Öne Çıkan Yayın

kelime videoları

https://www.youtube.com/channel/UC91Wrsi_25Ts3280rX8CLDw                                               ...

20 Aralık 2013 Cuma

Dostoyevski Suç ve Ceza

A-BİÇİM YÖNÜNDEN
1.Kitabın Adı: SUÇ VE CEZA-Cilt 1
2.Kitabın Yazarı: Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
3.Yayın Evi: Öteki Yayınevi
4.Basıldığı Yer ve Tarih: Ankara-Ağustos 1998
B-İÇERİK YÖNÜNDEN
1.Konu
St. Petersburg’un sefil ve çirkin dünyasında yaşayan Raskolnikov’un, yaşam mücadelesi ve kendi iç hesaplaşmaları.
2.Özet

Dört aydır evin kirasını verememişti. Evin sahibi onu mahkemeye verecekti. Uzun süreden beri hasta olmasına rağmen yaşlı Teteri kadının evine gidebilirdi. Daha önceki yüksüğe 1.5 Ruble veren kadın yeni getirdiği saate baktı ve “1.5 Ruble” dedi. Raskonikov kabul etmek zorundaydı çünkü kata çıkana kadar kimseyle karşılaşmamıştı. Yaşlı kadın, kız kardeşi ile beraber kalıyordu evde. Çok zengin olmasına rağmen, kız kardeşi hiç miras bırakmayacaktı. Kız kardeşini çoğu zaman döver, onun her işini takip etmesi gerektiğini düşünürdü.
Raskolnikov 1.5 Rubleyi aldı ve dışarı çıkıp bir meyhaneye gitti. Marmeladov yan masada oturuyor olmasına rağmen taşınıp sohbet etmekten kendini almamıştı. Marmeladov eşini çok seviyordu ve üç çocuğunu da; ama çok içyordu. O kadar ki ailenin geçimi için Sonya fahişelik yapmak zorunda kalmıştı. “Ne kadar fedakar bir kız bu Sonya” diye düşünmekten kendini almamıştı. Raskolnikov Marmeladov ‘un evine gittiklerinde eşi haykırışla onları yumruklamaya başladı. Hep içiyordu ve evdeki 20 Rubleyi götürüp içkiye vermişti. Marmeladov Raskolnikov cebindeki 50 Kapik’i oraya bırakarak uzaklaştı. Eve geldi, yorgundu. Nastasya bir mektup getirdi. Raskolnikov heyecanla okumaya başladı mektubu. Annesinden gelmişti mektup. Annesi kız kardeşi Dunya’dan bahsediyordu. Dunya, Luzhin adında çift memurluğu olan 45 yaşındaki biriyle evlenecekti. Hem Luzhin onların eşyalarıyla beraber Petersbur’ga gelmesi için yardım edecek, gelmelerini sağlayacaktı. Annesi, 60 mil ötedeki tren yoluna gitmek için bir araba ayarladığını, trende ise 3 ncü sınıfta güzel bir yolculuk yaptıktan sonra Petersburg’a gideceklerini ve onu çok özlediğini yazıyordu.
Raskolnikov “Bu evlilik olmayacak” diye düşündü. Dışarı çıktı ve birkaç saat dolaştıktan sonra yorgun düşüp bir yerde uyukladı. Kötü bir rüya gördükten sonra uyandı. Eve gitti. Saat 7’ye yaklaşıyordu. Saat uygundu. Aşağıdaki baltayı alacak kimseye gözükmeden yaşlı tefeci kadının evine gitti. İçeri girerken onu kimse görmemişti. 2 nci katta boya yapan adamlarda onu yukarı çıkarken görmemişlerdi.
Tefeci kadının evine girdi ve ona bir kültablası uzattı. Kadın kültablasına bakarken baltayı kafasına indirmişti. Kadının ölü bedeni yerde yatıyordu. İçeri daldı ve dolaptan sadece rehin verilmiş, birkaç parça altını cebine aldı. Yaşlı kadının kız kardeşiyle içeride karşılaştı. Kızın şaşkın bakışları altında baltayla onu da öldürdü. Doğrusu bir kişinin toplumdaki binlerce kişinin refahı ve mutluluğu için ölmesinin bir zararı yoktu. Üstelik bu tefeci kadın çok kötü biriydi. Kapıda birkaç kişi kapıyı vuruyorlardı. Hiç evden çıkmayan tefeci kadının, çıkacağı tutmuştu. Raskolnikov titriyor, dışarı çıkıp her şeyi itiraf etmek istiyordu ama yapmadı. Dışardakilerden biri kapının içeriden sürgülü olduğunu fark etti. Yaşlı kadına bir şey olduğunun farkına vardılar. İki kişi Kapıcıyı çağırmak için aşağı indi. Bu kaçmak için tam fırsattı, Raskolnikov kapıyı açtı, hızla merdivenlerden inmeye başladı, aşağıdan gürültü gelmeye başlayınca Raskolnikov boyacıların dairesinin kapısının arkasına saklandı ve kapıcı ile üç adam yukarı çıkınca o da dışarı çıkıp değişik bir yoldan eve gitti. Baltayı aldığı yere bıraktı. Çok korkmuştu ve titriyordu. Aldığı mücevherleri ve kıymetli takıları dışarıda bir yerde saklamayı ihmal etmedi.
“2 gün geçti hala uyanmadı” diye düşünüyordu Üniversite arkadaşı Razumikin. Doktor Zozimov hastalığı atıp kendisine geleceğini söylüyordu. Ama Raskolnikov uyanınca arkadaşını ve doktoru isteksiz bir vaziyette evden kovdu ve dışarı gidip bir bara oturdu. Eski gazeteleri okurken yanına gelen bir polis memuru melenkolik ve deli bir ruh haliyle cinayetten bahsedip, üstü kapalı her şeyi anlattı. Korktuğunu, endişelendiğini hiç hissettirmedi.
Ertesi gün eve geldiğinde annesi ve kız kardeşi Dünya’ nın kendisini beklediklerini gördü. Çocuğun halini gören anne şaşkınlıkla titriyordu. Onu ertesi gün bay Luzbinin geleceği görüşmeye çağırırken korkmuştu. Ertesi gün bay Luzbin onları ziyaret etttiğinde, Raskolnikov haklı çıkmanın gururu ile gülüyordu. Bay Luzbin kız kardeşi çok aşağılamış, onların fakir bir aile olduğunu değerlendirerek fazla istekte bulununca evden kovulmuştu. Hemen ardından Raskolnikov “elveda” diyerek evden ayrıldı. İnanamıyordum. Annesi oğlunun bu tavırla doğrusu ağlamaktan başka yapacak bir şeyleri yoktu. Raskolnikov melenkolik halde evi terkederken her nasılsa arkadaşı Ramuskin’e onları emanet etmeyi de ihmal etmemişti.
3.Kahramanların Tanıtılması
Raskolnikov: Romanın başkahramanı. St. Petersburg’a memleketinden üniversite okumak için gelse de ekonomik durumlarının olumsuzluğu ve çevresi onu okumak bir yana kendini her açıdan daha kötüye götüren bir durum içinde bulundurur. Çok güçlü bir karakter ortaya koyamaz ve iç çelişkileri çok fazladır. Yaptığından dolayı pişmanlık duyar ve kendini kirli hisseder. Diğer insanların hep onu izlediğini zannederek kendini tam bir kaosun içine atar.
Hastalığı yaşadığı bunalımla daha da artar ve insanlara karşı ters olmaya başlar hatta onu ziyarete gelen anne ve kız kardeşine bile. İnsanları tersler ve hep karşıdakinin işlediği suçu ima ederek bir şeyler söylediğini zannetse de bu kendi kuruntusundan başka bir şey değildir.
Razumikin: Raskolnikovun en yakın arkadaşıdır. Ona yardım etmek için elinden gelen her şeyi yapmaya hazırdır. Ona doktor bulur, kalacak yer ayarlar ve sırlarını paylaşır.(En büyüğünü bilmese de) Her zaman onu destekler. Karakter olarak olumlu özellikleri çoktur ve insanlara ön yargılı yaklaşmaz ve Raskolnikov’un da öyle olmasını sağlar. Tanımadığı insanlara da hoşgörüyle yaklaşabilen bir kişiliği vardır.
Zozimov: Raskolnikov’un doktoru ve yakın arakadaşıdır. Çoğu zaman Raskolnikov tarafından terslense de ona bakmak ve onunla ilgilenmek ister.
Avdotya Romanovna: Raskolnikov’un kız kardeşidir. Romanın sonuna doğru onu ziyarete annesiyle gelir ve hastalığından dolayı üzüntü içindedir. Ayrıca Raskolnikov’un sevmediği Pyotr Petroviç ile nişanlıdır fakat Raskolnikov evlenmelerini istememektedir çünkü kız kardeşini zegin bir koca için kendini feda ettiğini düşünmektedir.
Pulheriya Aleksandrovna(Dunya): Raskolnikov’un annesidir. O da kızıyla birlikte romanın sonlarına doğru ziyarete gelir. Daha önce hep mektuplaşmışlardır ve Raslkolnikov’un hasta olduğunu öğrendikten sonra hemen gelmişlerdir.
Marmeladov: Raskolnikov’un meyhanede tanıştığı, üç çocuk babası alkolik bir insandır. Romanın başında ortaya çıkmış ve Raskolnikovla dertleşmişlerdir. Fakat karısı kocasının bu durumundan oldukça hoşnutsuzdur. Ayrıca adamın evi terk etmiş, pavyonlarda çalışan bir de kızı vardır üç çocuğu haricinde. Fakat Marmeladov sonlara doğru ölür ve Raskolnikov yufka yüreğiyle Razumihin’in verdiği yirmi beş rublenin tamamını adamın ailesine verir.
Katerina İvanovna: Marmeladov’un karısıdır. Kocası öldükten sonra üç çocuğu ile ortada kalmıştır.
Pyotr Petroviç(Luzhin): Raskolnikov’un sevmediği fakat kızkardeşinin evlenmek üzere olduğu zengin adamdır. Her ne kadar Raskolnikov onu sevmesede Porfiriy’nin de onu sevmediği kesindir.
Nastasya: Raskolnikov’un bakıcısıdır. Her sabah kahvaltısını getiren ve ona acıyan bir kızdır. Oldukça iyi niyetlidir ve her zaman onun yanındadır.
4.Romanın Yorumlanması
Eser tartışmasız bir başyapıttır. İnsan ruhunun derinliğine inmeyi o kadar iyi başarmıştır ki yazar kimilerinin dediği gibi insanı Sigmund Freud’dan önce çözdüğü teorisi pek de uzak değildir aslında. Özellikle mekan-zaman-karakter çatışmalarını o kadar iyi tasvir etmiştir ki özdeşleşemememizi imkansızlaştırmaktadır. Çevrenin ve toplumun insan üzerinde gerçekleştirdiği değişimleri açık ve net bir şekilde ifade etmesi ve haksızlıklara karşı ayakta durulması gerekliliğini, okuyan herkesin kanında hissedebiliriz. Günümüzde de böyle olayların yaşandığını bildiğimiz için kullandığı üslup ve yarattığı karakterlerin ne kadar gerçekçi olduğunu anlamak zor değildir.

5.Ana Fikir
İnsan her türlü zorluğa dayanırken; eşitsizliklere başkaldıran, haksızlıkla uzlaşmayan ahlaklı bir varlık olmalıdır.
6.Dil ve Üslup
Dostoyevski böyle ağır ve önemli bir konuyu anlatırken, metaforlardan uzak, yalın, gerçekçi bir anlatım kullanmıştır. Karakterler o kadar iyi belirlenmiştir ki hikaye akışında yaptıkları hiç bir şeyi yadırgayamayız. Bütün karakter tasvirlerini ilk ortaya çıktıkları bölüm bittikten sonra yapmıştır. Böylece önce olayı sonra tasviri okuyarak kafamızda canlandırdığımız o karakterle yazarın belirlediği karakter arasındaki benzerlik ve farklılıkları bulabiliriz.
Diyaloglara fazla yüklenmeden daha çok mekan ve zaman tasvirleriyle hikayesini anlatan yazar böylece karakterleri konuşturmadan daha evrensel mesajlara ulaşabilmeyi başarmıştır. Bunu destekleyen bir diğer üslup denemesi ise, şehrin kendisi haricinde hiç bir mekanın isminin verilmemesidir böylece anlattığı olayın herhangi bir yerde de olabileceğini belirterek tüm dünya okurlarına rahatça seslenebilmeyi başarmıştır.
7.Eser Hakkında Görüşler

Eseri beğenmemek elde değil. Yukarıda çoğu yerde belirttiğim gibi günümüze uyarlanabiliyor olması ve gerçekçi anlatımı, bunları da yüzümüze vurması eserin ne kadar güçlü olduğunun bir kanıtı. Dünyaya bakış açımda bir değişim gerçekleştirdiği ise tartışmasız.

Ago Paşa Hatıratı-Refit Halit

1-KİTABIN KISA ÖZETİ:
Kitap kısa kısa hikyelerden oluşmuştur.kitabın birinci hikayesi ise kıtabın ismi olan “AGO PAŞA’NIN HATIRATI”dır.
Ago Paşa,herkesin isminden dolayı yanıldığı gibi bir insan değil aksine bir papağandır.Zamanında bir kuşçu dükkanında eğitilmiştir.Orada  sahibi tarafından konuşmayı öğrenmiştir.
Ago Paşa’nın sahibi ona o zamanda neler yasak değilse onu öğretirdi ve o da bunu söylerdi.İnsanlar da onu merakla dinlerlerdi.Ama herşeyin bir sonu vardır.Ve kuş bunu anlayamaz.Bu sefer yine aynı şeyi söylemesine rağmen bu yasaklanmştır.Bunun üzerine bu sefer sahabi polislerle uğraşmak zorunda kalır.O zaman sahibi onu tavan arasına saklar.Olaylar geçtiğinde de ona bu sefer ne söylemesi gerekiyorsa onu öğretirdi.
Ona ilk önce “yaşasın padişahımız” öğretilmişti.Bu yasaklanana kadar sahibi ve o mükemmel bir hayat sürmüşlerdi.Ama bu cümle de yasaklandığında yine büyük bir tehlike yaşamışlardı.Daha sonra “yaşasın hürriyet”öğretilmişti.Yine ilk önceleri herkes şaşırmış,kuşun söylediklerine şaşıyordu.Sonra bu cümle yüzünden bu sefer “ittihat ve terakki cemiyeti”ne girmişlerdi.Orada “yaşasın ittihat ve terakki” diyerek yüzlerce kişiyi başına topluyor ve onların verdiği şeyleri yiyordu.Gün geçti bu da yasaklanmıştı.Bu sefer “yaşasın şeriat” öğretilmişti.Görenler bu kuşun kendi dillerine uygun olduğunu düşünerek yine ona yiyecekler veriyorlardı.Sonra bu da yasaklanınca “yaşasın Mahmut Şefket Paşa” öğretilmiş ve bunu haykırıyordu.Bu yüzden Hareket Ordusu erkanından birine satılmıştı.İlk önceleri orada da rahat içindeydi.Bir gramofondan:
Kimdir onlar?Kimdir onlar?
Hareket Ordusu!
öğrenmişti.Daha sonra sokaktan geçen bir lahana turşucusunun taklidini yaparak bunu
Kimdir onlar?Kimdir onlar?
Hareket Ordusu!
Lahana turşusu!
çevirmişti.Sonra bunu dedi diye onu oradan atmışlardı.
Bu böyle devam etmişti.Ago Paşa öğrendikleri yüzünden ne acıklar çekmiş ve neler neler ile ödüllendirilmişti.En sonunda yeni bir cümle öğrenmişti.Bu “yaşasın Kuvayı Milliye”idi.Daha sonra bu da yasaklandı.Artık bunlardan iyice sıkılmıştı.Çünkü ne öğrettiyseler önce onu rahat ettiriyor sonra cezalanmasına neden oluyordu.
2-KİTABIN KONUSU:Bir papağanın öğrendiklerinin başına neler getirdikleri
3-KİTABIN ANAFİKRİ:Herşeyi sadece zamanına göre değil biraz da ileri düşünerek yaşamalıyız.
4-OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ:
Ago Paşa:Öğrendikleri yüzünden başına gelmeyen kalmamış olan bir papağan.
5-KİTAP HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLER:Kitap, zamanında nelerin olup bittiğini anlatan güzel bir kitaptır.
6-YAZAR HAKKINDA KISA BİLGİ:
REFİK HALİT KARAY
1888′de İstanbul’da doğdu. 18 Temmuz 1965′te İstanbul’da yaşamını yitirdi. Vezneciler’de Şemsü’l-Maarif ve Göztepe’de Taş Mektep’te öğrenim gördü. Özel ders aldı. Galatasaray Lisesi ve Hukuk Mektebi’ni yarıda bıraktı. Maliye Merkez Kalemi’ne katip olarak girdi. 1908′de Servet-i Fünun’da ve Tercüman-ı Hakikat’te çalışmaya başladı. Son Havadis adıyla bir gazete kurdu, 15 sayı yayımladı. Fecr-i Ati Topluluğu’na katıldı. Kalem adındaki mizah dergisinde de “Kirpi” takma ismiyle (müstear) siyasi mizah yazıları yazdı. Mahmud Şevket Paşa’nın öldürülmesinden sonra Sinop, Çorum, Ankara ve Bilecik’te sürgün hayatı yaşadı. 1918′de İstanbul’a döndü. Robert Kolej’de Türkçe öğretmenliği yaptı. Vakit, Tasvir-i Efkar ve Zaman gazetelerinde makaleleri yayımlandı. Damat Ferit Paşa’nın dostluğu sayesinde, mütarekeden hemen sonra Hürriyet ve İtilaf Fırkası’na katıldı. Posta ve Telgraf Umum Müdürü olarak görevlendirildi (1919). İzmir’in işgalinden sonra Anadolu Hareketiyle İstanbul Hükumeti arasında yaşanan telgraf krizinde İstanbul Hükumetini tuttu. İstanbul’un düşman işgalinden kurtarılışının ardından 1922′de Beyrut’a kaçtı. 1938′de affın çıkmasından sonra yurda döndü. Ölünceye dek yazılarını sürdürdü.

