun bir tek Arap bırakmamışlardır. (...) Türkler nasılsa ellerine geçirdikleri yerlerdeki kavimleri temizlemediler. Onları yutmadılar. Türk yapmadılar. Asırlarca evvel yaptıkları budalalıkların cezasını bugün görmeye başlayan bu sersem Türkler'in hali işte bize bir derstir.'

‘Yabancı'yı, ‘temizlenmesi', yani sökülüp atılması gereken necis bir parça gibi görmeyen, onu kendi içinde kendi haline bırakan Osmanlı medeniyet perspektifi, iki yüzyıl, ‘yabancı'yı, vücuttan atılması gereken bir ur gibi gören karşıt bir dille hırpalandı. Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu buna şahittir. Osmanlı himayesinde ‘insanlığa' şahit olmuş bu coğrafyalar, ne yazık ki Müslümanların ‘temizlenmesi'ne de şahitlik yapmıştır. Birer Osmanlı yurdu olan ve Osmanlı denen medeniyet perspektifini yaşayan bu coğrafyalar, son iki yüzyıl içinde yaşanan ‘milliyetçi' durumlarla birlikte bedenlerin ve canların soykırımına mekân olmuştur. Buralar, bedenî ‘temizliğin' sonrasında çok daha feci bir ‘soykırım' yaşadı. Osmanlı'yı çağrıştıran izlerden ‘temizlendi' ...Bağırları kazınarak...

Osmanlı insanının, bu soykırım karşısında varlığını sürdürmek adına ortaya koyduğu çaba büyüktür. Savaşların ve soykırımların içinden geçerek yirminci yüzyılın başlarına varan Osmanlı, nihayette Anadolu'ya sığar olmuştur. Birçok parçasını kaptırarak, azar azar ölerek ‘Anadolu' olmuştur. Anadolu'ya sıkışıp kalan ve burada varlığını sürdürmek adına yeni yollara koyulan bu medeniyet perspektifi, bu sefer farklı, ama bizce daha yakıcı bir ‘soykırım'la karşı karşıya kalmıştır. Çünkü bu ikinci soykırım, söz konusu medeniyet perspektifinin çocukları tarafından yapılmıştır. Ve bu, ‘Yüzyılın Soykırımı' kitabının merkezi konusu olan ‘dil'e yapılan müdahalelerle gerçekleşmiştir. ‘Ev'imize buğzeden projeler

Dilin, insanın evi olduğu hakikatine işaret etmiştik. Dilin hem bizi içine alıp koruduğunu, hem de içinde kalarak kendimizi ifade edebildiğimizi söylemiştik. Varlık içindeki duruşumuza ayna olan dilimizle göründüğümüze/bilindiğimize dikkat çekmiştik. Şimdi Anadolu'dayız. Biyolojimizi ortadan kaldırmak adına üzerimize çullanan ‘düşman'dan bir şekilde kurtulmuşuz. (‘Bir şekilde...' dememize bakmayın, hiç de kolay olmamış bu. Sadece Çanakkale ve Sarıkamış isimleri bile bize olanları anlatmaya yetiyor.) Tarih(imiz)le problemli bazı insanlar, anlamakta zorlandığımız girişimlerin öznesi oluyorlar. Bizi, daha sağlıklı bir ‘yarın'a gitmek için ihtiyaç duyduğumuz ‘dün'ün imkânlarından ediyorlar. Ruhumuzu kuran, kalbimizi besleyen, dilimize ‘has'lık kazandıran kaynaklara buğzeden bir mantıkla, bizi ‘herhangi biri' kılmak çabasındalar. Ruhsuz ve kalpsiz bir dilin yoksunluğunda tükenip giden biyolojik varlıklar olmamızı istiyor gibiler

‘Dilimizi yabancıların boyunduruğundan kurtarmak gerekir' gibi bir düşünceyle, aslında ‘yabancımız' olmayan, aksine ‘biz' dediğimiz şeyi oluşturan temel unsurları ‘temizliyorlar'. Ömer Seyfettin'in hikâyesindeki Bulgar komitacısının reçetesini harfiyen uygular gibi, ‘öztürkçe' olmayan ne kadar kavram ve kelime varsa üzeri çiziliyor. Türkçe'den kovulan bu kelime ve kavramların işaretlediği kültürel iklim de lanetlenmiş olunuyor. Bu ise, Osmanlı denen medeniyet perspektifinin iptalidir. Belki de özde yapılmak istenen budur. Osmanlısız bir duruş geliştirmek... Modern dönemin tasavvuruna oturan etnik yapılı bir devlet tahayyülü... Çünkü Osmanlı etnisitenin ötesinde bir tasavvuru dillendiriyordu.

