Öne Çıkan Yayın

kelime videoları

https://www.youtube.com/channel/UC91Wrsi_25Ts3280rX8CLDw                                               ...

8 Ocak 2014 Çarşamba

Orhay Okay ile Dil Üzerine

Orhay Okay ile Dil Üzerine

Yağmur
Yağmur- Mehmet Kaplan "Sokrat 'Kendini bil diyordu. Comte 'Söylediğini bil' diyor. Bunun da öteki kadar önemli bir iş olduğunu sanıyoruz" demekte Kültür ve Dil isimli kitabında. Acaba size göre dilin önemi kendini bilmek kadar önemli midir? Açıklar mısınız?

O. Okay- Eğer dili çok genel manada, yani kendimizi ifade etmek için gerçekleştirdiğimiz bütün davranışlarımız ve yine aynı maksatla kullandığımız bütün vasıtalar manasında düşünüyorsak evet, kendini bilmek söylediğini bilmek kadar mühimdir, belki de aynıdır. Çünkü biz ancak kendimizi ifade ettiğimiz zaman varız. 'Eğer'le başlayan bir cümle daha: Eğer "iptida kelam var idi" doğru ise Sokrat'ın sözünün Comte'un şartına bağlı olduğunu da kabul etmemiz gerekir: Kendini bilmek kendini ifade edebilmek demektir. Bilme fiilinin belki dille ilgisi olmadığı ve sadece zihni bir faaliyet olduğu söylenebilir. Yani düşünceyle ilgili olduğu. Fakat zaten düşünce de dile bağlı değil midir? İnsan kelimelerle düşünür. Öyleyse yine iptida kelam var idi, demektir.

Yağmur- Hal dili ile konuşma dili ve yine konuşma dili ile yazı dili arasındaki farkı açıklar mısınız?

O. Okay- Bu sorunuz bana eski edebiyatımızda ve tasavvufta lisan-ı hal dedikleri şeyi düşündürdü. O özel bir terimdir. Yahya Kemal'in

Ehl-i aşk anlamaz efsus lisan-ı dilden
Zanneder aşık-ı divane muamma söyler

beyti de yeni bir çeşit hal dilini hatırlatıyor. Ama bunun dışında ilk soruyu cevaplandırırken dilin çok genel manada tarifini benimsiyorsak, divan edebiyatındaki ve tasavvuftaki hal dili kavramının dışında da bir hal dili vardır. İnsan, dille konuşmadığı zaman da kendi içinde devamlı bir konuşma halindedir. O insana dışarıdan bakan dikkatli bir göz o içten konuşmayı işitmezse bile konuşmakta olduğunu anlar. Ama eğer ruhun beden hareketlerimize yansımasının, tezahürünün ortak dilini biliyorsak o iç konuşmayı da anlarız yahut sezeriz. İşte hal dili budur. Ama bence, insanın sadece davranış ve hareketlerinde değil, başta sanat eserleri olmak üzere ortaya koyduğu, değiştirdiği, bozduğu, yeniden yaptığı her şeyde bir hal dili var demektir. Tabii o dili okumasını bilenler için.

Sorunuzun ikinci kısmı öncekine göre daha müşahhas bir alanda. Konuşma dili ile yazı dili farkı. Bu farkın bütün dillerde bulunduğunu ve zaruri olduğunu söylemekle başlayayım. Konuşma dili, bununla şüphesiz gündelik konuşma dilini kasdediyoruz, canlı, aktivitesi olan, sadece milli değil, bölgesel, ailevi hatta ferdi karakteri ve özellikleri olan bir dildir. Yazı dili ise evvela millidir, onun altındaki kategorilere doğru inerken ihtiyatlıdır. Yani kendi içinde bir takım sapmaları olsa da disiplinli hatta özel manada söyleyeyim muhafazakar bir dildir. Konuşma dilinin süratli değişmelerine, bozulmalarına, yenileşmelerine biraz geç ayak uydurur. Bazı şeylerin kurallaşmasını bekler. Buradaki yazı dilinden de çok genel manada ifade dili anlamını düşünüyorum. Yoksa bir roman veya tiyatroya o çok canlı ve yeni olan dil de bir kahramanın konuşmasıyla girebilir. Fakat bu örnekler zaten ve yine konuşma dili demektir. Yazı dili ve konuşma dili farklılığını belki yine bu konu içindeki başka bir dil hadisesiyle karşılaştırabiliriz: imla ve telaffuz. İmla yazı diline ait ve olabildiği kadar muhafazakar ve kuralcı bir alandır. Telaffuz ise konuşma dili ile ilgilidir. Her ne kadar ortak ve merkezi bir telaffuz kuralından bahsedilse de yine de milli ve ferdi oluşlar arasında çok değişiklik, değişkenlik gösteren başka bir alan.