Anahtar-Refik Halit Karay

1.KİTABIN KONUSU:
Kitapta Kenan adlı kişinin karısının çantasında bir anahtar bulmasıyla başlayan olaylar ve sonunda bütün şüphelerinin boş bir kuruntu olduğu anlatılmaktadır.

2.KİTABIN ÖZETİ:
Kenan bir gün anahtarını kaybeder ve gururlu bir insan olduğundan bunu kimseye söyleyemez. Habersizce karısının çantasından anahtarı alıp aynısını yaptırır. Daha sonra evin kapısında denediğinde kapı açılmaz. Olaylar böyle başlar. Kenan hem karısı Perihan’a sormaya çekinir hem de kendi kendine devamlı şüpheler üreterek olayı git gide büyütür. Kenan’ın içerisinde bulunduğu bu durum bir hastalıktır. Artık çevresindeki bütün erkeklerden şüphelenmekte, belki de bu anahtar onlardan birinin evini açıyor diye kendini yiyip bitirmektedir. Hatta bu durum karısını takip ettirmeye kadar varır. Bir gün karısının sürekli gittiği bir arkadaşının oturduğu apartmana karısının eski kocası Vecdi’nin taşınmış olduğunu öğrenir. Artık aklında tereddüt kalmamıştır. Oraya gidip anahtarı Vecdi’nin evinde deneyecektir.
Apartmana gelir ve merdivenlerden yukarıya doğru çıkmaya başlar. Fakat hastalığın verdiği rahatsızlıkla olduğu yere yığılır. Daha sonra kliniğe kaldırılır ve tedavi görür. Kenan’ın teyze oğlu Rüstem Perihan’a herşeyi anlatır. Perihan kocasının böyle düşünmesine çok üzülür. Bütün olan bitenlere bu yeni hayatlarının neden olduğunun farkındadır. Eski yaşamları daha sade, daha güzeldir. Kenan iyileşince anahtarın nereye ait olduğunu sorar. Perihan onu eskiden yaşadıkları sessiz, sakin bir yer olan Osmonti’deki evlerine götürür. Kenan çok şaşırır. Perihan gittiği her yerden bir hatıra almayı adet haline getirdiği ve bu evi de çok sevdiği için oranın anahtarını gizlice saklamıştır. Kenan bunu öğrenince çok utanır. Daha sonra Perihan ve Kenan bu eve taşınırlar. Perihan ayrıca hamiledir ve ikisi mutlu bir şekilde sosyeteden, kumarlı içkili ev partilerinden uzak hayatlarına devam ederler.
3.KİTABIN ANA FİKRİ:
İnsan sevdiği hele de hayatını bağladığı birinden asla şüphelenmemeli, hatta ona git gide daha da bağlanmalı; onu kaybetmemek için elinden geleni yapmalıdır.
4.KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN    DEĞERLENDİRİLMESİ:
Kenan gururlu, kişiliğinden taviz vermek istemeyen birisidir. Perihan, Kenan’ın karısı, nazik ve hoşgörülü ayrıca alımlı bir kadındır. Vecdi, Perihan’ın eski kocası, gece hayatını ve kadınları çok seven birisidir.
5.KİTAP HAKKINDA ŞAHSÎ GÖRÜŞLER:
Perihan adlı şahsın eşine göstermiş olduğu hoşgörü, sevgi ve destek gerçekten örnek alınması gereken bir tavırdır. Kenan’ın sergilemiş olduğu davranışlar da aksine kötüdür.
6.KİTABIN YAZARI HAKKINDA BİLGİ:
1888 yılında Beylerbeyi’ nde doğan Refik Halid, “Galatasaray Sultanisi” ve “Mekteb-i Hukuk” da okumuştur. Meşrutiyet sırasında gazeteciliğe başlamıştır. “Fecri-Âti” edebiyat topluluğunun kurucularından olmuştur. “ Kirpi “ adıyla taşlamaları ve siyasal yazıları sonucu İttihat ve Terakki hükümetince Anadolu’nun çeşitli illerinde 5 yıl sürgüne gönderilmiş, ancak 1.Dünya  Savaşı’nın son yılı İstanbul’a dönebilmiştir. Dönüşünde Robert Koleji’nde öğretmenlik, Sabah Gazetesi baş yazarlığı, ilk kez Posta-Telgraf Genel Müdürlüğü yapan Refik Halid, bu ara tanınmış “Aydede” mizah dergisini de çıkarmıştır. 1938 ‘ de yurda dönen Refik Halid, çeşitli dergi ve gazetelerdeki günlük yazıları ve yirmi kadar romanı ile yaşamını sürdürmüştür.
18.7.1965 tarihinde İstanbul’ da ölen yazar; tekniği, dilinin güzelliği, taşlamalarının inceliği ve tasvirlerinin kuvveti ile ün yapmış, Modern Türk Edebiyatı’ nın temel taşlarından biri olmuştur.

Beyaz Gemi,Cengiz Aytmatov

1. ROMANIN KONUSU:
Roman, San-Taş Vadisi’nde etrafındaki beş-altı insanla yaşamak zorunda olan, dedesinden başka seveni olmayan, gerçek hayatında mutsuz olan fakat hayal dünyasında mutlu olmaya çalışan bir çocuğun psikolojisini konu almakyadır.

2. ROMANIN ÖZETİ:
Çocuk San-Yaş Vadisi’nde dedesi, üvey ninesi, Orozkul, Bekey hala, Seydahmet, Gülcemal ve köpeği Beltek ile berabar yaşamaktadır.  Vadide sadece üç ev vardır. İlk evde  dedesi ve üvey ninesi ile çocuk;ikincide Mümin dedenin büyük kızı Bekey hala ile kocası korucubaşı Orozkul; üçüncüde ise tembel işçi Seydahmet ile karısı Gülcemal ve küçük kızları yaşamaktadırlar.Çocuk bu küçük dünyada mutlu olmaya çalışmaktadır. Hiç arkadaşı yoktur ve okula henüz başlamamıştır. En büyük zevkleri dedesinin kendisine dere kıyısında yaptığı gölette yüzmek; “Deve, Kurt, Eyer ve Tank” isimlerini verdiği kayalarıyla konuşmak; dedesinden masal dinlemek ve dağa çıkıp dedesinin dürbünüyle kasabaya, Isık Göl’e ve San-Taş Vadisi’ne daha yakından bakmaktır. Her akşam eline dürbününü alıp, dağ başına çıkar ve Isık Göl’de ancak beş-altı dakika görünüp kaybolan beyaz gemiye bakar.
Annesi ve babası onu çok küçük yaşlarda  terketmişlerdir. Annesi şehirde kendine yeni bir yaşam kurmuştur. Çocuk babsının beyaz geminin kaptanı olduğuna, bir gün başı insan başı olan bir balık olup beyaz gemiye kadar yüzeceğine ve babasıyla konuşacağına inanmaktadır. Dedesi çok iyi kalpli, çalışkan,köse bir insandır. Çevresindekiler ona Kıvrak Mümin lakabını takmışlardır. Damadı Orozkul’un yanında çalışır ve onun emirlerini yerine getirir. Orozkul şişman, koca kafalı içki içmeyi çok seven, çabuk sinirlenen bir korucubaşıdır. Mümin’in kızı ve Orozkul’un karısı olan Bekey kısır bir kadındır. Orozkul bunu Bekey’in suçu olarak bilir ve her akşam içip onu döver. Orozkul arada bir arkadaşlarıyla içmeye gider ve sarhoş olunca yanındakilere birer tomruk sözü verir. Tomruğu kesip dağdan indirme, çayın karşısına geçirme ve kamyona yükleme zamanı gelince de verdiği söze pişman olur ama iş işten geçmiştir. Arada bir  vadiye şehirden  “Maşin Mağaza” denilen içi ıvır zıvır dolu bir araba gelir. Bir gün yine Maşin Mağaza geldiğinde dedesi çocuğa bir okul çantası alır. Ertesi yıl çocuk okula başlar. Çocuk dedesinden masal dinlemeye bayılır. Her akşam artık ezberlediği “Boynuzlu Maral Ana” masalını dinler . Dedesine göre hepsi Boynuzlu Maral Ana’nın soyundan gelmektedirler. Çocuk da buna inanmaktadır. Masala göre maral ana San-Taş Vadisi’ni terketmiştir ama onları sürekli korumaktadır. Mümin çocuğu her gün atıyla okula göyürüp getirmektedir. Okul çok uzaktadır ama hiç geç kalmamıştır.
Çocuk bir  gün yol kenarındaki kayalarıyla oynarken San-Taş yakınlarından kuru ot almaya gelen beş-altı kamyonluk bir konvoy görmüştür. Çocuk en öndeki kamyonun peşine takılıp koşmaya başlar. Çocuğu gören şoför durur ve çocukla biraz konuşur. Şoför genç ve yakışıklı biridir. Adı Kulubeg’dir. Çocuğa dedesini tanıdığını, kendisinin de Boynuzlu Maral Ana’nın soyundan geldiğini söyler ve ayrılır.
Ertesi gün  Mümin dede ile Orozkul yine dağdan bir ağaç indirirler. Bu sırada uzun zamandan beri ormanda görülmeyen maralları görürler fakat işleri olduğundan onlarla ilgilenemezler. Akşam olmuştur. Dede, Orozkul’a söyleyip çocuğu okuldan almaya gitmek ister fakat Orozkul ağacı  indirmeleri  gerektiğini  söyleyip  izin vermez.  Tomruğu çaydan geçirirlerken tomruk  çayda kayalara takılır. Çıkarmak için çok uğraşırlar ama çıkaramazlar. Dede vaktin çok ilerlediğini farkeder, daha fazla dayanamaz ve daha önce hiç yapmadığı bir şey yapıp Orozkul’dan izin almadan çocuğu almaya gider. Çocuk akşama kadar okulun kapısında dedesini beklemiş ve ağlamaktan gözleri şişmiştir. Dede yolda çocukla öğretmenine rastlar. Çocuğu öğretmeni eve getirmektedir. Dede öğretmenden özür dileyip çocuğu alır ve yola koyulurlar. Çocuk dedesine küsmüştür. Hiç konuşmamaktadır. Dede çocuğun gönlünü almak için Boynuzlu Maral Ana’yı gördüğünü söyler. Çocuk bu habere çok sevinir. Dedesine ormana gitmek için yalvarır fakat akşam olduğu için eve dönerler. Eve geldiklerinde Orozkul’u sabahki olaydan dolayı çok sinirlenmiş bulurlar. Orozkul o gün Bekey halayı yine dövmüştür. Çocuk evin bu durumuna çok üzülür ve yatmaya gider.
O gece müthiş bir dipi çıkar. Gece yarısı Kulubeg ve arkadaşları yolda kaldıkları için Mümin dedenin evine sığınırlar. Kulubeg ve arkadaşlarının gelmesiyle evdeki hava biraz yumuşar. Sabah kamyoncular evden ayrılırlar. Aynı gün Orozkul’un tomruk sözü verdiği arkadaşı tomruğu almak için gelir. Adı Koketay’dır. İri yapılı, esmer biridir. Tomruk ise hala önceki gün bıraktılları yerde çayın içinde beklemektedir. Tomruğu almak için Orozkul, Koketay ve Seydahmet yola koyulurlar.  Dede de Orozkul’un kendini affedeceği düşüncesiyle peşlerine takılır. Orozkul kıyıda emirler yağdırırken Mümin dede, Seydahmet ve Koketay tomruğu çıkarmaya çalışmaktadırlar. O sırada çayın karşısında birkaç tane maral görürler ama işlerini bırakamayacaklarından marallarla ilgilenemezler. Biraz uğraştıktan sonra tomruğu çıkarıp kamyona yüklerler.
Çocuk o gün hastadır ve önceki gün akşamdan beri evde yatmaktadır. Akşam üzeri kahkaha sesleriyle uyanır ve bahçeye çıkar . Herkes neşe içindedir ve hepsi de sarhoştur. Dede ise et dolu bir kazanın yanına çökmüş sessizce kazanın altındaki ateşle oynamaktadır. Çocuk hemen dedesinin yanına gider. Ona seslenir fakat dede duymaz. Birkaç defa daha seslenir fakat dede hiç cevap vermez. Çocuk  kötü birşeyler olduğu hissine kapılır. Az ilerde Bekey’i, Seydahmet’i,Gülcemal’i ve Koketay’ı görür. Hepsi de yiyip içmekte ve eğlenmektedirler. Çocuk önce neler olduğunu anlamaz. Avlunun dışında henüz kanı kurumamış geyik derisini, bağırsak eşeleyen Beltek’i ve elindeki baltayla Maral Ana’nın boynuzlarını kırmaya çalışan Orozkul’u görünce neler olduğunu tahmin eder. Çocuk bu korkunç manzara karşısında dayanamayıp içeri kaçar ve yorganın altına girip ağlamaya başlar. Bu arada Kulubeg’in gelip onu kurtaracağını ve Orozkul’a haddini bildireceğini hayal etmektedir. Az sonra sofra içeri kurulur. Çocuk hayalinden yine kahkahalarla uyanır. O sırada Seydahmet olanları anlatmaktadır. Çocuğun bir türlü anlam veremediği olaylar şöyle cereyan etmiştir: Tomruğu çıkardıktan sonra Seydahmet ile  Mümin dede ormana çalışmaya giderler. Bu arada maralları yine görürler. Seydahmet onları vurmak ister, dede ise buna karşı çıkar. Seydahmet dedeyi dinlemeyip maralların peşine düşer. Dede de Seydahmet’in arkasından gider. Seydahmet maralları vuracaktır ama sarhoş olduğu için nişan alamaz ve tüfeği dedeye verip maralları vurması gerektiğini, vurmazlarsa kaçıracaklarını ve Orozkul’un dedeyi affetmeyeceğini söyleyip dedeyi kandırır. Dede ise maralları vurursa Orozkul’un onu affedeceğini ve herşeyin düzeleceğini düşünerek marallardan birini istemeye istemeye vurur.
Çocuk bunları duyunca çıldıracakmış gibi olur ve dışarı kaçar.Dedesini yerde toz toprak içinde yatarken bulur. Ona birkaç defa yine seslenir ama dede yine duymaz. Olanlara dede kendi de inanamamaktadır. Çocuk dedesinden bir tepki alamayınca balık adam olup babasına ulaşacağını düşünerek koşar ve kendini dereye atar. Hızla akan su çocuğu alıp götürür fakat çocuk hiç bir zaman balık olmayacaktır.
3. ROMANIN ANAFİKRİ   :
İnsanları güçsüz ya da hoşgörülü oldukları için ezmeye çalışmamalı ve küçük çıkarlar uğrunda doğaya zarar vermemeliyiz.
4. ROMANDAKİ OLAYLARIN VE KİŞİLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ  :
a.OLYLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ  :
Romanda olaylar belli bir sıra dahilinde anlatılmamış; atlamalar yapılmıştır. Buna rağmen okuyucu olaylar arasında bağlantı kurmakta zorlanmamaktadır. Kitaptaki olaylar genelde bir-iki kişi arasında yaşanmış küçük olaylardır.Olayların tasviri iyi olduğu için okuyucu olayları kolayca hayal edebilmektedir.
b.KİŞİLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ  :
(1)MÜMİN DEDE : Çok iyi kalpli, yardımsever,çalışkan bir insandır. 60-70 yaşlarında köse bir ihtiyardır.Damadı Orozkul’un yanında çalışmaktadır. Vadideki üç evin birinde ikinci karısı ve torunu ile yaşamaktadır.
(2)ÇOCUK  : 5-6 yaşlarında, kısa boylu, kepçe kulaklı, çirkin bir çocuktur.Hiç arkadaşı yoktur. Hayalperest ve mutsuzdur. Doğayı çok sever.
(3)OROZKUL  : Şişman, koca kafalı, içki içmeyi çok seven, insanlardan ve doğadan nefret eden, sinirli,umursamaz biridir. Korucubaşıdır fakat ormana en çok o zarar vermektedir.
(4)BEKEY  : Orozkul’un karısı ve Mümin’in kızıdır.Kısırdır,sabırlı ve hoşgörülü bir kadındır.
(5)SEYDAHMET  : Uzun boylu, çirkin biridir.Tembeldir. Orozkul’un ve dedenin yanında çalışmaktadır. Bir karısı ve bir kızı vardır.
(6)GÜLCEMAL  : Seydahmet’in karısıdır. Günlerini genelde çocuğun ninesine ve Bekey’e yardım etmekle ve kızına bakmakla geçirir.
(7)KULUBEG  : Genç , yakışıklı  ve güçlü bir şofördür.Mümin dede ve çocuk gibi boynuzlu maral ananın soyundan geldiğine inanmaktadır.
(8)KOKETAY  : Orozkul’un arkadaşıdır. İri yapılı ,esmer tenli bir adamdır.
Romanda ayrıca çocuğun annesi, babası,boynuzlu maral ana, köpeği Beltek, kayaları “Eyer, Tank, Deve, Kurt” karakterlerinden de bahsedilmektedir ama bu karakterler hakkında çok fazla bilgi sunulmamıştır.
5. ROMAN HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLER  :
Kitabın başlığı ile içeriği arasında bence uyumsuzluk var.beyaz gemiden kitapta çok fazla bahsedilmemekle birlikte olayların beyaz gemi ile alakası yok denecek kadar az.Betimlemeler yetersiz ve akıcılık kısıtlı.Buna rağmen okuyucu olaylar arasında bağlantı kurmakta zorlanmıyor. Kişilerin fiziki özellikleri üzerinde çok az durulmasına karşın; çocuğun psikolojisi iyi anlatılmış.
6. ROMAN YAZARI HAKKINDA KISA BİLGİ  :
Dünyanın yaşayan büyük edebiyatçılarından Kırgız, Türk romancısı Cengiz Aytmatov , Kırgızistan’ın Talas bölgesinde, Şeker adlı köyde 12 Aralık 1928′de dünyaya gelmiştir. Babası Törekul Aytmatov ;Annesi, Tatar Türklerinden Nagim Gamzeyova hanımdır. Çocukluk yılları 2. Dünya harbine rastlayan ve 1945′te savaşın bitmesiyle yeniden eğitim hayatına dönen Aytmatov, 1950′de Kırgızistan Ziraat Enstitüsü’nü bitirmiş bir ziraatçıdır. Ancak edebiyata olan tutkusu onu ziraatçılıktan ziyade edebiyata çekmiş ve edebiyat eğitimi almak için Devlet Edebiyat Enstitüsü’ne devam etmiştir.
Eserlerini Rusça ve Kırgızca kaleme alan Cengiz Aytmatov, eserlerinde başta Ruslaştırma politikası olmak üzere, Kırgız Türkleri’nin tabii hayatlarını, yabancılaşmayı, modernizm karşısında tabiatın tahrib edilişine kadar pek çok meseleyi eserlerinde usta bir uslübla kaleme alma başarısını göstermiş nadir sanatkarlardan biridir. Dünya çapında ünlü bir edebiyatçı olarak adına iki defa jübile yapılan (1988′de 60.yıl , 1998′de 70.yıl) , hakkında konferanslar ve sergiler düzenlenen  Aytmatov, halen yazarlığın yanında Kırgızistan ‘ın Lüksemburg Büyükelçiliği görevini yürütmektedir.