Ve her nedense dilimizi boyunduruğunda tutan ‘yabancı', Doğu oluyor. Savaş meydanlarında karşı olunan, kendisine karşı mücadele edilen Batı ise, bu yeni süreçte hiç de ‘tukaka' görünmüyor. Doğu'ya kapalı, ama Batı'ya alabildiğince açık bu duruş ilginçtir ki, ‘milliyetçi' bir tezle hareket ediyor: Dili Türk(çe)leştirmek... Türkçe'yi Arapça ve Farsça'dan ‘temizlemek'le, Arapça ve Farsça kelimelerin işaretlediği kültürel kaynakları unutturmak... Böylece Türkçe bu dillerden kurtulacak, Türkçe'yi kullananlar da Araplardan ve Farslardan... Oysa ‘millet' dendiğinde, sadece etnisiteye dikkat çekilmiyor, din gibi kuşatıcı bir havza, tarih gibi kadim bir akış da anlatılıyor. Dine ve tarihe sırt dönülerek kurulacak bir ‘millet' de, millet olmaz.
20. yüzyılın başlarında yapılan budur: Dili sekülerleştirerek, tarihsiz ve bir şekilde dine mesafeli bir ‘ulus' oluşturmak... Ve bir şekilde sonuca gidilmiştir: Arapça ve Farsça kökenli kelimelerin dilden uzaklaştırılması ve bu kelimelerin çağrıştırdığı kaynakların unutulmasıyla, koca bir tarihe ve medeniyete yabancılaşmış yeni bir ‘kuşak' şekillenmiştir. Bu damar hâlâ atıp durmaktadır. ‘Cumhur'un anlamakta güçlük çektiği, hayatın içinde karşılığı olmayan bir ‘dil', ‘Başkan' tarafından ‘Cumhur'a söylenmektedir. Olması gereken bu mu? ‘Cumhur'un seçtiği ‘Başkan', ‘cumhur'a rağmen, ona karşıt bir ‘dil' kullanır mı?

Bizi içine almayan bir dil, bize ‘ev' olamaz. Bize böyle bir dil dayatılıyorsa, problem var demektir. Dahası var. Bize ‘ev' olan ‘dil'e buğzediliyor. O zaman bize düşen şey, ‘ev'imizi korumak ve geliştirmektir.

Dil ve Düşünce

Dil ve Düşünce

Yağmur
Dil, kültürün temel dinamiklerindendir. Milletlerin gücü, dil ve düşüncelerinin gücüyle doğru orantılıdır. Bir toplum, dilde, düşüncede ne kadar zengin ise, o kadar güçlü sayılır. Bir ferd, kendi dilini ne kadar iyi kullanıyor ve başkalarıyla ne kadar rahat diyalog kurabiliyorsa, o ölçüde kendi olarak kalmasını teminat altına almış demektir. Aslında dil, insanın varlık ve hadiselere bakışını, eşyanın hem bütün olarak, hem de parçalar halinde ihsasını teminde de en önemli bir unsurdur. Hangi zaviyeden bakılırsa bakılsın, dilin, kültür hayatımızda belirleyici bir rol üstlendiği açıktır.

Dil, bir konuşma ve düşünme vasıtası olmanın yanında, geçmişteki zenginlikleri günümüze, bugünkü birikim ve yeni terkiplerimizi de geleceğe intikal ettirmede önemli bir köprü vazifesi görmektedir. Bir millet, atalarından tevarüs ettiği ve şimdilerde de yeni terkip, yeni biçim, yeni şekillere sokarak değerlendirdiği topyekün zihni, fikri, ilmi müktesebat ve zenginliklerini, ancak bütün bunları kucaklayabilecek güçlü bir dille gerçekleştirebilir. Zira bir millet, ne ölçüde zengin ve renkli bir dille konuşabiliyorsa, o ölçüde düşünüyor; ne seviyede düşünüyorsa, o çerçevede de konuşabiliyor demektir.