Yağmur- Bilim ve teknikteki yeni yeni gelişmeler dilimize birçok yabancı terimin girmesine sebep oluyor. Böylece ilim dilleri ile konuşma dili arasında oluşan uçurumu doldurmak mümkün mü? Dilimize hücum eden bu yeni kelimelerin taarruzundan ana dilimizi nasıl koruyabiliriz? Kelime türetmek bu hususta çözüm yolu olabilir mi?

O. Okay- Bu, dilin, dilimizin en karmaşık, sıkıntılı ve çözümü zor meselelerindendir. Hep dikkatimi çekmiştir. Geçen yüzyıl Osmanlısı bu meseleyi kendine mahsus bir çeşit milliyetçi tavırla halletmiş görünüyor. Yani o, Tanzimat'tan sonraki Batı dünyası ile yakınlıkların tabii sonucu olarak karşısına çıkan yeni ilim alanlarına ait birçok terimi ve günlük hayatla, kullanılan aletlerle ilgili bir yığın kelimeyi çoğu Arapça kelime ve kurallara başvurarak, kelime uydurarak çözümlüyor. Bunun için çok ciddi çalışmaları ve ortaya konmuş sözlükleri var. Hatta uygulamaları da. Zira o tarihten II. Meşrutiyet'e, hatta cumhuriyet döneminin başlarına kadar ilmi ve teknik pek çok terimin ders kitaplarında, ansiklopedilerde, ilmi, felsefi makalelerde bugün olduğu kadar Batı dillerinden girmiş kelimelerin adeta bombardımanı gibi bir hadiseyle karşılaşmıyoruz. Fakat bugünkü durum o dönemden daha farklı. Bilim ve teknikteki değişmeler çok daha fazla. Büyük bir katlanma, geometrik bir diziyle artma söz konusu. Hemen hep Batıdan gelen bu aletlere ve onların arkasındaki kelime ve kavramlara Türkçenin imkanlarıyla direnmek çok zor görünüyor. Kurallarına uygun olarak Türkçede bu kavramlara karşılık uydurulsa bile tutunmaları için daha başka şartları olması gerekir. Telaffuz kolaylığı, dile yatkınlığı gibi. Yahut, ne bileyim, bir veya iki heceden ibaret bir yabancı kelimeyi siz iki üç kelimeyle karşılıyorsanız bunun tutunması zordur. Dilde de tembellik denilen bir kural vardır. Dil bir taraftan olağanüstü zenginleşirken bir taraftan da kısa ve yoğun anlatıma, hatta birtakım kelimelerin, hecelerin düşmesine doğru gidiyor.

Ben bu konuda fazla aşırıya gitmeden, şimdi Türk Dil Kurumu'nun yaptığı gibi, buna ilim adamlarının ve sanatkarların da katılarak yeni ve yabancı kavramlara yeni karşılıklar teklif etmelerini tabii buluyorum. Ama biraz da tabii akışına bırakarak bazı Batı orijinli kelimelerin dile yerleşmesini yanlış bulmuyorum. Asıl tehlikeli olanı bu terimlerden ziyade günlük konuşmanın, televizyon, basın yani medya dilinin böyle ilmi teknik vs. zaruretler olmaksızın, hatta Türkiye'de karşılıkları varken ve kullanılıyorken başka bir dilin kelimelerine başvurması hadisesidir.

Yağmur- Dilin bir vasıta oluşu bugün hemen hemen herkes tarafından kabul edilen bir husustur. Bu sebeple 'meramı anlatsın da eki kökü belli olmayan kelimelerle olsun ne farkeder' görüşündeki insanlar haklı mıdır? Değilse sebebi nedir?