Biz İnsanlar,Peyami Safa

1.KİTABIN KONUSU    : AŞIK OLAN  BİR İNSANIN DÜŞÜNME KABİLİYETİNİ NASIL  KAYBETTİĞİ VE GERÇEKLERİ GÖREMEMESİ
2.KİTABIN ÖZETİ         :KURTULUŞ SAVAŞI ZAMANINDA ZENGİN HALKTAN BAZILARI KENDİ ÇIKARLARI İÇİN İŞGALCİ DEVLETLER  İLE  YANKINLAŞMA İÇERİSİNE GİRER.ORHAN O DÖNEMDE YATILI OKULDA ÖĞRETMENLİK YAPMAKTADIR.TALEBELERİNDEN TAHSİN, SINIF ARKADAŞI CEMİL’İN  KAŞINI TAŞ ATARAK PATLATIR.ORHAN,CEMİL’İN TEDAVİSİNİ YAPTIRIP ANNESİNİN YANINA GÖTÜRÜR.TAHSİN’İN CEMİL’E TAŞ ATMASININ NEDENİ ‘EŞŞEK TÜRK’ DİYE HİTAP ETMESİDİR. ORHAN KÖŞKTE CEMİL’İN ABLASI VEDIA’YI GÖRÜR.İLK BAKIŞTA BİRŞEY YOK ZANNEDER FAKAT AŞIK OLMUŞTUR.ORHAN TAHSİN OLAYINDAN SONRA OKULDAN İSTİFA EDER.ÇÜNKÜ ORHAN’A GÖRE CEMİL’İN BİLMEYEREK BÜTÜN TÜRK HALKINA HAKARET ETTİĞİNİ DÜŞÜNÜR.ARTIK ORHAN’I AÇLIK VE YOKSULLUĞUN HÜKÜM SÜRDÜĞÜ GÜNLER BEKLEMEKTEDİR.KAR FIRTINASININ OLDUĞU BİR AKŞAM ORHAN YATAĞINDA SOĞUKTAN YATAMAZ.EN YAKIN CADDEYE ÇIKIP SON PARASIYLA SICAK BİR ÇAY İÇMEK İSTER.GİTTİĞİNDE KAHVEHANE KAPALIDIR VE OLDUĞU YERE DÜŞER.KAHVECİNİN ERKEN GELMESİYLE HAYATI KURTULUR VE ÖĞRETMENKEN EN İYİ ANLAŞTIĞI NECATİ’NİN EVİNE GİDER.NECAT’İ ORHAN’A BİR ARKADAŞININ ÇEVİRMEN ARADIĞINI SÖYLER.ARTIK ORHAN’INDA PARASI VARDIR. ESKİ ANILAR CANLANIR VE VEDİA TEKRAR AKLINA GELİR.ONU UNUTAMAZ AMA VEDİA İLE EVLANMEK İSTEYEN  BİRÇOK KİŞİ VARDIR.BUNLARDAN SUBAY OLAN AHMET’İ GÖRDÜĞÜNDE BAŞINA GELECEKLERİ ANLAR AMA AŞKI DAHA ÜSTÜN GELİR.VE OLACAKLARI UMURSAMAZ. TAHSİN’İN BABASI BU ARADA HAPİSHANEDEN ÇIKAR.HAPİSHANEYE GİRMESİNİN NEDENİ VEDİA’NIN ANNESİDİR. VEDİA HERKESE AŞIKTIR VE BU ORHAN’I KORKUTUR.VEDIA İLE BİR AN ÖNCE EVLENMEK İSTER.VEDİA BUNA YANAŞMAMAKTADIR.VEDİA’NIN ANNESİ KÖYLÜLER TARAFINDAN SEVİLMEZ ÇÜNKÜ EVİNE FRANSIZ BAYRAĞI ASMIŞTIR.AHMET VEDİA’DAN UZAKLAŞMAK İÇİN CEPHEYE GİDER VE ORADA ÖLÜR.ORHAN VEDİA İLE BULUŞACAĞI BİR GÜN VEDİA’NIN HASTAHANEDE OLDUĞUNU ÖĞRENİR VE KOŞARAK HASTAHABEYE GİDER.VEDİA ŞUURSUZCA YATMAKTADIR.ORHAN GÜNLERCE HASTAHANEDE ONUN YANINDA KALIR.ÇOK HALSİZ DÜŞMÜŞTÜR.DOKTORLARIN TÜM ISRARLARINA RAĞMEN DİNLENMEYİ KABUL ETMEZ.VEDİA ESKİSİNDEN İYİDİR AMA HALA ŞUURU YERİNE GELMEMİŞTİR.İÇERİNİ HAVASINDAN SIKILAN ORHAN DIŞARIYA ÇIKMAK İÇİN AYĞA KALKAR AMA SENDELER.ÇOK BUNALIR.AYAĞA KALKMAK İÇİN TEKRAR HAREKET EDER.DUVARLARDAN TUTUNARAK KORİDORO ÇIKAR.AMA GÖZLERİ HİÇBİR ŞEY GÖRMEZ.MERDİVENLERDEN İNERKEN DENGESİNİ KAYBEDER VE DÜŞÜNMEK İSTEMEDİĞİNİ ÖLÜMÜ VEDİA’NIN AŞKINDAN OLUR.VEDİA ERTESİ SABAH İYİLEŞİR AMA AHMET’İN ÖLÜMÜÜNE NEDEN OLDUĞU GİBİ ORHAN’IDA BİLİNMEZLİKLERİN İÇİNE ATARAK ÖLÜMÜNE NEDEN OLUR.AMA VEDİA HALA YAŞAMAKTADIR.
3.KİTABIN ANA FİKRİ:BİR ŞEYİ NE KADAR ÇOK İSTERSEK İSTEYELİM SAĞ DUYUMUZU,MANTIĞIMIZI ASLA KAYBETMEMELİ,HER ZAMAN GERÇEKLER DOĞRULTUSUNDA VE ARKADAŞLARIMIZIN ÖNERİLERİNE KULAK VEREREK KARAR VERMELİ,DUYGUSAL DAVRANMAMALIYIZ.
4.KİTAP HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLER:    KİTAPTA YABANCI CÜMLELERİN ÇOK FAZLA KULLANILMIŞ OLMASI KİTABIN AKICILIĞINI OLUMSUZ YÖNDE ETKİLEMEKTEDİR.KİTAP BİLDİĞİMİZ AŞK KURGUSU  UZERİNE YAZILMASINA RAĞMEN ZAMAN OLARAK KURTULUŞ SAVAŞI YILLARININ SEÇİLMESİ OKUYUCUNUN İLG,S,N, ÇEKMEKTEDİR.OLAYLARIN FAZLA VE KARMAŞIK OLMASI OKUYUCUNUN İSTEĞİNİ KIRMAKTADIR.AŞK ROMANLARINDAN HOŞLANIYORSANIZ OKUMANIZI TAVSİYE EDERİM
5.KİŞİLERİN VE OLAYLARIN İNCELENMESİ:
ORHAN :ÖĞRETMENDİR.FARKLI GÖRÜŞLERİ YÜZÜNDEN EVDEN GENÇ YAŞTA AYRILMIŞTIR. ARKADAŞLARI TARAFINDAN SEVİLİR AMA BİRAZ DİK KAFALIDIR.YAKIŞIKLI VE LAF YAPMASINI BİLEN BİRİSİDİR.VEDİA’YI SEVER.AŞIRI DUYGUSAL BİR KİŞİLİĞE SAHİPTİR.
VEDİA:HER GÖRDÜĞÜNE AŞIK OLAN BİRİSİDİR.DUYGUSAL YÖNDEN GELİŞMEMİŞTİR.CİVARDAKİ EN GÜZEL KIZDIR.FİZİKSEL  OLARAK NARİN BİR YAPIYA SAHİPTİR.ARKADAŞLARI TARAFINDAN SEVİLİR.ORHANLA BİRLİKTE BİRÇOK KİŞİYE AŞIKTIR.
AHMET :KENDİSİ SUBAYDIR. VEDİA’YA İLK GÖRDÜĞÜNDEN BERİ AŞIKTIR.BİRAZ FAZLA DUYGUSAL OLDUĞUNDAN GERÇEKLERİ GÖREMEZ.YAKIŞIKLI V ESAKİN BİR KİŞİLİĞE SAHİPTİR.ÇEVRESİİNDE SEVİLİR.
TAHSİN:YATILI OKULUN EN SESSİZ ÖĞRENCİSİDİR.BABASI HAPİSHANEDE VE ANNESİ ÖLMÜŞTÜR.ZEKİDİR AMA FAZLA KONUŞMAZ.YERLİ HALK TARAFINDAN ÇOK SEVİLİR.DUYGUSAL AÇIDAN ÇOK ZARARLAR GÖRMÜŞTÜR AMA BELLİ ETMEZ.
CEMİL:VEDİA’NIN KARDEŞİDİR.BATI KİLTİRİ ALTINDA YETİŞMEKTEDİR. KENDİNİ BEĞENMİŞ OLDUĞUNDAN PEK SEVİLMEZ.BURNU HAVADADIR.ZEKİDİR AMA ARKADAŞLARINI HOR GÖRDÜĞÜNDEN YALNIZDIR.TEK DOSTU ONU YETİŞTİREN DADISIDIR.
NECATİ:ÖĞRETMENDİR.HER ALANDA BİLGİSİ VARDIR.ARKADAŞLARI ARASINDA SEVİLİR.ORHAN’IN EN İYİ DOSTUDUR.GERÇEKLERE GÖRE KARAR VERİR.YARDIM SEVERDİR.MİLLİYETÇİ  BİR YAPIYA SAHİPTİR.
VEDİA’NIN ANNESİ:BATI HAYRANIDIR.YERLİ HALK TARAFINDAN SEVİLMEZ.ÇOCUKLARINI BATILI GİBİ YETİŞTİRMEK İSTEMEKTEDİR.KOCASINI KAYBETMİŞTİR.HER GECE İSTİLA KUVVETLERİNE PARTİ VERİR.ZEKİ VE KİNCİ BİR KİŞİLİĞE SAHİPTİR.HALKI UMURSAMAZ VE ONLARI KÜÇÜK GÖRÜR.
YAZAR HAKKINDA KISA BİLGİ:

PEYAMİ SAFA

1899- 15 HAZİRAN 1961): YAZAR. İSTANBUL’DA DOĞDU. MEŞHUR ŞAİR İSMAİL SAFA’NIN OĞLUDUR. DÜZENLİ BİR ÖĞRENİM GÖREMEDİ. KENDİ KENDİSİNİ YETİŞTİRDİ. 13 YAŞINDA HAYATA ATILDI. POSTA TELGRAF NEZARETİNDE ÇALIŞTI. ÖĞRETMENLİK (1914-1918), GAZETECİLİK (1918-1961) YAPTI. HAYATINI YAZILARI İLE KAZANDI. İSTANBUL’DA ÖLDÜ.
ROMANLARI: GENÇLİĞİMİZ (1922), ŞİMŞEK (1923), SÖZDE KIZLAR (1923), MAHŞER (1924), BİR AKŞAMDI (1924), SÜNGÜLERİN GÖLGESİNDE (1924), BİR GENÇ KIZ KALBİNİN CÜRMÜ (1925), CANAN (1925), DOKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞU (1930), FATİH-HARBİYE (1931), ATİLLA (1931), BİR TEREDDÜDÜN ROMANI (1933), MATMAZEL NORALYA’NIN KOLTUĞU (1949), YALNIZIZ (1951), BİZ İNSANLAR (1959). HİKÂYELERİ: HİKÂYELER (HALİL AÇIKGÖZ DERLEDİ, 1980).

