Öne Çıkan Yayın

kelime videoları

https://www.youtube.com/channel/UC91Wrsi_25Ts3280rX8CLDw                                               ...

8 Ocak 2014 Çarşamba

Dil Evimizdir

Dil Evimizdir

Nihat DAĞLI
Varlığa ilk insan ve ilk peygamber olarak bırakılan Hz. Adem'e ‘isimler'in öğretilmiş olması, bize ‘dil'in, insanın ve varlığın temel hakikati olduğunu gösteriyor. Kendisine isimler öğretilmemiş olsaydı; insan, o bin bir sorunun uçuştuğu varlık bulmacasında ne yapardı? İsimlerini (hakikatlerini) bilmediği o çok şeye nasıl gider ve onlara nasıl katlanırdı? Bütün bir varlık ‘diliyle' kendini açmış olmalı ki, Hz. Adem orada öylece, ‘yabancı'lığın ürkütücülüğüne düşmemiştir. Dil ona ‘ev' olmuştur. Kendisine ‘sürgün' olan ‘gurbet'te, bilinemezliğin o kaygılı ikliminden ‘dil'e sığınarak korunmuştur. Çünkü varlıktaki en küçük kımıltının bile ‘ismini' bilmektedir. Bütün caddelerini bildiği bir şehirde dolaşır gibi varlıkta dolaşmaktadır.

Varlığa getirdiğimiz tanımların hepsi, çok şeyi anlatmakla birlikte, derinden derine, sadece tanımlanan şeyin ‘dil'ini açığa vurur. Bütün çabamız, tanımlamaya çalıştığımız şeyin nasıl bir ‘ev'de (‘dil'de) oturduğudur. Sanki ‘ev'ini bilsek, o şeyi bütünüyle tanımış oluruz. ‘Bana evini anlat, sana kim olduğunu söyleyeyim.' durumu yani... Heidegger'in o meşhur tespitini hatırlayalım: ‘Dil, öznenin/varlıkın evidir. İnsan, varlığın evinde (yani dilde) iskân eder (var olabilir).' ‘Ev'in içimize saldığı ‘güven' içinde kendimizi inşâ eder, inşa sürecinde sahip olunduğumuz dille ‘dışarı' çıkarız. Dilimizin ‘ne'liği ‘kim'liğimizi gösterir. Çünkü dilimizin kurduğu ‘duruş', yani üslup, bizi tanımlar.

Dilin ‘var oluşumuz'la yakından ilgili olduğunu anlatmaya çalışıyoruz. Demek istiyoruz ki, ‘dil'e dair düşündüğümüz/yaptığımız her şey varlığımızı şekillendirir. Oturduğumuz evlerin mimarisinin ve yapısının beğenimizi ve tasavvurumuzu ortaya koyması gibi, varoluşumuza ‘ev'lik yapan ‘dil'imiz de, varlıkla nasıl bir ‘münasebet' kurduğumuzu işaretler. İnsanın inşasında böylesine önemli olan ‘dil'in etrafında ‘medeniyet perspektifleri' de şekillenir. Medeniyetler de etrafında geliştikleri, dolayısıyla renklerini edindikleri dilin imkânlarını kullanırlar. Dil burada da kurucu unsurdur. Diyebiliriz ki, Batı-Doğu karşıtlığı, bu iki medeniyeti şekillendiren dillerin ontolojik farklılığından doğuyor. Bu farklılık, Batılı ve Doğulu'yu, tarihin o gürültülü akışında birbirine karşıt iki ayrı yere düşürmüştür. Bu sebeple Doğu ve Batı, hayatın ying ve yang'ı gibi durmaktadır.