Her toplum, eğrisiyle-doğrusuyla bugün konuşup düşündüklerini, mihenge vurulmak, test edilmek ve korunmaya alınmak üzere yarınki nesillere intikal ettirir ki, onca birikim ve müktesebat zayi olmasın; geçmiştekilerin ilim ve fikirlerinden istifade edilebilsin; bugünkü doğruların yanında dünkü yanlışlar, bugünkü yanlışların yanında dünkü doğrular görülüp değerlendirilsin ve gereksiz yere aynı yol birkaç kere yürünmesin, aynı tecrübeler tekrar edilmesin, aynı eğriler ve doğrular sık sık yaşanmasın... Dil ve düşünce ile alakalı bu mülahazamız, her millet için söz konusudur; evet her dil, gelişmişliği ve inkişafı ölçüsünde bağlı bulunduğu düşüncenin lisanı, bu düşünce de, o dilin bir enstrümanıdır.

Bir dil, kendi iç dinamikleri ve her şeyi ifade edebilmesi açısından bütün zamanların gereklerini seslendirmeğe yetmiyor ve dolayısıyla da o dili kullananlar bazı mazmunları ifadede söz sıkıntısı çekiyorlarsa, o dil, düşüncenin desteğinden mahrum; onu kullananlar da, dökülüp yollarda kalmaya mahkumdurlar. Evet, eğer bugün kendimizi ifadede sadece çevremizden duyup öğrendiklerimizle ya da mevcut lugatlardaki sözcüklerle yetinecek olursak, okullar, sanayi müesseseleri, ticaret fuarları, teknoloji hangarları.. gibi modern hayatın zaruri gördüğü pek çok alanda sessiz sessiz oturup etrafımızı dinleme mecburiyetinde kalırız ki, bu da, içinde bulunduğumuz çağın temel esasları kabul edilen bir kısım dinamiklere karşı alakasızlık ve dolayısıyla da muasır milletler karşısında elenip gitme demektir.

Evet dün, mutlaka bütün varidatıyla bugünlere taşınıp değerlendirilmeli; evde, sokakta, kahvehanede, bizim dünyamızla alakalı bütün duyup işittiklerimiz korunmaya alınmalı, geçmişten bize intikal eden topyekun tarihi ve milli dinamiklerimiz mutlaka milli mefkuremizin ana atkıları olarak kullanılmalı; ama yarınlara açılma, yaşıyor olduğumuz ve yaşayacağımız çağları kucaklama da katiyen ihmal edilmemelidir. Aslında dün, mazideki çerçevesiyle artık geçmişte kalmıştır. Ev, sokak ve aile çevremizden elde edeceğimiz müktesebat, tam donanımlı olarak geleceğe koşma gibi bir çetin maratonda yeterli sayılamaz... Evet bunlar, günlük yaşamımız adına kafi görülebilir, ama topyekun bir hayatı kucaklama hesabına asla.!

Diliyle, düşüncesiyle kendi çağını yaşayamayan gariplerin akıbeti bugüne kadar hep hüsran olagelmiştir; bundan sonra da öyle olacaktır. Ayrıca, dil ve düşünce kadar bunların yaygınlaştırılması da çok önemlidir. Düşünmeyen ve konuşmayan toplumlar adına hep başkaları konuşur ve düşünür. Düşünmeden konuşan yığınlar arasında mantık dilin tutsağı sayılır. Düşündüklerini ifade edemeyen bahtsızlar ise, kendi aczlerinin esiridirler. Böylelerinin başkalarına yararlı olmaları ise asla düşünülemez.

Ne var ki, her zaman rahat düşünebilen ve düşündüklerini ifade edebilen kimselerin mevcudiyeti de bir gerçektir. Ben şahsen, bunların sayılarının çok fazla olduğu kanaatinde değilim; olanların da kendilerine göre bir hayli problemlerinin olduğunu söyleyebilirim. Bir kere, elit görünümlü kimseler, içinde yaşadıkları toplumdan tamamen kopuk olduklarından, kitleler hiçbir zaman onlara güvenmemekte, hatta onların çoğu düşüncelerini fantezi, çoğu beyanlarını da alafranga bulmakta ve onlara ait her şeyi bir iç tepkiyle karşılamakta.. diğer yandan da bu aydınlar, herhangi bir yabancı kafasıyla düşünüp, kendi dilleriyle yazmaya çalıştıklarından; evde, sokakta, kahvehanede de halkın üslubuyla konuşma mecburiyetini hissettiklerinden, her zaman birkaç alemi birden yaşamakta ve adeta çok dünyalı bir görünüm sergilemektedirler ki, bir türlü kalblerini milletin kalbine ayarlayamadıklarından, içinde bulundukları toplumun söz ve beyan desenini tam ortaya koyamamakta ve sürekli çelişkiler yaşamaktadırlar. Doğrusu, kendi düşünce dünyalarında bir türlü tenakuzlardan kurtulamamış böylelerinin, çevrelerine yararlı olamayacakları da açıktır.