Huzur,Ahmet Hamdi Tanpınar

1.KİTABIN KONUSU:
Mümtaz’ın Nuran’a olan aşkının öyküsü.
2.KİTABIN ÖZETİ:
Mümtaz ve Suat’ın Nuran’a olan aşklarıdır öykünün merkezi. Mümtaz ve Nuran birbirini sevmekte ve evlenmeyi tasarlamaktadırlar. Ümitsizliğe düşen Suat ise kendini asarak intihar eder. Bu trajedi nedeni ile Nuran’dan ayrılan Mümtaz’ın iç dünyası yıkılmıştır. Radyoda II.Dünya savaşının başladığı haberi verildiği sırada, Suat’ın hayalini gören Mümtaz merdiven başına yıkılır (bazı edebiyat incelemecileri, sonda Mümtaz’ın öldüğü biçiminde yorumlar yapmış olsalar da, Tanpınar’ın metninde ölüm telaffuz edilmiyor).
Mümtaz, Beyazıt Sahaflar Çarşısında, salaş dükkanlarda, bit pazarında, Çekmece’de balıkçı muhitinde ve kır kahvelerinde dolaştırırken, İstanbul’un bir kronikçisi, İstanbul’da eski zamanın donup kaldığı ve biriktiği köşelerin bir tasvircisi oluyor romanda. Huzur’un sonraki bölümlerinde Boğaz’a, zengin bir eve, sanki başka bir dünyaya geçiyoruz. Pırıl pırıl görünen modern semtte önceleri çok mutlu olan Mümtaz, giderek bu çevrede yaşayan insanlardan kaynaklanan olayların sonucunda yıkılır. Geçilmemesi gereken bir sınırı çiğnemiştir o!
Her yeni tecrübe gibi şahsîdir, her yeni tecrübe gibi ilktir. Mümtaz, bindiği bir Ada vapurunda Nuran’a rastlamış ve “Tehlikeli denecek derecede zengin, her ihtimale gebe, her mânasında velûd bir kadınlık hayatı(nın), bakımsız bir tarla gibi sırf kendisini işleyecek erkeğin yokluğundan yarı hülyâ, yarı verimsizliğin bütün sebeplerini kendisinde gören bir aşağılık duygusu içinde akıp gittiğini” farketmiştir. Bu tesbitin arkası kendiliğinden gelecek ve zalim bir çocukluğun ara sokaklarından geçerek kendisini İhsan’ın kollarına atan Mümtaz, fikrî zeminini sağlamlaştırmış bir insan olarak duygusal arka planını inşa etmeye soyunacaktır: “O madem ki artık benim için herşeydir, o halde bütün kâinatımla ona taşınmalıyım.” der.
3.KİTABIN ANA FİKRİ:
Her aşkın bir ızdırap ve çilesi bazen insana mutluluk bazen de mutsuzluk verir.
4.KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ:
Dört bölümden oluşan kitabın her bölümü, öykünün dört kahramanının, İhsan, Nuran, Suat ve Mümtaz’ın adlarıyla verilir. Ancak, romanın ana karakteri Mümtaz’dır. Yazar, diğer üç
karakteri de Mümtaz’la olan ilişkileri çerçevesinde tanıtır bize. Birinci dönem Türk romanında mekan Doğu-Batı değerlerini temsil etmek bakımından bir anlam taşıyor ve kent ikiye ayrılıyordu. İstanbul tarafının mahalleleri Osmanlı-İslam geleneklerinin, göreneklerinin değerlerinin yaşadığı semtlerdi. Beyoğlu tarafı ise kentin Batılılaşmış öteki yarısıydı. Oturulan mekan olarak konak ve apartman Doğu-Batı karşıtlığının simgesiydi. İlk dönem yazarları arasında, Doğu-Batı karşıtlığı ve kimlik sorununu, İstanbul’un farklı semtlerini karşı karşı getirerek işlemektedir.
5.KİTAP HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLER:
Kitap okuyucuyu aşırı şekilde etkilememekte ve okurken insanı çok sıkmakta,bunalmaktadır.
6.KİTABIN YAZARI HAKKINDA KISA BİLGİ:
Ahmet Hamdi Tanpınar, 1901 İstanbul doğumlu. Babasının işi gereği, ilkokuldan liseye kadar Andolu’nun çeşitli şehirlerinde sürdürdü eğitmini. İstanbul Darülfünun Edebiyat bölümününden 1923′de mezun olduktan sonra Erzurum, Konya ve Ankara’da edebiyat öğretmenliği yaptı. İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde dersler veren Tanpınar, İÜ Edebiyat Bölümü Tanzimat Edebiyatı kürsüsünde proesörlüğe seçildi. 1942-1946 yılları arasında Maraş milletvekili olduktan sonra yeniden eğitim hizmetine döndü, 1949 yılında İÜ Edebiyat Bölümü Yeni Türk Edebiyatı profesörlüğüne getirildi. 1962 yılında kalp rahatsızlığı sonucu ölen Ahmet Hamdi, çok sayıda şiir, hikaye, roman ve deneme yazmıştı.
1949 tarihinde basılan “Huzur”, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın en tanınmış romanıdır.

Bugünün Saraylısı,Refik Halit Karay

1-)Kitabın Konusu   :
Orta gelirli İstanbul’da yasayan bir aileye, sonradan görme zengin bir akrabanın kızı olarak gelen bir kız ve bu ailenin yargı değerlerini nasıl alt üst edişi konu ediliyor.Kızın aileye gelir olarak sağladığı katkılar,kaprisleri ve güzel olmasından dolayı bir çok talip çıkması aile içinde nasıl etkiler yaptı anlatılıyor.
2-)Kitabın Özeti        :
Postacının bile pek seyrek uğradığı evlerine postacı bir gün bıraktığı mektup evde şaşkınlık uyandırır.Mektupta Ata Efendinin teyze oğlu Yaşar kızını İstanbul’a yollayacağı yazmaktadır.Ayrıca yanında üç yüz lira göndermektedir.Böyle bir şeyi istemeyen Ata Efendi evde oluşabilecek problemlerden kaygılanmaktadır.Ama zengin olan teyze oğlunun göndereceği para hiçte göz ardı edilecek bir miktar değildir.Ayrıca kız güzel ise evde bulunan huzurun kaçabileceğini düşünmektedir.
Ama kız emrivaki bir şekilde gönderilir.Ve evde tahmin edilenden çok farklı bir kız çıkar karsılarına.Oldukça güzel olan kız  evdekilerde dahil olmak üzere bir çok kişinin ilgisini kazanır. Eve yeni bir gelir kapısı da açılmış  olur. Yaşar’ın İstanbul’daki iş ortaklarından da kızın  geçimi için para vermektedirler.Ata Efendi’de kıza tutulur bu arada. Ata Efendi çalıştığı yerde güvenilir birisidir.Bir gün patronun oğlu Ayşen ile tanışır.Bu da iş yerinde Ata Efendi’ye bir karizma kazandırmıştır. Ata Efendi patronu ve Patronun oğlu ile daha sık bir araya gelirler ve patronun oğlu Rüştü kıza taliptir. Rüştü Ata Efendi ile oldukça ahbap olurlar.Ata Efendi terfi eder. Rüştü bir yere görürse Ata Efendi ve ailesini kimseye para ödetmez ve bir zengin gibi yaşamaya başlarlar. Daha sonra elçi Sait Reşit ile ilişkisi olan Ayşen yanlış bir karar verir ve elçi ile evlenerek yurt dışına çıkarlar.
Ayşen bu ilişkiden mutlu olmaz ve Rüştü ile Ata Efendi kız geri döndürmek için uğraşırlar. Ayrıca evde kız gidince eski haline dönmüş parasızlık baş göstermiştir. Kız da geri dönmek istemektedir.Evdekiler kızı özlemişlerdir. Ayşen geri döner. Patronun oğlu Rüştü ile evlenir.Böylece herkesin istediği son ortaya çıkmış olur.
3-)Kitabın Ana Fikri            :

Para ve fiziki güzellikler insanların hayatına olumsuzluk ve huzursuzluk getirebilir.Bu gibi güzellikleri olması gerektiği gibi karşılamalı ve ne oldum delisi olmadan bunlardan faydalanılmalıdır. Çıkar her ne olursa olsun ahlaki değerlerden  taviz verilmemelidir.
4-)Kitaptaki Olayların ve Şahısların Değerlendirmesi     :
Ata Efendi                 : Evin babası.
Üftade Hanım           : Evin annesi.
Feride                         : Ata Efendi’nin Kızı.
Atıf                             : Ata Efendi’nin Damadı.
Yaşar                          : Ata Efendi’nin teyze oğlu.
Ayşen                         : Yaşar’ın Kızı.
Rüştü                          : Ata Efendi’nin patronunun oğlu.
İsmail                          : İşyerinin katiplerinden.
Mesture Hanım           : İsmail beyin hanımı.
Berin                           : Mesture hanımın kardeşi.
Deniz                          :Berin hanımın kızı.
Alımsızoğulları           : Yaşar Beyin ortakları.
Sait Reşit Bey            : Mısır elçisi.
5- )Kitap Hakkında Şahsi Görüşler           :
Anlatımı sade ve yalın bir kitap.Olayların akışkanlığı okuyucuya zevk veriyor.Aile ve ahlaki ilişkiler açısından çarpıcı bir eser. Yazar okuyucuyu fazla yormadan konuyu anlatıyor.
6-)Kitabın Yazarı Hakkında Bilgi  :

1888 yılında Beylerbeyi’nde doğan Refik Halid, 18. yüzyıl sonlarında bir kolu Mudurnu’dan İstanbul’a göçen Karakayış ailesindendir.Galatasaray Sultanisi ve Mekteb-i Hukuk’ta okuyan yazar, Meşrutiyet sıralarında gazeteciliğe  başlamıştır. Kısa sürede üne kavuşmuş, Fecri Ati edebiyat topluluğu kurucularından olmuştur. Kirpi adıyla taşlamaları ve siyasal yazıları sonucu İttihat Ve Terakki hükümetince Anadolu’nun çeşitli yerlerine gönderilmiş, ancak 1. Dünya Savaşı’nın son yılında İstanbul’a dönebilmiştir.Dönüşünde bir süre öğretmenlik yapmıştır. Başyazarlık ve Posta-Telgraf Genel Müdürlüğü yapan Refik Halid, bu ara tanınmış Ay dede mizah dergisini de çıkarmıştır.
Bazı siyasal davranışları yüzünden memleketten ayrılmak zorunda kalan yazar, Halep’e yerleşerek Vahdet gazetesini çıkarmıştır.Hatay’ın Türkiye topraklarına katılmasında katkıları olmuştur.1938 yılında yurda dönen Refik Halid, çeşitli dergi ve gazetedeki günlük yazıları ve 20 kadar romanı ile yaşamını sürdürmüştür.1965 yılında ölen yazar;tekniği, dilinin güzelliği, taşlamalarının inceliği ve tasvirlerinin kuvveti ile ün yapmış, Modern Türk Edebiyatı’nın temel taşlarından biri olmuştur.

Ey fitnesi çok kavli yalan yandum elünden

Ey fitnesi çok kavli yalan yandum elünden
Bir nâz ile bin gönül alan yandum elünden
Sen şem’ gibi gayr ile meclisde gülersin
Ben akıduram yaş ile kan yandum elünden
Ney gibi delindi ciğerüm ışkun elinden
Her dem iderem âh ü figaan yandum elünden
Yandı dü cihan âteş-i âhumla ve likin
Ben senün eyâ şâh-ı cihân yandum elünden
Şol sunduğun âteş midür ey sâki bana kim
Sen aldun ele câm hemân yandum elünden
Her hâr ile sen sohbet idersin dün ü gün hem
Derdün iderem mûnis-i can yandum elünden
Ahmed çeke cevrüni ve lûtfun göre agyâr
Ey şefkati az şâh-ı cihan yandum elünden
Ahmet Paşa

Efendimsin cihânda i’tibârım varsa sendendir

Efendimsin cihânda i’tibârım varsa sendendir
Miyân-ı âşıkânda iştihârım varsa sendendir
Benim feyz-i hayâtım hâsıl-ı rûh-ı revânımsın
Eğer sermâye-i ömrümde kârım varsa sendendir
Veren bu sûret-i mevhûme revnak reng-i hüsnündür
Gülistân-ı hayâlim nevbâharım varsa sendendir
Felekden zerre mikdâr olmadım devrinde rencide
Ger ey mihr-i münîr âh u zârım varsa sendendir
Senin pervâne-i hicrânınam sen şem’-i vuslatsın
Be-her şeb hâhiş-i bûs u kenârım varsa sendendir
Şehîd-i aşkın oldum lâle-zâr-ı dâğdır sinem
Çerâğ-ı türbetim şem’-i mezarım varsa sendendir
Gören sergeştelikde girdâb-ı dest zann eyler
Fenâ-ender-fenâyım her ne varım varsa sendendir
Niçün âvâre kıldın gevher-i gaitanın olmışken
Gönül âyînesinde bir gubârım varsa sendendir
Şafak-tâb eyledin peymânemi hûnâb ile sâkî
Sabâh-ı sohbet-i meyde humarım varsa sendendir
Sanadır ilticâsı Gâlibin yâ Hazret-i Mevlâ
Başımda bir külâh-ı iftihârım varsa sendendir
Şeyh Galib

Dağıttın hâb-ı nâz-ı yâri

Dağıttın hâb-ı nâz-ı yâri ey feryâd neylersin
Edip fitneyle dünyâyı harâb-âbâd neylersin
Dil-i mecrûhuma rahm eyle kalsın dâm-ı zülfünde
Şikeste-bâl olan murgu edip âzâd neylersin

Edersin gerçi her derde tabîbim bir devâ ammâ
Cünûn-i ehl-i aşk olunca mâder-zâd neylersin
Varıp gîsû-yi yâri öyle birbirine kattın
Yine bir fitne tahrîk eyledin ey bâd neylersin
Güzel tasvîr edersin hatt ü hâl-i dilberi ammâ
Füsûn ü fitneye geldikte ey bâd neylersin
Bahâyî veş değilsin kabil-i feyz-i safâ sen de
Tekellüf ber-taraf ey hâtır-i nâ-şâd neylersin
Bahâyî
Günümüz Türkçesiyle:
1- Ey feryat! sevgilinin naz uykusunu dağıttın, ne yapıyorsun? Dünyayı fitneyle harabeye çevirip de neyleyeceksin?
2- Yaralı gönlüme acı da saçının tuzağında kalsın; kırık kanatlı kuşu âzad edip neyleyeceksin?
3- Hekimim! gerçi her derde bir ilaç verirsin ama, âşıkların deliliği anadan doğma olunca ne yaparsın?
4- Ey rüzgâr! gidip sevgilinin saçlarını öyle birbirine kattın; yine bir kargaşalık yarattın, ne yapıyorsun?
5-Ey Bihzâd!(*)sevgilinin ayva tüyünü ve benini güzel tasvir ediyorsun ama, büyüleyici güzelliğine ve fitnesine gelince ne yapacaksın?
6-Ey kederli gönül!sen de Bahayi gibi safâ aadetine erişmeye kabiliyetli değilsin, teklif tekellüf bir yana,neyleyeceksin?

18 Aralık 2013 Çarşamba

Memrise -dil öğrenme platformu

Science

Our recipe for effortless learning has 3 simple ingredients:

The first is science. We're obsessed with using brain science to help you learn faster. This isn't a marketing ploy - we're really experts in this stuff. And from day one we've built Memrise to embody the very best knowledge about how your brain works, and so help you learn as quickly and effortlessly as possible.
We use mems to help you form vivid, sensory memories. We test you continuously, always making sure to give your brain just the right workout. We remind you of what you've learned at scientifically optimized times so your memories are always growing stronger, and never forgotten.
Want to learn more about the kooky scientific principles that make Memrise tick?
                 