O. Okay- Dil bir vasıtadır ama, nasıl olursa olsun denecek alelade bir vasıta değil. Vasıta dediğimiz başka nesneler, mesela bizi bir yere götürecek taşıma araçları için belki ne olursa olsun, götürsün de diyebiliriz. Fakat dil öyle değil. Onu sadece meramı anlatmak için değil, toplumu belli bir düzende huzur içinde yaşatacak ahlakı, hukuku ve kanunları, felsefi düşünceyi, duayı, en geniş manasıyla edebiyatı ve bütün bunların ilim alanlarındaki meramımızı ifade için kullanıyoruz. Burada meramı anlatsın da ne olursa olsun demek yetmiyor. Kuralsızlığın bile bir kuralı olur. Bu kuralların hiçbir düşünce temeline dayanmadan dışına çıkarsanız bir süre sonra meramınızı da anlatamadığınızı anlarsınız. Dil aslında yukarıdan beri anlatmaya çalıştığım bütün karmaşıklığına rağmen istisnaları da olan, hatta bu istisnalarının da kuralları olan bir mantık ürünüdür. Yani tamamıyla bir matematik tekevvünüdür, oluşumudur. Mantık kelimesinin Arapçada nutuk'la, yani sözle ilgili oluşu dille mantık arasındaki ilişkiyi gösteriyor. Bütün dillerde yeni kavramlara duyulan ihtiyaç, o dilin kurallarına, dil mantığına, estetiğine göre yeni kelimeler üretilmesiyle karşılanır. Yani uydurmadır ama uydurmanın da kuralları vardır. Önceki sorulardan birine cevap verirken geçen asırda Osmanlı'nın kelime uydurmasından bahsettim. İşte o kelimeler tam kurallı ve alışılmış bir sistemin içinde üretildiği için yadırganmadan kullanıldı.

Yağmur- Mehmet Kaplan "Her milletin dili o milletin çağlar boyu yaşadığı tarihin bir özetidir" diyor. Bu konuda öz Türkçe kelimelerden başka kelime kullanmanın hatalı olduğunu söyleyenlerin yanıldıkları noktalar nelerdir?

O. Okay- Yalnız tarihin değil, o milletin kültür tarihinin, sanatının, felsefesinin, her şeyinin özetidir. Ancak dili okumasını da bilmek gerekir. Semantik ilmi bize bir kelimenin asırlar boyunca geçirdiği mana macerasının ipuçlarını verir. Bir kelime hangi devirde ne manada kullanılmış, sonra nasıl farklı manalar yüklenmiş, eski manaların bir kısım kaybolmuş, bir kısmı yaşamaya devam etmiş, Tamamen yok olan, sonra bir bölgede yeniden hayat bulan kelimeler var. Bütün bunlar milletin dönem dönem zevkini, inancını, değer yargılarını hatta ahlak anlayışını gösterir. Ama dediğim gibi, okuyabiliyorsak. Bu bakımdan aşırı özleşmecilik zararlı bir akımdır. Kelimelerle beraber bir kültür kaybolur. Ama bir aşırılığa kaçmadan, aralarında ince mana farkları yoksa bir kavramı karşılayan kelimelerden Türkçe olanı seçebiliriz. Fakat bir dilde, başka dillerden geçmiş ve aynı kavramı yahut nesneyi karşılayan birden fazla kelime varsa ve yaşayabiliyorsa bunlar arasında o ince mana farkları da, yani nüanslar da var demektir. Özleşmecilerin yanıldıkları değil niyetleri başka olduğu için bu aykırı yola girmişlerdir. Yani bir devirde kültür bağlarını koparmak, başka bir kültüre bağlamak niyeti. Yoksa yapılan iş o kadar abestir ki bir yanılmayla açıklamak yetmez.

Dil bir vasıtadır ama, nasıl olursa olsun denecek alelade bir vasıta değil. Vasıta dediğimiz başka nesneler, mesela bizi bir yere götürecek taşıma araçları için belki ne olursa olsun, götürsün de diyebiliriz. Fakat dil öyle değil. Onu sadece meramı anlatmak için değil, toplumu belli bir düzende huzur içinde yaşatacak ahlakı, hukuku ve kanunları, felsefi düşünceyi, duayı, en geniş manasıyla edebiyatı ve bütün bunların ilim alanlarındaki meramımızı ifade için kullanıyoruz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Popular Posts