Aslında, dilimizin dil olması, kendi esprisine uygun olarak büyük çoğunluğun, herhangi bir ifade sıkıntısına düşmeden onunla kendini anlatmasına bağlıdır. Maksadı değişik imalara, işaretlere yükleyerek, her konuyu izah ve tefsir üslubuyla anlatmaya çalışmakla beyan pazarında alış veriş yapılamayacağı açıktır. Aslında dil de, diğer ilimler gibi zati değeri olan bir fenomendir. Hatta onlardan da önemlidir ve katiyen ihmal edilmemelidir. Evet millet, kendi dilini asla ilim dışı görmemeli ve kendi lisanını hem de hususi bir ihtimamla bilimler kategorisi içinde mütalaa ederek ilme dönüştürmeli ve kitlelerin zevkle, merakla yönelecekleri bir konu haline getirmelidir ki; bu da ancak, dile ait sözcüklerin derlenip toparlanmasına, dokümanların değerlendirilmesine ve dilin kendi esprisine uygun iştikak yollarının gözden geçirilmesine, iştikak usullerinin belirlenmesine ve o dile ait kelimelerle ifade edilebilecek mazmunlarda, asırlardan beri konuşula konuşula nüanslarıyla tam netleşmiş kelimelerin, idyumların tervic edilmesine bağlıdır ki, bu hususların hemen hepsine saygılı olmak, o milletin kendine ve kendi kültürüne saygılı olması demektir; saygılı olması demektir, zira o millet biz isek, bu sayede binlerce senelik lisanımız, kendine has kural ve kaideleriyle, fevkalade zengin, olabildiğine yumuşak, sıcak, severek konuşulan ve sevilerek dinlenen; dahası, kendi iç mantığıyla çağımızın sesi, soluğu olmasını bilen ve nesilden nesile zevkle aktarılan bir dil haline gelecektir. Böyle bir husus pratikte zor görülse de, tecrübe ve ısrarlı uygulamalarla, pek çok konu gibi onun da, bir gün mutlaka gerçekleşeceğine inanıyorum. Evet, bu şekildeki bir beklenti, nazari planda ve salt mantık açısından her zaman mümkün görülse de, uygulamada bir kısım zorlukların olacağı açıktır. Zira bir şeyin mantıki olması başka, değişip gelişme, farklılaşıp olgunlaşma mantığına bağlı olması daha başkadır. Eğer bir konu, sürekli gelişen, değişen hadiselerle alakalı ise, gelişme mantığı mutlak mantığın önüne geçirilerek ona daha bir serbesti verilmeli ve manevra alanı geniş tutulmalıdır. Aksine, her biri birer canlı vak'a olan dil ve düşünce "olguları" duraklaşır, taşlaşır ve zamanla bütün bütün hayatiyetini kaybeder. Oysaki dilin, milli düşünce ve tasavvurların oluşumunda, bu düşünce ve tasavvurların mantıki yapısında, fikri çatısında çok hayati tesirleri söz konusudur. Evet dilin, tarihsellik üstünde bir aşkınlıkta ve her türlü müsbet gelişmenin gereklerini olumlu şekilde cevap verecek kıvamda olması çok mühimdir. Kendi dillerinin köklerine bağlı olmanın yanında, ona bu seviyede genişlik ve esneklik kazandıran milletler, her zaman en sesli, en konuşkan ve düşünce bakımından da en dinamik toplumlar olagelmiştir; bundan sonra da başka türlü olması düşünülemez.