Elaborate Encoding

In order to learn anything, you first have to connect it to what you already know. Memories aren’t stored nowhere, you know, they’re always made by creating connections to existing memories. Now, the more your brain does to encode a fact or word ["encode" is a fancy word for connect or associate with what you already know], the richer and more robust the resultant memory.
Memrise has been designed to help you connect every new word in the densest, most vivid fashion possible. We do this with mems. Mems is our natty word for the morsels of interesting and relevant information you see beneath every word on Memrise. Mems can be mnemonics, etymologies, amusing videos, photos, example sentences: anything which helps connect what you’re learning and bring it to life. Memrise is a wonderful community of mem-makers: we believe that there’s no idea or fact that isn’t made easier to learn with a choice mem.
Mems work best when they stimulate your senses, imagination and your emotions. The memories that result from such processing last longer, stand out better are just plain enjoyable and satisfying to recall.

Choreographed Testing

We're memory athletes here, so recalling memories is what makes our brain muscles flex. It's one of the most powerful ways to make those memories robust, durable and cogent.
The science of how different kinds of tests strengthen memories in different ways is exceedingly complex, and, not boring. In a nutshell, the more your brain has to work to recall a memory, the more it will strengthen that memory while recalling it.
At Memrise, we take painstaking care to test your memories at the time and in the way that will be most beneficial to them. We're expert cultivators in the garden of knowledge, with a bona fide farmer's almanac of scientific research to guide us as we guide you. We've got loads of nifty cognitive science tricks up our sleeves that we translate to the Memrise platform, so that we can adaptively calibrate the tests we give you.

Scheduled Reminders


Sour milk. Moldy bread. Freezer-burned fish sticks. Like most organic matter, memories gradually decay over time. So it's vital to review what you have learned in order to keep it fresh.
Our memory experts have spent long, sleepless nights tinkering with exotic algorithms so as to be able precisely to estimate the point at which you're about to forget it. That's the best moment to be reminded, when your memory will get the biggest boost in strength. Makes sense, right?
By tracking when you should review and practise material, we do the hard work for you- making your learning as effortless and fun as possible.
Fun

Fun

The second is fun. We want to make learning your favourite playtime activity. That's how it should be: we learn best when we're relaxed, curious and confident, and, after all, the world is a very interesting place.
So we've turned learning facts and language into a game where you grow a colourful garden of memory. You grow and water your memories in a garden of memory, you zoom up the leaderboards, and you learn alongside your mempals. It's like a guiltless video-game.
Want to learn more about how the Memrise garden will help you love learning?
                 

How the Memrise Garden works

Memories, like living creatures, are born tiny and delicate. In early life they are very vulnerable, and they need time, care and a well balanced diet to grow to strength.
And even once full-grown, a memory will, like any young creature, still require regular nourishment to stay fit and healthy.
On Memrise, inspired by the organic nature of your memory, we’ve turned learning into a game where you grow a Garden of Memory. Every word begins life as a seed, you nurture it til it sprouts in your greenhouse (short term memory), and then you transfer it to your garden (long term memory). Once in long term memory, you have to water it (review it) to keep it from wilting (fading).

Phase 1: Learn new words by planting seeds

To learn words on Memrise, you plant seeds (new words) in your Greenhouse (your short-term memory). This is the where your memories are at their most delicate and require the most love and attention. So during this early phase, we make sure you are tested on them and reminded of them very frequently, so they get a secure root-hold in your brain.
Science shows that a large number of such early repetitions and tests have a huge positive influence on the long-term health of a memory, so we’ve made it so that it takes six successful tests for a plant to finish growing.

Phase 2: Reviewing long-term memories = watering your garden

Once a word is fully grown and in your Garden (long term memory), it requires less attention than it did when it was in your Greenhouse, but you will still need to “water” it periodically. Watering is refreshing and strengthening memories, which one does by means of Memrise’s carefully calibrated tests and reminders.
Memrise helps you target your watering to only those plants that need it, so that you can keep your long term memory in fine health with the minimum of time and effort.
Community

Community

The third is community. We believe learning should be as rich and varied as the world you're learning about. So with our community we're building a kind of multimedia wonderland of learning, where videos, audio, usage, mnemonics, etymologies and much more bring your learning to life.
We believe that every learner is partly a teacher, and we hope that once you get started, you'll soon be supplying little nuggets of wit and wisdom to help the rest of the community as they learn!
Want to learn more about the beliefs that energize our community?

http://www.memrise.com/home/

13 Aralık 2013 Cuma

Eğitimde Yabancı Dil

Eğitimde Yabancı Dil


Birçok sahada ortaya çıkan yenilikleri izleyebilme ya da diğer toplumlara aktarabilme, böylece yaşadığı çağı kavrayabilme bugünün insanı için önemli bir ihtiyaçtır. Bu bilgi alışverişini sağlamada en önemli haberleşme aracı ise dildir.

Dilin birinci vazifesinin insanlar arasındaki haberleşmeyi sağlamak olduğu görüşünün benimsendiği günümüzde, yabancı dil öğretimi de dilin haberleşme içinde kullanımına ağırlık veren bir yaklaşımın prensipleri doğrultusunda sürdürülmelidir. Bu yolda temel düşünce, ferdin çeşitli durumlarda karşılaşabileceği haberleşme ihtiyaçlarını yabancı dil aracılığıyla nasıl giderebileceğini öğrenmesi, yabancı dilde sözlü ve yazılı haberleşme kurabilme kabiliyetlerini elde edebilmesidir. Dilin bir davranış tarzı olduğu görüşünden yola çıkılan bu yaklaşımda, yabancı dil aracılığıyla kişi aynı zamanda toplum içinde aksiyona geçme kabiliyetini de elde etmiş olacaktır.

Öğrenci, dili, sosyal münasebetlerde de, doğru kullanabilmeyi öğrenmelidir. Bu açıdan bakıldığında dil öğretiminde dilbilgisi çalışmaları artık ancak iletişime katkıda bulundukları ölçüde önemlidir.

KULLANIM AĞIRLIKLI YABANCI DİL ÖĞRENİMİ
Yabancı dil, ferdin günlük hayatında başarıya ulaşmasına yardımcı olan önemli bir araçtır. Çünkü yabancı dil bilmenin kişiye gerek hususî hayatında karşısına çıkacak imkânlardan faydalanmada gerekse işe girmede, mesleğinde ilerlemede payı büyüktür. Bu noktadan yabancı dil Öğrenmeye faydalı bir açıdan yaklaşılmakta, yabancı dil öğretiminin kullanım alanı ve fonksiyonu vurgulanmaktadır. Bu istikamette sürdürülen derslerde temel olan dilin hayat içinde kullanımıdır. Başka bir deyişle, önemli olan dil öğrenen kişinin öğrendiği dili hayatına aktarabilmesi, böylece bu dil aracılığıyla günlük hayatında yeni hareket imkânları kazanabilmesidir.

Öğrencinin ihtiyaçlarını belirleyen şey; onun içinde yaşadığı ortam ve bu ortamda yabancı dil aracılığı ile yapabileceği işlerdir. "İlk önce hangi sahalarda ne tür bir yabancı dile gerek duyulduğu belirlendikten sonra, bu dillerin kullanımında hangi kabiliyetlere ne seviyede öncelik verileceği kararlaştırılmalıdır.

YABANCI DİLİN EĞİTİCİ FONKSİYONUNUN ÖN PLÂNA ÇIKARILMASI
Yabancı dil öğrenmenin bir gayesi de bilgi verme, maharet kazandırma yanında kişiye ferdî ve içtimaî şahsiyetini geliştirme imkânı da sağlamak olmalıdır. Yabancı bir dil öğrenmek aynı zamanda yabancı bir dünyayı, yabancı bir kültürü de anlamak, tanımak demektir. Yabancı dilde öğrendiği her yeni kelime, anladığı her yeni cümle, çözebildiği her yeni metin öğrencinin şuurunda yabancı kültürle ilgili yeni düşünceler üretmesine, sorular sormasına yol açar. Öğrenci yabancı olanı merak eder, onu anlama, çözme faaliyetine girer. Böylece öğrencide yabancı olanı öğrenme isteği başlar.

Yabancı dili öğrenme, yabancı kültürü anlama olarak tarif edildiğinde, iki kültürün karşılaştığı ortamın, yani yabancı dil öğretiminin gerçekleştiği ortamın şartlarının da belirlenmesi gerekir. Bir başka deyişle, yabancı dil öğrenme, öğretimin gerçekleştiği ortamın şartları hesaba katılmadan ele alınamaz. Öğrenci yabancı gerçekle karşılaştığında onu kendi ön bilgileri, kendi tecrübeleri ile kavramaya, yorumlamaya çalışır, yabancı olanlarla kendine yakın olanlar arasında münasebet kurup karşılaştırmalar yapar, her iki kültürün benzer veya farklı yanlarını görür. "Bu durum niçin oralarda daha değişik?" gibi sorularla öğrenci yabancı kültürle bir çeşit diyaloga girer. Öğrencinin yeni olana çözümleyici ve tenkidci bîr bakışla yaklaşmasına, yeni olanla hesaplaşmasına imkân tanınmalıdır. Yabancı olanı anlamak, çözümlemek ise, öğrenciye bilgi ve düşünce zenginliği kazandırarak onun dünyaya bakış ufkunu genişletecektir.

Öte yandan yabancı kültüre eğilme, öğrencinin kendi kültürüne de daha başka bir açıdan bakmasına sebep olur. Çünkü derslerde kültür karşılaştırmalarını ihtiva eden çalışmalar yapılırken, her iki kültürün farklı ve benzer yanları sergilenip incelenirken, öğrenci yalnızca yabancı kültürle değil, aynı zamanda kendi kültürü ile de ilgili bazı sorularla, açıklayamadığı durumlarla karşılaşır, iki kültürü karşılaştırarak bu mes'elenin çözümünü bulma uğraşına girer. İşte yabancı dil öğretiminde bu noktada yapılacak uygun düzenlemeler, öğrencinin yabancı olandan yola çıkarak kendi kültürüne, kendi dünyasına da yeni sahip olduğu bir şuurla çok yönlü bakabilmesine, kendi kültürünün müsbet ve menfî yönlerini, kendine has yanlarını yeniden değerlendirmesine imkân sağlar.

Her iki kültürün yan yana getirildiği, yeni olanın bilineni zenginleştirdiği eğitim süreci içinde öğrenci, farklı kültürleri kendi başkalıkları içinde kavramayı, kabul etmeyi öğrenecektir. Kültürel başkalıklar öğrencinin hem yabancı kültür, hem de kendi kültürü ile alâkalı çok yönlü düşünceler üretmesine imkân sağlayacak, onu değişik görüşleri tenkid etmeye alıştıracaktır. Öte yandan, yabancı olanı kendi başkalığı içinde değerlendirmek, öğrenciyi yabancı olana karşı hoşgörülü olmaya götürecek, ona dünyaya, olaylara, insanlara, alışkanlıklarının dışına çıkarak, daha geniş bir açıdan, daha esnek ve ön şartsız bakmayı öğretecektir.

Yabancı dil dersinde, öğrenciden beklenen artık dilbilgisi kurallarını, belirli dil kalıplarını ya da yabancı kelimeleri ezberlemesi değildir. Mekanik tekrarlamalar yerine şuurlu öğrenme ön plana geçmelidir. Öğrenciden beklenen, dersi olduğu gibi kabul etmesi değil, konuyla ilgili düşünceler üretmesi, sorular sorması, tenkidler yapması, böylece dersin şekillenmesine katkıda bulunmasıdır. Öğrenci, öğrenmek isteği ve ilgisi, beklentileri tecrübeleri içinde bulunduğu şartlar ile öğretimin merkez noktasını oluşturmalıdır.

Öğrenci merkezli bu ders düzenlenmesi içinde öğretmen ise daha çok yol göstericidir, dersi yönlendiren kişidir. Öğretmenin vazifesi, yalnızca öğrenciye dil bilgisini, yabancı kültürle ilgili bilgileri vermek değildir. Bunların ötesinde öğretmen öğrenim süreci içinde öğrencide saklı olan kabiliyetleri ortaya çıkarabilmeli, öğrencinin bir ferd olarak kendisini göstermesine yardımcı olabilmeli, öğrenciye önemli olanın ezberlemek değil de düşünmek, tartışmak, tenkid etmek, değişik görüşlere saygı beslemek olduğunu öğretebilmelidir.



Gönül Dili Hal Şivesi

Beyan bir anahtarsa, o anahtarla açılan ışıktan dünyanın adı gönüldür. Her sözün kıymeti, onun gönül ile irtibatı ölçüsündedir. Bence dil ve dudakla ifade edilen şeyler sadece gönül beyanının bir gölgesinden ibarettir. Ne var ki, Hak kelâmının bir izdüşümü sayılan gönül dilini de ancak ona açık duranlar ve ondan yükselen nefesleri duyanlar anlarlar. Mantık, muhâkeme, üslûp, meânî kurallarına riayet söz cevherinin önemli unsurlarıdır.. evet, beyanın birer rengi, deseni, şivesi kabul edilen hakikat, mecaz, teşbih, istiâre, kinaye… gibi esaslar söze derinlik katan mühim hususlardandır. Her biri ayrı bir süsleme ve sözü sevdirme sanatı sayılan "muhassinât-ı lâfzıye"den cinas, seci', iktibas… gibi hususların ve "muhassinât-ı mâneviye"den tevriye, tıbak, mukabele, hüsn-ü ta'lîl… türünden unsurların ifadeleri renklendirip bediî bir derinliğe ulaştırdığı da muhakkak. Ne var ki, temelde beyanı beyan yapan, onun gönül diliyle irtibatı ve iç ihsasların sesi-soluğu olmasıdır.

Lâfızlar mânâların kalıpları olmaları itibarıyla, bir yere kadar meânî, beyan, bedî –şimdilerde bu tabirlere biraz yabancı olabiliriz– kural, kaide ve disiplinlerinin de önemli oldukları söylenebilir; ancak, beyanda aranan gerçek zenginlik ve enginliğin kalb ve ruhun derinliklerinden fışkırıp ortaya çıkmasıyla "mebsuten mütenasip" olduğu da bir gerçektir. İmandan kaynaklanan bir heyecanla mızrap yemiş bamteli gibi inleyen gönüllerdir ki, dinleyenler üzerinde mütemâdî tesir icra eder ve bir aşk u alâkaya vesile olurlar.

Aksine, vicdan mekanizmasına mâl edilememiş, gönül diliyle seslendirilememiş ve hâl şivesiyle renklendirilememiş bütün söz ve beyanlar ne kadar yaldızlı olsalar da yine de ruhlar üzerinde mütemâdî tesir icra edemezler. İnsanın iç dünyası her zaman mamur, mâbedler gibi pırıl pırıl, arş-ı rahmete açık ve hep O'nunla münasebet heyecanı içinde bulunmalıdır ki, onun dillendirdiği mânâ ve mazmunların çevredeki akisleri de derin ve mütemâdî olsun; gönül gözleri kapalı, ruhu bedenî ve cismanî ihtirasların baskısı altında bulunan birinin başkasına edip eyleyeceği fazla bir şey de yoktur. Hayatlarının her faslında O'nu görüyor gibi davranan, O'nun tarafından görülüyor olma mülâhazasıyla oturup kalkan, Kur'ân ifadesiyle, nerede bulunursa bulunsun, O'nun hâzır ve nâzır olduğunu soluklayan ve görüldüğünde Allah'ı hatırlatan dırahşan çehrelerdir ki, her zaman inandıkları kadar inandırıcı olmuş; hakikatleri ve "Hakikatü'l-Hakaik"ı hissettikleri kadar çevrelerine de duyurabilmiş ve hep sinelerde yankılanan bir ses ve soluk olagelmişlerdir.