‘Yüzyılın Soykırımı'
Hiç şüphesiz Batı'nınkinden çok farklı bir dile doğan, orada şekillenip büyüyen bir medeniyet perspektifimiz var. Genel anlamda ‘Doğu'da değerlendirilen ama kendine has hususiyetlerinden hareketle ‘Doğu'dan da farklılaşan bir medeniyet perspektifi... İslam kültür atlası içinde şekillenen ve Osmanlı namıyla isimlenen bu medeniyet perspektifi, tarihî pratiğiyle ‘insanlığın adası' gibi duruyor. Etnisiteyi çağrıştırmayan Osmanlı pratiği daha çok ‘insan'ı düşün(dürt)üyor. Kültür havzasına kattığı coğrafyaların etnik ve kültürel dokusuna müdahalelerde bulunmayan Osmanlı'nın bu insanî medeniyet perspektifi, ne yazık ki on dokuzuncu yüzyılda ve yirminci yüzyılın başlarında ‘soykırım'lara maruz kalmıştır. Ömer Seyfettin'in 1914 yılında yayımlanmış Beyaz Lâle isimli hikâyesi, Osmanlı'nın, kendi medeniyet perpektifine mugayir bir dille nasıl hırpalandığını anlatıyor. ‘Bedbaht Rumeli Müslümanlarına' ithaf edilen hikâyenin, İsviçre'de hukuk tahsil etmiş kahramanı Bulgar komitacısı, soykırımın mantığını şöyle ifade eder: ‘Katliam içtimaî bir ilaçtır. İçtimaî vücutlar, uzvî vücutlar gibi aynı kanunlara tabidir. Bir hastayı tedavi ederken fena mikropların uzviyette kalmasına müsaade etmek onların yeniden üreyip hastayı öldürmesini istemek demektir. (...) Bakınız İspanya'ya, işte onlar vatanlarını kurtardıkları zaman içlerinde hiç yabancı bir unsur bırakmadıklarından bugün ne kadar rahat yaşıyorlar. Bir Arap tehlikesi onları asla tehdit etmiyor, etmeyecek. Çünkü İspanya'da numune için, müzeler için olsun bir tek Arap bırakmamışlardır. (...) Türkler nasılsa ellerine geçirdikleri yerlerdeki kavimleri temizlemediler. Onları yutmadılar. Türk yapmadılar. Asırlarca evvel yaptıkları budalalıkların cezasını bugün görmeye başlayan bu sersem Türkler'in hali işte bize bir derstir.'

‘Yabancı'yı, ‘temizlenmesi', yani sökülüp atılması gereken necis bir parça gibi görmeyen, onu kendi içinde kendi haline bırakan Osmanlı medeniyet perspektifi, iki yüzyıl, ‘yabancı'yı, vücuttan atılması gereken bir ur gibi gören karşıt bir dille hırpalandı. Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu buna şahittir. Osmanlı himayesinde ‘insanlığa' şahit olmuş bu coğrafyalar, ne yazık ki Müslümanların ‘temizlenmesi'ne de şahitlik yapmıştır. Birer Osmanlı yurdu olan ve Osmanlı denen medeniyet perspektifini yaşayan bu coğrafyalar, son iki yüzyıl içinde yaşanan ‘milliyetçi' durumlarla birlikte bedenlerin ve canların soykırımına mekân olmuştur. Buralar, bedenî ‘temizliğin' sonrasında çok daha feci bir ‘soykırım' yaşadı. Osmanlı'yı çağrıştıran izlerden ‘temizlendi' ...Bağırları kazınarak...

Osmanlı insanının, bu soykırım karşısında varlığını sürdürmek adına ortaya koyduğu çaba büyüktür. Savaşların ve soykırımların içinden geçerek yirminci yüzyılın başlarına varan Osmanlı, nihayette Anadolu'ya sığar olmuştur. Birçok parçasını kaptırarak, azar azar ölerek ‘Anadolu' olmuştur. Anadolu'ya sıkışıp kalan ve burada varlığını sürdürmek adına yeni yollara koyulan bu medeniyet perspektifi, bu sefer farklı, ama bizce daha yakıcı bir ‘soykırım'la karşı karşıya kalmıştır. Çünkü bu ikinci soykırım, söz konusu medeniyet perspektifinin çocukları tarafından yapılmıştır. Ve bu, ‘Yüzyılın Soykırımı' kitabının merkezi konusu olan ‘dil'e yapılan müdahalelerle gerçekleşmiştir. ‘Ev'imize buğzeden projeler