İnsanoğlunun varlık ve hadiselere bakışı, bu bakışı yerinde değerlendirip birer bilgi kaynağı haline getirmesi, eşya ve bilim arasında gelip-gidip sürekli bir şeyler üretmesi.. gibi zihni ve fikri aktiviteler, dil ve düşünce münasebetleri dediğimiz hususların esasını teşkil eder. Bu münasebetlerin iyi kavranıp, iyi değerlendirilmesi, milletlerin ilim ve düşünce hayatları adına çok önemlidir. Bu, bizim milletimiz için de her zaman en ehemmiyetli konulardan biri olagelmiştir. Bir kere, milletimiz adına gelecekteki beklentilerimizin gerçekleşmesi, büyük ölçüde bu aktiviteleri en iyi şekilde değerlendirmeğe bağlıdır. Yakın bir gelecekte, yepyeni esaslara dayalı ve aynı zamanda dünyaya da açık, engin bir düşünce çağının başlatılmasında önemli bir adım sayılan bu çizgideki her faaliyet, bizi bir kaç adım daha devletler muvazenesindeki yerimize yaklaştıracaktır. Elverir ki biz, bir yandan dil ve düşünce arasındaki münasebetleri koruyup kollarken, diğer yandan da bugünü, dün ve yarın hesabına kusursuz bir şekilde değerlendirelim; ne, her eski eskimiştir mülahazasıyla atalım, ne de bütün bütün geçmişe yönelerek her yeniye karşı kapılarımızı kapatalım. Aksine, her zaman geçmişi en içten duygularla kucaklarken, yarınları da gelişmelere ve değişmelere açık bir mantıkla selamlayalım; selamlayıp, milli kültürümüzün dil ve düşünce gibi en önemli unsurlarını, ali bir hatıra olan maziyle, yükselmesine başkoyduğumuz geleceği birbiriyle çatıştırmayalım ve birbirine feda etmeyelim.

Evet, bir taraftan yeni çalışmalarla, milli ruh köklerimizi tesbit ederek onlara dayanmaya, hatta onları aşmaya uğraşırken, diğer taraftan da, yaşamak için yenilenmek, meyve verebilmek için her zaman canlı kalmak mefkuresiyle, gönüllerimiz, ruh ve mana köklerimizde, gözlerimiz, geleceğin art arda ufukları ötesinde, yaşamayı ve inkişaf etmeyi "olmazsa olmaz!" ölçüsünde bir düstur kabul ederek, hiç bitmeyen bir açılma iştiyakıyla yaşamalıyız ki, hayatlarımızı onların yaşamasına bağladığımız gelecek nesilleri de yaşatabilelim.

Olgun ve Zengin Dil

Olgun ve Zengin Dil

Abdullah AYMAZ
Olgun bir lisanın kelimeleri, kulakta bir tatlılık, kalpte güzel duygular ve dilde ise hoş bir akış meydana getirirler. Sِzde, ses, süs ve his bu işin esasıdır. Bu da birdenbire olmaz. Fıtrî akışı içinde tarih boyu bu gelişme sürer gider. Bizim güzel Türkçemiz de asırların sinesinde yoğrula yoğrula bugünkü kemâl derecesine ulaşmış ve her gün tabiî bir süzülme ve uyum yolu ile daha üstün bir kemâle doğru ilerlemiştir. İlim ve fikir adamlarımız "İslâm Kültür" hazinesinden Arap, Fars hatta Yunan dillerinin şaheserlerinden seçip aldıkları kelimeleri, millî zevk ve şuurun berrak aydınlığı altında işleyerek bunları düşünce ve duygu dehâmızla uzlaştırıp bugünkü zenginliğe ulaştırmışlardır. Bu hususta sadece onların himmeti yoktur. Evet bütün bir milletin o kelimeler üzerinde emeği vardır. اünkü her bir kelime üzerinde asırların biriktirdiği mânâ ve incelikler, yeni kazandırılan kavram ve güzellikler vardır. اünkü kelimelerimize zaman içinde bir velimiz gِnül ikliminin esintileriyle bir şeyler doldururken, bir paşamız da, onlara ince bir askerî dehânın izlerini nakşetmiştir. Bir padişahımız da, bir cihan hükümranı olarak koca bir imparatorluğun azametini o kelimelere yüklemiştir. İşte edebî güzelliklerden olan telmih ve tedâîler; hep bu tarih içinde renklene cilâlana gelip olgunlaşan güzel kelimelerden doğuyor. اünkü insan, kelimelerle düşünür. Thornas Sheriden’in dediği gibi "Fikirle kelime arasındaöyle yakın bir alâka vardır ki, birindeki eksiklik veya hata, diğerinde kendisini derhal belli eder." اok iyi biliyoruz ki, "Kelime bilgisi arttıkça insanın düşünme kabiliyeti kuvvetlenir ve zeka gücü de artar."