Kendi özünden habersiz, mahiyetindeki derinliklere karşı bîgâne, Hak'la münasebetlerinde gerilerin gerisinde birisi, oturup kalkıp bülbüller gibi şakısa, dil döküp çevresine destanvârî şeyler sunsa da kat'iyen hiçbir gönle giremez, hiçbir kimse üzerinde müessir olamaz; çok güzel konuşabilir, konuşmalarıyla teveccüh ve iltifat da toplayabilir, ama muhatapları üzerinde kalıcı bir tesir uyaramaz ve kat'iyen onları Hakk'a yönlendiremez; Allah, kendisine yönlendirmenin şifreli anahtarını gönül diline ve hâl şivesine armağan etmiştir. Bugüne kadar ruh ve gönülden yükselmeyen ve insan ledünniyatına ulaşamayan kuru bilgiler, söz ebelikleri, heva ve hevesleri şahlandıran dil ve akıl oyunlarıyla bir şeyler yaptıklarını sananlar kendilerini avutmuş, başkalarını da aldatmışlardır ama kat'iyen sinelerde sürekli yankılanan bir ses ve soluk olma bahtiyarlığına erememişlerdir. Ses-soluk, dil-dudak, kalem ve parmak iç ihsasların emrinde olmalıdır ki, söz gerçek değerine ulaşabilsin.

Gönül erleri her zaman söze gerçek değerini kazandırma peşindedirler. Onlar ağlarını gerer, sürekli iç ihsaslarını ve gönüllerinden fışkıran mazmunları avlamaya çalışır, vicdan mekanizmasından vize almayan mülâhazalara kapalı durur, kalblerinden nebeân etmeyen sesler-sözler bülbül nağmeleri gibi dahi olsa onları içlerinin farklı bir derinliğinde unutulmaya terk eder ve o kabîl mülâhazalar karşısında sürekli sessizlik murakabesi yaşarlar. Gönüllerinden fışkırdığına emin bulundukları ve hak mülâhazasına bağlı dillendirdikleri mefhumlar aklın zahirî nazarında zehir bile olsa, onları, gönül dilinden yükselmeyen, hâl şivesiyle renklenmeyen kevserlere tercih ederler; tercih ederler, zira onlar nefsanî ve cismanî huzur peşinde değillerdir; mülâhaza dünyalarına bağlı yürüdükleri yolda bin türlü mahrumiyet ve mağduriyet söz konusu olsa da, onlar hep gönül ibrelerinin gösterdiği istikamete müteveccihtirler ve gerektiğinde bütün bütün kendilerini unutmaya, hattâ "ömür billâh" yâd edilmemeye hazırdırlar. Ne nâm u nişan ne şöhret ü şân ne de servet ü sâmân peşindedirler. Edip eylediklerine karşı sürekli vefasızlık görseler veya hep mahrumiyetlere maruz bırakılsalar da ne alınır, ne gönül koyar ne de kimseyi vefasızlıkla suçlarlar. Böyle davranmayı inançlarının gereği, yürüdükleri yolun da hususiyeti sayar; karşılaştıkları olumsuzluklara bir "eyvallah" çeker ve yol almaya bakarlar bu peygamberler şehrahında.

Tarih boyu bütün Kur'ân talebeleri hep böyle düşünmüş ve bu güzergâhta yürümüşlerdir. Dün ve bugün o nurânî şehrahın yolcuları, o yolun Sonsuz Rehberinin takipçileri olmaya and içmiş, hep sevgi soluklamış, başkalarına karşı aşk u alâka mırıldanmış, herkesi kardeşlik hisleriyle kucaklamış, Bediüzzaman ifadesiyle, kâinata "mehd-i uhuvvet" nazarıyla bakmış, konuşurken gönül dilleriyle konuşmuş, konuştuklarını hâl şivesiyle renklendirmiş ve fânileri Bâkî'den ayıran noktaya ulaşmış, his ve heyecanlarıyla hep bir farklılık resmi çizmişlerdir.

Bunlardır ki, çevrelerindeki en küçük işaretlerde bütün varlığın ruh ve mânâsını duyar; duyduklarını çehrelerindeki imalarla, gözlerindeki mânâlarla şekillendirir; var olmadaki derin sırları ledünnî bir sezişle sezer ve kalbin tepelerine sağanak sağanak boşalan mânâları birer "mâide-i semâviye" gibi karşılaştıkları herkese tattırmaya çalışırlar.. dolaşırlar vadi vadi, inançlarında filizlenen güzellikleri sunacak sineler ararlar.. ve buldukları her müstaid ruhla âdeta bir bayram yaşarlar. Duygularında gayet masum, en büyük başarılar karşısında bile iddiasız, her türlü beklentiye karşı kapalı ama pürneş'e ve püriştiyaktırlar.

Gece-gündüz hep bir sır peşindedirler.. sırlarını paylaşma onların en büyük emelidir. Gönüllerinde duyduklarıyla gönüllerde heyecan uyarmaya çalışırlar.. âşina sinelere duygudan-düşünceden, sesten-sözden matbaa mürekkebi görmemiş güftesiz besteler sunarlar. Soluk soluğadırlar yaptıkları işin heyecanıyla; ne yeis ne de keder, ne tereddüt ne de inkisar, yudumlarlar amel ve aksiyonlarının zevkini ve lezzetini edip eyledikleri işin içinde ve aramazlar başka bir ücret aradıkları gibi ruh bilmez ve gönül bilmezlerin. Sunarlar gönüllerinde mayaladıkları ruhu, mânâyı ve o zevkine doyulmaz mârifet ve muhabbeti. Ön yargılı değilse, kimse kurtulamaz bu büyülü seslerin birer inşirah çağlayanı gibi gönül yamaçlarında çağlamasının tesirinden; kimse kurtulamaz sinelere çarpıp insan benliğinde yankılanan bu ledünnîliğin cazibesinden…

Gökler ötesi ifadelerin akisleri sayılan bu tesirli gönül beyanlarına karşı hiç kimse alâkasız kalamaz. Biz hemen tesirini görmesek de, gönülden fışkıran, hâlle farklı bir şiveye ulaşan bu beyan âbideleri bugün olmasa da yarın mutlaka ona açık kalbler üzerinde tesirlerini gösterecek, vicdan sistemlerini bütün derinlikleriyle tesir altına alacak.. ve bir gün şuuraltı müktesebât hâline gelmiş bu vâridât, çok küçük bir tedâîyle de olsa ortaya çıkarak en alâkasız ruhlara bile kendi boyasını çalacaktır.

Evet, bugün ne gönül diliyle söylenen sözler ne de hâl şivesiyle seslendirilen beyanlar kat'iyen zayi olmamaktadır. Şimdilik zihinler onları birer disket gibi kaydediyor, şuur değerlendiriyor, mantık ve muhâkeme besleyip büyütüyor ve yeni kalıplara, yeni şekillere ifrağ ediyor, sonra da onları bir "vakt-i merhûn"a emanet ediyor. Mevsimi gelince belki de kalbin o sihirli beyanları, hâlin ruhlar üzerindeki o silinmez izleri, ne duyulmadık şeyler ne görülmedik güzellikler ifade edeceklerdir..!

Yabancı Dil Öğrenme Yaşı

Yabancı Dil Öğrenme Yaşı


Çocukluğumuza dönelim ve dili nasıl öğrendiğimizi düşünelim. Anne-babamız dilimizi öğretmemiz, kelime hazinemizi oluşturmamız, kelimeleri doğru kullanmamız, doğru telâffuz etmemiz ve konuşmamız için hususi bir gayret göstermedi. Dil okuluna, kursuna göndermedi, ilkokula gidinceye kadar bir öğretmen desteği de sağlamadı. Buna rağmen, en bilgisiz, en âciz çağımızda dil öğrenmek gibi zor bir marifeti farkına varmadan kazandık. Zor, çünkü milyonlarca yetişkin insan çok istediği ve ciddi gayret gösterdiği hâlde bir yabancı dili öğrenemiyor. Çocukların dil öğrenmesi ise, tamamen mu'cizevî bir hâdisedir. Dünyanın her yerinde bütün çocuklar, yaklaşık dört-beş yaşına kadar çevresinde konuşulan dili herhangi bir eğitim almadan öğrenir. Bu öğrenme hızlı, kolay ve zahmetsizdir. Çocuk daha anne karnındayken, onun sesini ve dilinin vurgularını fark eder, doğduktan sonra da aynı dili, aynı çevrede yaşarken kolaylıkla öğrenir. Buna 'anadil edinme' denir. Dünyadaki altı bini aşkın dil bu şekilde öğrenilir ve nesilden nesle aktarılır. Dil edinmede en önemli basamak 'anlama'nın gelişmesidir. Umumiyetle, bebeklerin anlaması konuşmasından altı ay ileridedir.

On beş aylık bir bebek, anadilini daha çok işaret maksadıyla kullanır. 18 aylık olunca kelime hazinesi yaklaşık 20–30'a çıkar ve iki-üç kelimelik mânâlı cümleler kurabilir. Altı ayda kelime hazinesi 10 kat artarak, 24 aylık olduğunda yaklaşık 200–300 kelimeye ulaşır. Kullanabildiği bu kelimeler her gün karşılaştığı nesnelerin adlarıdır. Artık kısa ve tam olmayan cümleler kurabilir. Üç yaşındaki çocuğun kelime hazinesi 900–1.000, dört yaşındakinin ise 1.500–2.000 kelime civarındadır. Beş-altı yaşına gelince konuştuğu kelime iki-üç bine, anladığı kelime 20–24 bine ulaşır. Çocuk ilköğretimin birinci kademesinin sonunda, konuşulan dilde yaklaşık 50 bin kelimeyi anlayabilir. Sayılardaki bu büyük artış çocuğun dili ne kadar hızlı öğrendiğini açıkça göstermektedir. Meselâ, çocuk üç-dört yaş arasında iken her gün ortalama iki-üç yeni kelime öğrenmektedir.

Çocuğun dil edinmesi şuurlu bir süreç değildir. Dil, çocuğun önce tercihini ortaya koyup karar vermesi ve sonra da bu yönde gayret göstermesiyle kazanılmaz. Bu, çocukların elinde olmadan gelişen bir süreçtir. Çünkü onların zihni, beyni ve ruhu dil öğrenmeye istidatlı yaratılmaktadır. Çocuklarda dil edinme üzerine çalışan uzmanlara göre; insanlar doğuştan, dil öğrenebilmek için hususi bir mekanizmaya sahiptir. Bu mekanizma, çocuğun yakınında konuşulan dili edinmesini, kurallarını anlayıp öğrenmesini, sonra da bu kurallar ile konuşmasını sağlar. Bu mekanizma sayesinde bütün çocuklar aynı safhalardan geçerek, biyolojik olarak belli bir olgunluğa geldiklerinde, tıpkı yürümeyi öğrendikleri gibi konuşmayı öğrenirler.

Halk arasında, 'İşitemeyen aynı zamanda konuşamaz.' denmesine rağmen, çocukların dil öğrenmesi sadece işitmeye bağlı kılınmamıştır. Tamamen sağır çocuklar işaret diline maruz bırakılırsa, aynen duyabilen çocuklarda olduğu gibi dil öğrenebilirler. Hattâ zihin kapasitesi çok düşük çocuklar, toplum içine sokulurlarsa, dilin karmaşık yapısını öğrenebilirler. Bunlar bize, beyanın vasıtası olan dilin insanlara Rahman'ın bir hediyesi olduğunu açıkça göstermektedir. "İnsanı yarattı. Ona güzel beyanı öğretti." (Rahman 3–4) mealindeki âyetler buna işaret etmektedir.

Bundan daha şaşırtıcı olan şey, çocukların bütün dilleri eşit zamanda ve eşit derecede öğrenme kapasitesiyle yaratılmalarıdır. Dünyada 6.000'i aşkın dil vardır. Kişi bebekliğini ve çocukluğunu hangi dilin konuşulduğu çevrede geçirirse 'anadil' olarak onu öğrenir. Çocuğun ilk öğreneceği veya kullanacağı dilin, yani anadilin, ırkla veya milletle bir alâkası yoktur. Meselâ Türk anne-babadan doğan bir çocuk, bebekliğinden itibaren Japonca konuşulan bir çevrede büyürse, onun anadili Japonca olur. Ve onun Japoncası bir Japon çocuğunkinden geri kalmaz. Eğer aynı çocuk Türkçe konuşulan bir ortamda büyürse, anadil olarak Türkçeyi öğrenir ve yaşıtlarıyla aynı derecede ona hâkim olur. Buradan anlaşılacağı üzere, çocuklar dünyadaki bütün dilleri öğrenmeye istidatlıdır. Erken yaşta anadilini öğrendiği gibi, bu dönemde birkaç dili aynı anda öğrenebilir.

Kritik dönem
Dil edinme ve öğrenmede en merkezî ve önemli rol beyne verilmiştir. Beynin sol yarımküresinde dil edinmeyle ilgili bir bölge vardır, bu bölge doğuştan itibaren çok aktiftir. Bu aktiflik, derecesi giderek azalarak ergenliğin başlangıcı olan 10–14 yaşlarına kadar devam eder. Sağ ve sol beyin yarımkürelerinin gelişmesinin ergenlik döneminde sona ermesiyle, dil edinme artık zorlaşır. Yani dil edinme ergenlik dönemine kadar olur.

Dil gelişiminde kritik bir dönem vardır. Bu pek çok araştırmayla ispatlanmıştır. Meselâ bir araştırmada, dışarıdan gelip İngilizceyi ABD'de ikinci dil olarak öğrenenler; dili öğrendiği yaşa göre, yedi yaş öncesi, 7–15 arası ve 17 yaş sonrası şeklinde gruplandırılarak gramer bilgileri karşılaştırılmıştır. Buna göre, İngilizceyi yedi veya daha küçük yaşta öğrenenler ile anadili İngilizce olanlar arasında fark çıkmamıştır. İngilizceyi 7–15 yaş arasında öğrenenler anadili İngilizce olanlardan belirgin şekilde ayrılmış, diğer yandan bu gruptakilerin gramer başarısı dil öğrenme yaşına paralel olarak azalmıştır. 17 yaşından sonra öğrenenlerde ise, başarının daha düşük olduğu, fakat yaşa bağlı performans farkının giderek azaldığı bulunmuştur.1 Başka bir araştırmada ise, yaş gruplandırması 3–7, 8–10, 11–15 ve 17–39 şeklinde yapılmış ve karşılaştırma neticesine göre, İngilizce öğrenme yaşı ilerledikçe, alınan puan azalmıştır (Grafik–1).2 Buradan, yabancı dil öğrenmede ideal yaşın yedi ve altı olduğu, bunu ergenliğe kadar olan sürenin takip ettiği, ergenlik dönemine girdikten sonra ise, dil öğrenmenin zorlaştığı neticesine varılmıştır. Dil öğrenme hususunda kritik dönem fikrini ortaya atan Lenneberg'e göre, dil sadece bebeklikten ergenlik çağına kadar olan dönemde kazanılır.3 Yapılan araştırmalar, yabancı dilin küçük yaşta anadille birlikte kazandırılmasının en uygun yol olduğunu göstermektedir. Yedi yaştan sonra bir dili aksansız öğrenmek çok zor olmaktadır.

İki dillilik
Çocuğa doğuştan verilen dil edinme kabiliyeti tek dil için değildir. İki dilli ortamda büyüyen bir çocuk için, ya birinci dilde (anadilinde/aile dilinde) veya ikinci dilde (toplum dilinde) dil edinme diye bir durum yoktur. Bilakis, hem birinci dilde, hem de ikinci dilde dil edinme vardır. Bugün dünyada çocukluğundan itibaren iki veya daha fazla dil bilen çok sayıda insan vardır. Göçmen aile çocukları bunun en yaygın örneğidir. Bu çocuklar yeni ülkelerinin dilini çoğu zaman eğitime gerek kalmadan, hızla ve zahmetsizce edinirler. Bir başka örnek, iki farklı dil konuşulan ailelerin çocuklarıdır. Üçüncü örnek, yabancı bakıcı yanında büyüyen çocuklardır. Bu çocuklar her iki dili de eğitim almadan ve hızla öğrenirler.