Dilin, insanın evi olduğu hakikatine işaret etmiştik. Dilin hem bizi içine alıp koruduğunu, hem de içinde kalarak kendimizi ifade edebildiğimizi söylemiştik. Varlık içindeki duruşumuza ayna olan dilimizle göründüğümüze/bilindiğimize dikkat çekmiştik. Şimdi Anadolu'dayız. Biyolojimizi ortadan kaldırmak adına üzerimize çullanan ‘düşman'dan bir şekilde kurtulmuşuz. (‘Bir şekilde...' dememize bakmayın, hiç de kolay olmamış bu. Sadece Çanakkale ve Sarıkamış isimleri bile bize olanları anlatmaya yetiyor.) Tarih(imiz)le problemli bazı insanlar, anlamakta zorlandığımız girişimlerin öznesi oluyorlar. Bizi, daha sağlıklı bir ‘yarın'a gitmek için ihtiyaç duyduğumuz ‘dün'ün imkânlarından ediyorlar. Ruhumuzu kuran, kalbimizi besleyen, dilimize ‘has'lık kazandıran kaynaklara buğzeden bir mantıkla, bizi ‘herhangi biri' kılmak çabasındalar. Ruhsuz ve kalpsiz bir dilin yoksunluğunda tükenip giden biyolojik varlıklar olmamızı istiyor gibiler

‘Dilimizi yabancıların boyunduruğundan kurtarmak gerekir' gibi bir düşünceyle, aslında ‘yabancımız' olmayan, aksine ‘biz' dediğimiz şeyi oluşturan temel unsurları ‘temizliyorlar'. Ömer Seyfettin'in hikâyesindeki Bulgar komitacısının reçetesini harfiyen uygular gibi, ‘öztürkçe' olmayan ne kadar kavram ve kelime varsa üzeri çiziliyor. Türkçe'den kovulan bu kelime ve kavramların işaretlediği kültürel iklim de lanetlenmiş olunuyor. Bu ise, Osmanlı denen medeniyet perspektifinin iptalidir. Belki de özde yapılmak istenen budur. Osmanlısız bir duruş geliştirmek... Modern dönemin tasavvuruna oturan etnik yapılı bir devlet tahayyülü... Çünkü Osmanlı etnisitenin ötesinde bir tasavvuru dillendiriyordu.

Ve her nedense dilimizi boyunduruğunda tutan ‘yabancı', Doğu oluyor. Savaş meydanlarında karşı olunan, kendisine karşı mücadele edilen Batı ise, bu yeni süreçte hiç de ‘tukaka' görünmüyor. Doğu'ya kapalı, ama Batı'ya alabildiğince açık bu duruş ilginçtir ki, ‘milliyetçi' bir tezle hareket ediyor: Dili Türk(çe)leştirmek... Türkçe'yi Arapça ve Farsça'dan ‘temizlemek'le, Arapça ve Farsça kelimelerin işaretlediği kültürel kaynakları unutturmak... Böylece Türkçe bu dillerden kurtulacak, Türkçe'yi kullananlar da Araplardan ve Farslardan... Oysa ‘millet' dendiğinde, sadece etnisiteye dikkat çekilmiyor, din gibi kuşatıcı bir havza, tarih gibi kadim bir akış da anlatılıyor. Dine ve tarihe sırt dönülerek kurulacak bir ‘millet' de, millet olmaz.
20. yüzyılın başlarında yapılan budur: Dili sekülerleştirerek, tarihsiz ve bir şekilde dine mesafeli bir ‘ulus' oluşturmak... Ve bir şekilde sonuca gidilmiştir: Arapça ve Farsça kökenli kelimelerin dilden uzaklaştırılması ve bu kelimelerin çağrıştırdığı kaynakların unutulmasıyla, koca bir tarihe ve medeniyete yabancılaşmış yeni bir ‘kuşak' şekillenmiştir. Bu damar hâlâ atıp durmaktadır. ‘Cumhur'un anlamakta güçlük çektiği, hayatın içinde karşılığı olmayan bir ‘dil', ‘Başkan' tarafından ‘Cumhur'a söylenmektedir. Olması gereken bu mu? ‘Cumhur'un seçtiği ‘Başkan', ‘cumhur'a rağmen, ona karşıt bir ‘dil' kullanır mı?

Bizi içine almayan bir dil, bize ‘ev' olamaz. Bize böyle bir dil dayatılıyorsa, problem var demektir. Dahası var. Bize ‘ev' olan ‘dil'e buğzediliyor. O zaman bize düşen şey, ‘ev'imizi korumak ve geliştirmektir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Popular Posts