Tefsir yazarı merhum Elmalılı Hamdi Yazır, "İran’da çıkan yünden, Avrupa’da bükülen ipten, Türk tezgâhında dokunan halıyı, Türk malı tanıdım. Bir binanın mimarisi Türk olmak için bütün kerestesi yerli olması lâzım değildir, diye işittim. Afrika madenlerinden çıkmış bir altının üzerinde bir Türk sikkesi gِrdüğüm zaman ona Afrikalıların değil, bizim altınımız dedim. Ruhî-ı Bağdadi’nin: "Sanma ey hâce ki, senden zer u sim isterler/ Yevme la yenfe’u’de kalb-i selîm isterler." sِzünü duyduğum vakit bunu Türkçe’den başka bir lisanın edebiyatına kaydedemediğim gibi, Türkçe’nin en güzel sِzlerinden biri bilmekte tereddüt etmedim." diyor.

"Atalarımız en eski çağlardan beri kendi dil ve kültürlerinde bulunmayan şeyleri başkalarından almaktan çekinmemişlerdir. Valeri, "Aslanın vücudu, yediği hayvanlardan oluşur." der. Kültür eserleri, kullanılan kelimelere bağlı olduğu için, zarurî olarak, ana dile yabancı kelimeler girer. Bunlar, birike birlikte bir okyanus teşkil ederler. Dünyada saf hiçbir ilim ve kültür dili yoktur." diyen Mehmet Kaplan gibi, Nihat Sami Banarlı da "Evet bir kısım diller vardır ki, yalnız bir vatanda değil, birçok vatanlarda devlet kurmuş milletlerin dilleridir. Bu diller, normal olarak, medeniyet ve hâkimiyet götürdükleri ülkelerin dillerinden derlenmiş kelimelerle de zenginleşmiş büyük dillerdir. Başka bir deyişle imparatorluk dilleridir. Bu dillerin sahipleri, hâkim oldukları topraklardan vergi alır, mahsûl toplar gibi, kelime de alırlar. Hem bu alışınölçüsü de yoktur. Kendilerine lâzım olduğu kadar veya canlarının istediği kadar alabilirler. اeşitli ülkelerden derledikleri lüzumlu kelimeleri alırken de kendi dillerinin gramerine, estetiğine ve fonetiğine gِre milleştirerek, kendi kelimelerini yaparlar. Biz bunlara,öteden beri fethedilmiş ülkeler gibi fethedilmiş kelimeler diyoruz."

Sovyet Rusya’nın kurulduğu yıllarda, o zamanın en büyük İlimler Akademisi olmasına çalışılan "Şûra Cumhuriyetleri İlimler Akademisi"ne bir vazife verilmişti. Buna gِre akademi, Rusya’yıöz Rusça haline getirmek için ne yapmak gerektiğini araştıracak, neticeyi bir rapor halinde Rus hükümetine verecekti. Bu rapor çok ciddi şekilde hazırlandı. Raporda hulâsa olarak şu neticeye varılıyordu: "Rusça’yı öz Rusça yapmak mümkündür. Ancak bunun için Rusça’da kullanılan kelimelerin yüzde yetmiş beşini terk etmek ve yerlerine yeni kelimeler bulmak gerekir." Bu rapor Rusça için derhal hasır altı edildi. Fakat aynı rapor, Moskova’nın dış siyasetine yaman bir ışık tutmuş oldu: Mademki, bir dili öz dil yapmaya çalışmak, o dile bu derece yaşayan kelime kaybettiriyor; geçmişle, kِkle, inançlarla alâkayı kesiyor, şu halde bu sistem diğer müsait ülkelerde tatbik edilebilirdi... Bu tatbikata ışık tutan, bir hâtıra: Peyami Safa kendisine "Sosyal, spontane, koordinasyon, icmal, tecessüs, hulâsa ve hâdise" kelimeleri yabancı olduğu halde niçin kullandığını soran okuyucusuna bir hâtıra ile cevap veriyor: "Rahmetli Hüseyinzâde Ali, bir gün Rusya’da bir tiyatro locasında, Rus lisâniyatçılarından biriyle Türkçe’den bahsediyormuş. Rus âlimi Türkçe’nin yabancı kelimelerden mürekkep olduğu için kendi kendine yeten, müstakil bir dil olmadığını sِylemiş. Hüseyinzâde Rus’a sormuş:

- Söyler misiniz? Rusya’da tiyatroya ne derler?
- Tiyatro.
- Oynayanlara ne derler?
- Aktör
- Sahne tertibatına?
- Mizansen.
- Piyesi fısıldayana?
- Suflör
- Sahnenin resimlerine ve eşyasına?
- Dekor
- Bunlar Rusça mı?
- Hayır!"