Çocukların küçükken iki dili birden öğrenmeleri, iki dilin de çocukla eşit derecede konuşulmasıyla mümkün olmaktadır. Doğdukları andan veya bir-iki yaşından itibaren iki farklı dil konuşulan bir ortamda büyüyen çocuklar, yaratılışta lütfedilen dil edinme mekanizması sayesinde, iki hattâ daha fazla dili aynı anda edinebilirler. Böyle bir durum, anne-babadan en az birinin ikinci bir dil bilmesi ve birinin çocukla sürekli bir dili, diğerinin ise öbür dili konuşması hâlinde gerçekleşebilir. Eğer anne-baba anadilinden başka dil bilmiyorsa, çocukla bebeklikten itibaren yabancı dil bilen bir bakıcı ilgilenebilir. Bu durumda çocuk ondan yabancı dili, anne-babasından da ikinci dili edinir. Eğer anne-baba göçmen durumunda ise ve çocuk okul öncesi eğitime devam ediyorsa, bu durumda da çocuk iki dili birden eşit derecede edinebilir. Bunun için anne-babanın evde anadilini kullanması gerekir. Çocuk onlardan anadilini, okuldan da ikinci dili edinir.

İki dilin kullanımı ile ikinci dilde öğrenme başarısı arasında müspet yönde bir bağlantı vardır. Anadilin evde düzenli bir şekilde kullanılmasıyla, ikinci dildeki başarı da artmaktadır. Estonya ve Letonyalı çocukların İsveç dilindeki başarısı buna dayandırılmaktadır. Benzer bir durum Avustralya'da yaşayan Alman göçmen çocuklarında tespit edilmiştir. Bunlardan anlaşılacağı gibi, anadile tam hâkimiyet ikinci dilin de gelişmesini kolaylaştırmaktadır. Bu bakımdan yurtdışında yaşayan ve çocuklarının, bulundukları ülkenin dilini daha iyi öğrenmelerini isteyen Türk aileleri, aile içinde kendi anadillerini kullanarak önce çocuğun anadilinin gelişmesini sağlamalıdırlar. Anadile hâkimiyet, hem kendi kültür değerlerini koruyup geliştirme, hem de içinde yaşadığı toplumun dilini eksiksiz kullanma açısından büyük önem taşımaktadır.

Anaokulunda ikinci dil
Çocuğun üç-altı yaş arasında ikinci dil öğrenmesi ile iki dil konuşulan bir ortamda büyüyerek iki dil edinmesi aynı şey değildir. Çocuk sistemli bir öğrenme ve öğretme olmadan, duyarak ve duyduklarını taklit ederek dil edinir. Dil öğrenmek ise, iradîdir, çevreden (anne-baba, öğretmen, arkadaş) destek ister ve aktif gayret gerektirir. Çocuğa böyle bir imkân sağlanırsa, ikinci dilin temeli atılmış olur. Bu imkân anaokulunda verilebilir. Buradaki yabancı dil öğretiminin esas gâyesi, yeni bir dili anadili gibi öğretmekten çok, çocuklarda kulak dolgunluğu oluşturmak, kelime darcığını zenginleştirmek ve sonraki yıllar için temel hazırlamaktır.

Erken yaşta yabancı dil öğrenen çocuk, psikolojik açıdan yaşıtlarına göre daha olgun, ilerdeki eğitim hayatında da akranlarına göre daha başarılı olmaktadır. Ayrıca yabancı dil öğrenme, çocukların zihnî gelişmesine ve toplum içinde daha sosyal olmasına büyük katkı sağlamaktadır. Çocuklar günlük hayatta ikinci dili aktif olarak kullanmadıkları için öğrendiklerini unutsalar bile, yabancı dile karşı merakı uyanmakta, farklı bir dil ve kültür olduğunun farkına varmaktadırlar. İki dillilikte olduğu gibi, erken yaşta ikinci dil öğretirken, anadilin de mutlaka çok iyi öğretilmesi gerektiği asla unutulmamalıdır.

Çocukların biyolojik donanımı (beyin gelişme durumu, gırtlak yapısı) yanında psikolojik ve ruh hâlleri de ikinci dil öğrenmeye uygundur. Üç-altı yaşları arasında oldukça meraklı olduklarından bu dönemde çocukları yabancı dille tanıştırmak gerekmektedir. On yıl sonra girişilecek böyle bir teşebbüs, çocuğun başkalarının otoritesine karşı çıktığı ergenlik dönemine denk geleceğinden, tam istenen neticeyi vermeyebilir. Küçük çocuklar, ilk çocukluk devresinin bitimine kadar yabancı bir dilin ses yapısı ve söz özelliklerine karşı hassas iken, daha ileri yaşlardakiler daha çok dilbilgisi, kavram ve mânâ üstünde dururlar. Ergenlikten sonra başka milletlere ve topluluklara ait seslerin çıkarılması çok zorlaşır. Bu yüzden yabancı dilleri belli bir yaştan sonra doğru telâffuzuyla birlikte öğrenmek çok zordur. Yetişkinlerde öğrenememe korkusu, küçük ve gülünç düşme endişesi vardır; bu, dil öğrenmeye ciddi zarar verir. Çocuklar ise, komik olmaktan zevk alır, hata yapma gibi endişeleri yoktur, meraklı ve öğrenmeye iştahlıdırlar. Ayrıca çocuklar yetişkinlere göre, ikinci bir dili öğrenirken konuşmada daha az çekingendirler. Yetişkinle çocuk arasındaki bu farklar onları dil öğrenmede çok daha avantajlı kılmaktadır. Çocuğun bu dönemlerde öğrendiği dil neredeyse anadili kadar iyi olabilmektedir.

Okulöncesi dönemde çocuklara yabancı dil doğrudan değil, oyun, şarkı, tekerlemelerle dolaylı yoldan öğretilebilir. Böylece çocuk yabancı dille tabiî bir ortamda karşı karşıya gelir, duyarak, görerek ve bizzat yaşayarak öğrenir. Öğretmen, hareket, jest, mimik; uygun ipucu verme, resim ve şekillerle gösterme, şarkı söyleme, şiir okuma, karşılıklı konuşma gibi metotları kullanabilir. Yabancı dildeki sesleri duymaya alışan çocuklar bunları zamanla benimser.

Öğretilen kelime ve cümlelerin çocukların günlük hayatından seçilmesi ilgiyi artırır. Çocuk hangi oyuncak ve nesnelerle oynuyorsa, onların İngilizce isimlerini de kolayca öğrenebilir. Oyun çocuk için en iyi öğrenme yoludur. Oyunla yabancı dil bir araya getirilince öğrenme daha da kolaylaşır ve bir keyif hâline gelir. Dil öğretiminde şarkı ve hareket de başarıyı yükseltir. Ritm ve melodiyle öğrenme eğlenceli hâle gelir ve bilginin hafızada kalması kolaylaşır. Çocuk, şarkıları önce anlamını bilmeden ezberler, kelimeleri öğrendikçe mânâyı da çözer. Bunun yanında, yabancı dil öğretimi için kullanılan boyama veya hikâye kitaplarından ve kasetlerden faydalanılabilir. Çocuklara dil öğretirken sık tekrarların yapılması öğrenilenlerin pekiştirilmesini ve derse katılamayanların da öğrenme fırsatı bulmasını sağlar.

Türkiye'de bir devlet anaokulunda yapılan araştırmada, dört-altı yaş grubu çocukların ikinci bir dili öğrenmek için istekli oldukları ve öğrendikleri kelimeleri gün içerisinde kullanmaya çalıştıkları görülmüştür. Ayrıca dört yaş grubundakiler, beş ve altı yaş grubundakilere göre daha az başarı göstermekle birlikte, kısa bir eğitim döneminde bile birçok kelimenin İngilizce karşılığını öğrenmede başarılı olmuştur.4 Bazı özel anaokullarında velilerin de isteği doğrultusunda çocukların yabancı dil öğrenmesine hususi bir ehemmiyet verilmekte ve gayret gösterilmektedir. Çocuklar da öğrendiklerini ailelerine göstermekten büyük zevk duymaktadırlar.

Netice olarak, ulaşım ve haberleşmenin büyük hız kazandığı gönümüzde eğitim, ticaret, endüstri, sanat, üretim gibi insana ait bütün faaliyetler dünya çapında ortaklıklarla, karşılıklı gidip gelme ve görüşmelerle, ülkeler arası işbirlikleriyle yürütülmektedir. Diğer yandan, dünyaya barış ve huzurun gelmesi için, farklı kültür ve milletler arasında sıkı diyaloglara, böylece maddî-mânevî değerlerin paylaşılmasına, karşılıklı anlayış ve itimadın oluşmasına ihtiyaç vardır. Bu yönde ciddi adımlar atılmış ve büyük kucaklaşmalar başlamıştır. Doğulu-Batılı, siyah-beyaz, farklı ırk ve milletten insanlar artık dost ve kardeş olmaktadırlar. Böyle bir dünyada rol oynayacak fertler mutlaka bir, hattâ daha fazla yabancı dil bilmek mecburiyetindedir. Allah bütün çocuklara bu istidadı lütfetmiştir. Anneler-babalara ve devlete düşen vazife, bu büyük fırsatı değerlendirip çocukların ikinci dil istidatlarını geliştirmektir.

Dipnotlar
1. Johnson, J. S., & Newport, E. L. (1989). Critical period effects in second language learning: The influence of maturational state on the acquisition of English as a second language. Cognitive Psychology 21, 60–99.
2. Francis, N. 1999. Maturational Constraints in Language One and Language Two: A Second Look at the Research on Critical Periods, Bilingual Research Journal, 23:4 Fall 1999
3. Lenneberg, E. 1967. Biological foundation of language, New York, Willey
4. Sığırtmaç, A., Özbek, S., 2009. Okulöncesi Dönemde İngilizce Eğitimi, İnönü Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, Cilt. 10, Sayı. 1, ss.107–122

Dil Kasabası

Yaşadığımız yüzyıl içerisinde 1930'lardan başlayarak dil öğretiminde en çok tartışılan konulardan birisi "yabancı bir dili sınıfta nasıl öğretiriz?" idi. Bir çok teori ve uygulama dil öğrenimi tarihinde sırası ile tatbik edildi. "Communicative approach" (iletişime dayalı öğreti) en çok tutulan ve ve-rimli olan metotlardan birisi oldu. Bu metoda göre meselâ bir İngilizce öğretmeni, derste anadili hiçbir zaman kullanmayacak, bütün sınıf içi ve sınıf dışı faaliyetleri İngilizce olarak açıklayacaktır. Öğretmen çok zor durumda kalırsa öğrencinin anadiline başvuracaktır. Yine bu metoda göre öğretilecek olan İngilizce yaşayan, gerçek ve fonksiyonel İngilizce olacaktır. Yani hangi durumlarda hangi İngilizce yapıları kullanılıyorsa, şu anda geçerli olan hangi yapılarsa, bunlar öğretilecektir.
Böyle bir programı gerçekleştirmek için okul içinde ve okul dışında İngilizce konuşulan bir ortam hazırlamak en ideal durum olacaktır. O hâlde dil öğrenmenin gayesi, okulda veya herhangi bir dil kursunda sınıf geçmek değil de, yabancı dili gerçekten anlayabilme, konuşabilme ve yazabilme olacak ise (ki gerçek dil öğrenimi budur), bunun en kolay yolu dilin konuşulduğu ülkeye gidip hem ESL dersleri alma, hem de kendini o yabancı dilin kullanıldığı ortama bırakma ve dili orada yaşadığı şekli ile öğrenme olacaktır. Ünlü dil bilimci Stephen Krashen, okulda öğretilen kurallara uygun dil öğretimini "dil öğrenme" (learning) ikincisini ise "dili özümseme, alma" (language acquisition) olarak tanımlar ve ekler: "dil öğrenme şuurludur; fakat dili alma, özümseme şuur altıdır".

Amerika'da Los Angeles'taki üniversitelerden birisinde yapılan bir araştırmada, beş yaşında Çinli bir çocuk, bir kelime dahi İngilizce bilmediği hâlde anaokuluna kaydedilir. Öğrencinin ismi Paul'dür. Paul iki yaşında iken Los Angeles'a gelmiş, anaokuluna kayıt yapılana kadar da evden dışarı hiç çıkartılmamış, hiç Amerikalı arkadaşı olmamış, annesi, babası ve bakıcısıyla hep ana dilinde konuşmuş ve evde hiçbir şekilde İngilizce televizyon kanalları izlenmemiştir. Anaokulundaki sınıf arkadaşlarının hepsi Amerikalı öğrencilerdir. Anaokulunun süresi 4,5 aydır.

Paul okulda devamlı İngilizce ile karşılaşmaktadır. İlk öğrendiği cümlelerden birisi "get out of here"dir. Bir gün Amerikalı sınıf arkadaşı onun yanına oturmasını istemez ve bu cümleyi söyler. Diğer bir gün Paul bisiklete binerken kendisini rahatsız eden Amerikalı sınıf arkadaşına aynı cümleyi mırıldanır "get out of here". Gerçekte Paul kullandığı cümlenin kelimelerini tek tek bilmez fakat bildiği, böyle bir durumda kulla-nabileceği cümlenin bu olduğudur.

Diğer bir gün resim dersinde resim çizerken diğer arkadaşının "I am finished" demesiyle öğretmeninden "you can go now" cevabını alıp sınıftan dışarıya çıkması, Paul'e örnek olur. Paul de resmini bitirdikten sonra aynı şekilde cümleyi söyler ve dışarı çıkar. Ve bir kaç kez, aynı cümle ile değişik durumlarda karşılaşan Paul, artık "I am finished" cümlesinin "bitirdim" mânâsına geldiğini öğrenmiştir. Bu şekilde Paul 19 hafta içinde İngilizce'yi, aynı süre dahilinde normal İngilizce eğitimini sınıfta alan bir öğrenciden çok daha ileri bir seviyede öğrenmiştir. Sebep gayet açıktır: Paul tamamı ile İngilizce konuşulan bir ortamda bulunmuş, dil üzerine normal bir eğitim almadığı hâlde Amerikalı arkadaşları, çevresi onun için en büyük kaynak olmuştur.

19 hafta içerisinde İngilizce'yi konuşur hâle gelmiştir ama henüz hiçbir gramer kuralı bilmemektedir. Kendimizi ele alıp düşünecek olursak her biri-miz doğduğumuzdan itibaren çevremizden duyduğumuz cümleleri taklit ederek, tekrar ederek dili öğreniriz. Ve çok gerekli olan kurallar dışında da Türkçe gramerini fazla bilmeyiz. (Belki gramer bize ortaokul 2 veya 3 itibari ile ders olarak konur ve ciddî olarak öğrenmemiz istenir. Ve biz o devreye kadar Türkçe'yi konuşmakta hiçbir zorluk çekmeyiz.)

O hâlde, yabancı bir dili öğrenmek için ilk olarak o dilin konuşulduğu bir ortamın gerekliliği ortaya çıkmaktadır. Dil öğrenmek isteyen bir öğrenci 'hedef dil' ortamında dili çok çabuk, doğru bir şekilde ve şuur altına yerleştirerek öğrenebilir. Bu şekilde öğrenilen dil ödünç alınan bir elbise gibi değil, ömür boyu kullanılmak üzere satın alınan bir elbise gibi kendimize ait olur. Bu durumda dil öğrenmek için yurt dışına gitme gerekliliği ortaya çıkmaktadır. Fakat her dil öğrenmek isteyen öğrenci, hem maddî sebepler, hem de bazen suç oranlarının yüksek olması sebebiyle yurt dışına gitmek istemez. O zaman diğer bir çözüm akla geliyor: İngilizce dil ortamını burada, Türkiye'de oluşturmak.

1970 yılında bir grup Rusça öğretmeni Rusya'nın dağlık, kamp alanı olarak kullanılan bir yerini kiralayarak burayı bir dil köyüne çevirdiler. Köy içindeki levhalar, gümrük kontrolü her şey Rusça oldu. Haberleşme, televizyon, radyo her türlü iletişim aracı Rusça üzerine tasarlandı. Daha sonra öğrenciler buraya davet edildi ve eğitim başladı.

Öğrenci sınıf içinde gördüğü eğitimden sonra okul dışında yine Rusça ile karşılaştı ve sonuç oldukça başarılı oldu. Öğrenciler böyle bir kampta Rusça'yı kısa bir sürede, yaşayan gerçek dil yapıları ile özümseyerek öğrendiler.

Aynı proje kendi ülkemizde yapılabilir. Şehirden uzak bir yerde, öğretilecek dilin klâsik bir ortamı inşa edilebilir. Kasabanın her türlü tabelaları, işaretleri bu dilde olacak, her türlü sosyal, kültürel birimleri, postahane, sinema, klinikler, lokanta, kütüphane, gazete bayileri bu dili konuşan aileler tarafından işletilecektir. Televizyon, gazeteler, dergiler de hep bu dilde yayın yapacaklardır. Kısaca öğrenci Türkçe ile irtibatını kesecek sadece hedeflenen dili konuşacaktır.

Dil öğreniminde "kültür" önemli bir faktördür. Öğreneceğiniz dilin kültürünü bilmezseniz dil içerisindeki yapıları, onunla ilgili esprileri, nükteleri yakalamanız çok zordur. Bir ülkenin kültürünü öğrenmek ve anlamak o dili anlamayı kolaylaştırıcı faktörlerden birisidir. Yine böyle bir kasaba ortamına bir lise hazırlık sınıfı kurulabilir, bir dil kursu veya yaz okulu açılabilir. Lise hazırlık sınıfına gelen öğrenci yatılı olarak burada kalır ve ancak sömestr tatilinde eve gitmesine izin verilir. Yine böyle bir okulda müdür ve çalışanlar ana dili hedef dil olanlardan veya bu dilin konuşulduğu bir yerde doğmuş, Türkçe'yi az bilen eğitimli Türklerden olabilir.

Kısacası, böyle bir kasabada, yaşayan dil konuşulacaktır. Böyle bir ortamda öğrenci, okul içersinde duyduğu konuşulan hedef dili, okul dışında her şeyi ile o dile ait olan bir ortamda pekiştirerek çok kısa bir süre içerisinde geliştirebilir. Sözün kısası bu projenin temel prensipleri, yabancı dil öğrenirken ana dilden mümkün olduğunca az faydalanma ve gerçek dil materyallerini kullanma olacaktır. Tabiî ki böylesine dev bir proje, çok büyük bir maliyet ve ekip çalışması gerektirmektedir.
Erdal ARALAN
Kaynaklar
- Patricia A. Richard-Amato, Making It Happen, Addison-Wesley, Publishing Company, California, 1988.
- Joseph Huang and Evelyn Hatch, Publishing Articles on Acquisition of English, University of California, Los Angeles.

Masum Dil Türkçe

Dünyanın hiçbir yerinde, atalarının yazdığı kütüphaneler dolusu kitabı, bir turist gibi raflarında seyreden, o nâdide şaheserlere yabancı bir dille yazılmış gibi uzaktan bakan, bizden başka bir millet gösterilemez. Bir "Bâbil Sürgünü"nden sonra vatınına dönen insanlar bile olsaydık bu durum meydana gelmezdi. Veya belli bir tarihten itibaren yeni doğanlar başka dili konuşanlar yanında yetiştirilip 60-70 sene sonra geriye gönderilseydi bile böyle bir şeyle karşılanmış olamazdı. Bizim düşmanlarımızın gaddarlıklarına bakınız ki, anne-babalara kendi evladını öldürtüp parçalatan zâlimler gibi bizim dilimizi bizim elimizle dilim dilim ettirdiler... Tarih; ferd ve cemiyetlerin maddi ve manevi bakımlardan türlü tazyik ve zulümlere uğradığına, hatta kafa ve vicdanlann tahakküm altına alındığına dair bir çok vak'alara şâhit olmuştur. Lâkin milletlerin, hem de kendi evlâtları vasıtasıyla, dillerinin böyle bir tasalluta maruz kaldığını ve bu kadar gülünç bir vaziyete sokulduğunu gösteren bir hâdise kaydetmez. Hatta Rusların bilhassa Türklere revâ gördükleri ve diğer Asya milletleri için programlarına alarak yapmak istedikleri şey bile dilimizin başına gelenlere nazaran çok hafif kalır. Çünkü onlar dillerini Ruslara karşı ciddi ve şuurlu olarak müdafaa ettiler.

Hatta 1963'te Frankfurt'ta toplanan milletlerarası Petrol Kongresine Rus delegeleriyle birçok Türk mühendisi de gelmişti de bunlardan birine bir Türkiyeli talebe, anlıyor musunuz diyerek, öztürkçeyi savunup yazan bir gazetemizi sunduğunda Azerbaycanlı mühendis gazeteyi evirmiş çevirmiş ve nihayet "Pek anlıyamıyorum ama bir şey anladım: Bizim sekiz sene savaşarak yendiğimiz şeyleri ve yerdiğimiz devrik cümleleri şimdi size satmaya çalışıyorlar, bu manat (yani para) geçmez, siz dilin bünyesinin devrilmesinin nereye kadar gideceğini bilemezsiniz, biz ise biliyoruz." demişti.

Prof. Osman Turan, dil fâciamızı şöyle dile getiriyor:
Tarih boyunca kendi tekâmül kanunlarına ve münasebette bulunduğu kültür ve medeniyetlerden aldığı tesirlere göre gelişen ve böylece dâhili ve hârici unsurları bünyesine mal ederek bir cemiyetin müşterek bir ifade vâsıtası hâline gelen bir dil, "milli" sıfatını kazanır. Fakat milletçe müşterek bir dil denilince edebiyat mensubları, ilim ve fikir adamlan tarafından kullanılan dilin, halk ve köylülerin anlayacağı bir dil olmasını tasavvur etmek sadece abestir. Bu, kültürü ve münevveri imhâ etmek demektir. Dil hareketinde ilk felâket "milli dil" tarifinin bu mânâda anlaşılmasıyla başlar. Halbuki bu tema üzerinde başlayan dil hareketi, bu tarifi de reddederek menşei Türkçe olmayan bütün kelimeleri de atmak suretiyle, ibtidâi kavimlerde bile tasavvur edilemeyen, hayâli bir tasfiye yoluna saptı. Böylece yalnız edebiyat mensublarının değil, bütün milletin müşterek malı olan kelimeleri de atmağa ve yerlerine herkesin yabancı olduğu unsurları sokmağa çalıştı. Daha kötüsü, menşei Arapça ve Farsça olmakla beraber asırlarca düşünüş ve duyuşlarımızı bir komprime gibi üzerlerinde taşıyan, şekil, mânâ ve telâffuz bakımından asıllariyle bir alâkası kalmayıp tamamen bizim malımız olan kelimeleri ve onunla birlikte bir kültürü fedâ ederken, bunların yerine koymak istediklerimizin yüzde doksanı dilimizin kanunlarına, teşkil kaidelerine aykırı ve bu sebepler de milletçe bizim sayılamayan kelimeler olması idi...

Bu fâcia karşısında, dâvanın bu şekliyle bâtıl olduğunu söylersiniz. Size aslında ilmi ve mutedil tarafı olan meseleyi o çerçeve içerisinde müdafaa ederler. Yeni kelimelerin yüzde doksan dilimizin kaidelerine aykırı olduğunu isbat edersiniz, o zaman, meydana getirilen tehlikenin âki-betlerini hesaba katmadan, ifratın, normali temin için, zaruretine işaret edenler; uydurmacıların tasfiye prensiplerini bir an için kabul edersiniz ve neden bu kadar Frenkçe kelime ve unsurları Türkçe ilân ettiklerini sorarsınız; size bunların aslında Türkçe olduğunu iddiaya kadar cesaret e-derler. Biraz tarih ve filoloji bilgi ve mantığınıza dayanarak bunların gülünçlüğünü, onların da itiraz edemeyeceği bir şekilde, meydana koyarsınız; burada da sıkışınca size Avrupa medeniyetine girebilmek için dilimizin onlara yakın bir bünye olması lâzım geldiği muğalatasını yaparlar. Bunun da sakat bir düşünce olduğunu isbat edersiniz; nihayet son olarak hiç sıkılmadan, asıl gayemiz sizde bu milli şuuru uyandırmaktır, diyerek fikren müflis olduklarını ve bütün yorucu konuşmaların bu tesbit-ten başka bir işe yaramadığını müşâhede edersiniz. İşte bu fâcia üzerine senelerce cereyan eden münakaşalarımızın hulâsası budur.

Bu satırları yazan (Osman Turan) da, liseden üniversite tahsilinin ortalarına kadar bu milli dil romantizmi içerisinde, okuduğu metinlerde, menşelerinin Türkçe olup olmadığına göre kelimeleri bir tasnife ve istatistiğe tâbi tutan ruhi bir buhran geçirmiştir. Fakat dil ve kültür meselelerinin şümulüne nüfuz ettikten sonra Türk dilinin maruz kaldığı tahribat anlaşılmış ve bu sefer hakiki ıstırap bu hareketi tebcil için yapılan "Dil bayramları"nın gerçekten bir "Dil mâtemi" olması gerektiğini meydana koyan "Istılahlar meselesi" adlı makalelerimizde ifade edilmişti. Bu sebeple dil hareketinde samimi olan münevverlerin psikolojisini anlamak kolaydır.

Henüz Türkçe lügat ve gramer kitabı bile vücuda getirilmeden girişilen ve ilme aldırış etmeyen bu teşebbüs eğer devlet kuvvetine dayanmasa idi halkın akl-ı selimi ve istihzâsı karşısında derhal ölüme mahkum olurdu. Aslında çoktan Türk mizahı hususi sohbetlerde veya bazen fırsat bularak karikatürlerde hükmünü vermişti. Her yabancı kelimenin, güldürücü bir şekilde, Türkçe olduğuna dair eğlenceli izahlar veya herkesin yeni bir kelime uydurma merakı bodur gündelik mizahımızın başlıca, mevzularından idi ve uydurma kelimeleri bir araya getirerek başkalarını eğlendirenler de eksik değildi.

Bir avukatın hâkime: "Bay yargıç, size aralıkta verdiğimi ocağa attınız" ifadesine karşı hâkimin, sâfiyetle, avukatı ciddiyete davet ettiği meşhurdur.

Bazı zarif istihzalar mizah mecmualarına kadar aksediyordu. Meselâ bir karikatürde, mektepte tahtaya kaldırılıp bir meseleyi kolayca halleden çocuğa hocası: "Bu meseleyi sen değil, muhakkak ki, baban halletti" deyince, çocuk: "Yağma yok, bay öğretmen, babam bu dili bilmez ki" diyerek zekâ ve çalışkanlığını isbat eder. Diğer birinde hoca, çocuğa (+) in ne işareti olduğunu sorar; Çocuk "Üç yıl önce cemi, iki yıl önce toplay, geçen sene toplama derlerdi, bu sene ne dediklerini öğrenmeye geldim" cevabını verir.

Bu garip durumumuzu şu hikâye çok güzel tasvir eder zannediyorum:
Bir zaman bir grup gözü açık cambaz ve hünerbaz toplanıp zamanın hükümdarının huzuruna çıktılar ve şöyle dediler:
— Efendimiz, gelişen son imkânlara göre yepyeni kumaşlar keşfedildi... Bu güzel ülkenin sizin gibi şâhâne hükümdarına ancak böyle fevkalâde kumaşlardan yapılmış elbiseler yaraşır... Yalnız bir husus var.. Nasıl söylesek!... Yani bunların değişik bir yönü var efendimiz... Şunu demek istiyoruz, bunlar herkese görünmez!.. Zekâ seviyesi yüksek, ilim, irfan ve kültürü üstün kimselerden başka, hiç kimse bu şâhâne kumaşların varlığından haberdar olamaz, güzelliğini farkedemez...

Bu göz bağcılara kanan hükümdar, tezgâhların kurulması ve dokuma işlerinin başlaması için, hazineden pek çok paralar tahsis eder. Görünmeyen iplerle (!) bizimkiler işe girişirler. Ara sıra kontrole gelen hükümdar hiçbir şey görmez ama, câhil ve geri zekâlı durumuna düşmemek için sesini çıkarmaz. Derken dokuma işi biter, bu sefer dikime geçilir. Hükümdar 'elbiselerin provalarına gelirken ne diyecekler diye vezirleri de yanında getirir. Onlar da birşey görmezler ama ne yapsınlar, damga yememek, çaptan düşmemek için:
— Ne kadar da şâhâne!.. Hükümdarımızın şanına lâyık!.. derler.

Nihayet herşey bitmiştir. Hükümdar bir de halkın görüp takdir etmesi için bir geçit resmi düzenler. Şâhâne tâcını, incilerle süslü kaftanını, dedelerinden kalma hâtıraları, herbiri bir fethin ve kahramanlığın yâdigarı bütün, kıymetli elbise ve nişanlan çıkarıp, bu hayâli elbiseleri itinâ ile giymeye çalışır ve iç çamaşırlarıyla halkın huzuruna çıkar. Vezirlerin, bilginlerin yapmacık takdir ve alkışlarına rağmen, halkın karşısına çıkınca hükümdara karşı halkta önce bir hayret başlar sonra da aralarında çığlık gibi şu sözler dolaşıp yayılır:
— Eyvah hükümdarımız çıldırmış!.. İşte aynen bu hikâye gibi, maalesef asâletin kelimelerde bile düşmanı olanlar, bütün hünerlerini kullanarak ifade tekniğinin zirvesine ulaşan edib ve şâirlerimizin, edebi saltanatımızın şeref sayfalarına, fethettiğimiz ülkelerle beraber fethettiğimiz kelimelerden nakşettikleri inci ve mercanları, teker teker sökerek edebiyatımızı fakir, perişan ve derbeder hâle getirmişlerdir. Böyle olunca da kendi gücünden başka bir müdafii olmayan dilimizi tahribe koyulmuşlardır.

Birdenbire uydurulan kelimeler sür'atle mektep kitaplarını devlet dilini istila etti. Yeni kelimelerden kimse birşey anlamadı. Türk dilinin kaidelerine aykırı olarak yapılan ve pek çoğu da Fransızca veya malum olanlarını bozarak alınan bu kelimelerin mânâsını keşfederek bir imkân da yoktu. Halbuki dilin kanunlarına göre yapılmış olsalardı bile asırların biriktirdiği ince ve şumüllü mânâları taşıyan kelimeleri bu yenileriyle karşılama imkânsızdır. Dil Kurumu bu ihtiyacı karşılamak için henüz ciddisini yapmadan bu uydurmalar için Türkçe Sözlük adı ile uydurma bir lügat kitabı neşretti. Fakat ne gariptir ki, uyduranların bile mânâsını derhal unuttukları bu kelimelere ait lügat kitabı neşredilir edilmez, bunların pek çoğu mevkilerini yeni uydurmalara terketti. Bu suretle, çocuklar bilhassa manevi ilimleri ya hiç veya kulaktan kapma ve müphem olarak biraz anladılar. Mektepte, dört duvar arasında bile işe yaramayan bu dil, bir nevi çocuk dili, hatta mektep argosu mâhiyetini de alamadı. Böylece dil buhranının en tehlikeli neticesini Türk istikbalinin ümidi olan gençliğin sağlam bir kültür ve formasyona mani olması teşkil etti. Unutmamak lâzımdır ki, sağlam bir kültür ve sağlam bir kafa ancak bir lisana ve bilhassa ana dile hâkimiyetle mümkündür. Bu neticeyi daha bâriz olarak üniversite tahsilini bitiren yeni neslin, fikirlerini iyi bir Türkçe bile ifade edemediğine dair misallerde görüyoruz. Bugün ciddi muharrir ve edebiyatçılarımızın hâlâ eski nesle mensup olmalarının sebebi budur. Hatta üniversite hocaları arasında sağlam bir Türkçe yazamayan insanların da az olmadığı vâkıasını itiraf edersek buhranın derinliği daha kolay ifade edilmiş olur.


Dil meselesi herkesin fikir yürütebileceği bir mesele değildir. Bütün bu kargaşalıkların, henüz Türkçenin imkânlarını ihtiva eden bir lugata sahip olamayışımızdan kaynaklandığına inanıyoruz. Bu mevzu hakkındaki araştırmalarımıza da ileride temas edeceğimizi zannederiz.


Derleyen Safvet Senih

Popular Posts