İşte bu gerçeklere dikkat ederek dilimizi fakirleştirecek cereyan ve tavırlara karşı çok hassas davranmamız ve bu atalar miras ve yadigârı güzel dilimizi korumamız gerekmektedir.

Şairin Dili

Şairin Dili

M. Said TÜRKOĞLU
Şiirin dili şiirin kendisidir. Malzemesi kelimeler olan şair bir dil kurar, adı şiir olur. Bu kadar yalın, bu kadar açık. Lakin izaha muhtaç.

Kelime kuyumcusu şair, aynı zamanda sırlar arayıcısıdır; semboller ustasıdır. İnce kalbinin dokunduğu kelimeler, dilin bütün imkânlarını ayaklandırarak şiir dediğimiz sırlı dile yükselir. Bu açıdan şair dilin kalbine en yakın insandır. Onun yolu ince bir idrak, yüksek bir görüş, derin ve şümullü bir bakış zaviyesinden geçer. Bu zaviyeden bakınca gerçek şair kural icat eder, kendi kelime ağacını yeşertir, donatır. Kendine özgü bir dil kurar. Dilin içinde bir dil geliştirir ve aynı zamanda kelimelere takılıp kalmaz. Yıpranan, eskiyen, yorulan kelimelerin yerine yenilerini bulur.

Rilke, "Şair, seçtiği sözcükleri kalıplara döker, onları kulağımıza değil, içimizin derinliklerine bırakır." der. Şair, sanatının incelikleri üzerinde kafa yoran, kelimelerle çıktığı yolculukta hep daha ince söyleyişler peşinde olan, zamanının solmaz renklerini, bozulmaz tatlarını sözle ebedîleştirmek için fırsat kollayan kişi olunca onun mısralarının hedefi içimizdeki en müstesna seçici duygular oluyor. İçimizin derinliklerine hitap eden şair, hâliyle hep estetik, kıvamlı bir dilin peşinde oluyor.

Şiir diline kıymet kazandıran, onun müphem, gizemli imge ve sembol değeri taşıyan tarafıdır. Çünkü sembollere sığınmak/başvurmak olmasaydı her ifadelendirme bir üst hakikati ima ederek o sırrı hissettirecek niteliği kazanamazdı ve çünkü hakikatin dili doğrudanlığı kaldırmaz Şiire "üst dil, sembolik dil" denmesinin sebebi daha çok bu olsa gerek.

Dildeki kelimeleri şiir içinde bu kadar kıymetlendiren nedir? Taşın ve madenin kıymet dereceleri gibi kelimeler de kullanıldıkları metnin içinde değer kazanırlar ve metne değer katarlar.
Bu bağlamda söz insan demektir, insan kendini sözde bulur, sözün en rafine değeri de şiirde belirir; böylece insan kendini en üst seviyede şiirde bulur.

Herkes şairin sırlı bir dile sahip olduğu konusunda hemfikirdir. Şair bu "bambaşka" tarafıyla kelimelere aşk ve üslup lezzeti verir. Onun gücünü söyleyiş güzelliğinden, dolaylı ve katmanlı anlatımından alan sanatkâr tarafı, okuyucuda bazı kimyevi maddelerin gerekli oranlarda birleştirilmesiyle ortaya çıkan etkiye-güce benzer bir etki bırakır.

Kelimelerin Sırrı
"Şiir, günlük dilin taşımadığı, taşıyamayacağı kadar çok anlamla yüklü ve müzikle karışık olan bir söylem tutkusudur." der Valery. Valery'nin bu sözüne bakarsak aşağıdaki sorulara nasıl cevaplar verebiliriz?

Gündelik dilde kullanılan kelimelerin şiir diline taşınınca bambaşka anlam ve değerler yüklenmesindeki sır nedir? Yeni doğmuş güneş gibi, yeni bir soluk ve hayat getiren her yeni şiir bu güzelliğini neye borçludur? Kelime kalabalığından kurtardıkça şiirin değeri parlıyorsa kelimeler şiir için ayak bağı değil midir?

Birinci cevap: kelimeler gönlün dünyasında şiir diline dönüşürler. Bu minvalde, maharet gönüldedir. Ciddi bir eğitimden geçtikten sonra ilim, irfan kazanıp değerlenen insan gibi kelimeler de şairin gönül tezgâhında işlenerek kıymetlenirler.

İkincisi, şiir yeni doğmuş güneş gibi taze bir soluk ve hayat sunan güzelliğini şairine bağışlanan ilham ve yetenek madenine borçludur. Bir güneş ki Rahman sofrasından parlar ve parlaklığı şairin içindeki istek ve gayret damarı kurumadıkça onu hep aydınlatır.

Üçüncüsü, kelimeler şairin hem malzemesi hem ayak bağıdır. Kelimesiz şiir yazılmaz ama şairin zihnine üşüşen sayısız kelimenin içinden şiire en yakışanını bulmak da şairliğin niteliğini belirler. Aynı temayı işleyen şiirler arasındaki nitelik farkı bundandır. İyi şair, kelimelerin içinden en iyilerini, sese ve anlama en uyanlarını seçer şiirine yerleştirir. Bazen bir dağ büyüklüğündeki tozu toprağı eler, birkaç parıltılı madene ulaşır. Bazen değerlilerin içinden en değerlileri seçer, şiir katına çıkarır.

Bu bakımdan, şiirin gücü bir bakıma dilin silkelenip ayıklanmasıyla belirir. Yaprağın çokluğu meyvenin azlığına işarettir. Şiir ağacı yaprak kalabalığını azalta azalta meyve keyfiyetine erişi oluş sürecine tabidir.

Şair bilir ki şiirde kelime yükü arttıkça şiirin kendine has iç sesi zayıflar. Kaçınılmaz olur ki şair, kelimeleri ses ve anlam değeri bakımından şiir makamına yükseltmek için estetik dönüştürme sürecine girer. Şiirin, lafız olarak hafifledikçe değerinin artmasındaki sır buradadır.

Estetik seçicilik, çokluğun içinden sıkı bir ayıklamayla sözün cevher katına çıkarılmasını semere verir.

Şiirin Bileşenleri
Şair, alışılmamış biçimlerin, seslerin renklerin, mânâların peşinde olan kişidir. Bu hakikati Sezai Karakoç: "Şair, her fecre yeni bir horoz, her çiçeğe yeni bir usare getiren tılsımcıdır." sözüyle belirtir.

Şiir kelimelerle kurulur şüphesiz ama bu kelimeler şair dilinin, gönlünün, kafasının atölyesinde canlı, coşkun, hisli varlıklara dönüşür.

Bu bakımdan, kelimelerin büyülü gücü şiir dili ile ortaya çıkar. Öyleyse şiir, onu oluşturan kelimeler toplamından fazla şeydir; duygudur, düşüncedir, sestir. Kelimeler sadece birer aracıdır; lakin şairin içindeki şiir madenini kısmen yansıtabilen araçlar.

Duygu ile düşünceden bahsetmişken bu iki kavramın şiirle münasebeti üzerine bir iki cümle söylemek gerekir. Şiirde duygu ve düşünce, bir maden damarları şeklinde görünür olmasa da şiirin varlığı/yapısı içinde şiire hayatî katkılar sağlar.

Duygu ile düşüncenin şiirle münasebeti bu iki kavramın şiir varlığı içindeki tekil etkileri ve güçleriyle kıyaslanamaz. Fikrin ve duygunun besiniyle gıdalanan şiir, bu iki değerden birisiyle dengesini bulur, diğeriyle de kanatlanır. Gövdesinden gizli bir fikrin ağırbaşlılığı tüten şiir, duygunun zümrütten kanatlarıyla semalarımızda kanatlanır. Ama her şeyden önemlisi, şiirin bütün unsurları şekil, dil, ahenk, mânâ, duygu, düşünce... Bütün bu unsurlar şiirin yapısı içinde sesini hiç yükseltmez. Her biri kendi varlıklarını şiirin güzelliğine ve tabiliğine feda ederek geride durmayı tercih ederler.

Popular Posts