Dünyada dengeler hızla değişiyor. On beş yıl öncesine kadar demir perdenin kalesi olan ülkelerde bugün yepyeni oluşumlar ışık saçıyor. İki binli yılların bu ilk diliminde yeni bir dünyanın eşiğindeyiz. Bu, nesillere ufuk gösterecek bir umut... Bu umudun gerçekleşmesi; tarih, kültür, coğrafya, ekonomi, dil ve edebiyat gibi birçok unsuru hesaba katmaya bağlı. Orta Asya ülkeleriyle olan kültür, dil ve tarih birliğimizi yok saysak, münasebetler ne kadar sığ temeller üzerine atılırdı.
Orta Doğu, Akdeniz, Karadeniz, Balkanlar ve Kafkaslarla çevrili olan ülkemiz; coğrafyamızın belirlediği, tarihimizin biçimlendirdiği şekliyle, zengin bir bileşime sahiptir. Anadolu'ya mazinin sağladığı bu zenginlik, çeşitlilik ve bütünlük geliştirilecek olan evrensel bir dille, geleceğimizin de en büyük dayanağı olacaktır.
Hedefimiz; evrensel barışı gâye edinen, diyalog ve hoşgörüyü esas alan yeni bir model sistemi dünyaya sunacak olan beyinlerin ve aksiyon erlerinin bu mesaj sunumunu gerçekleştirirken dil hususunda nelere dikkat edeceklerine ışık tutabilmektir. Bu model sistemi temsil edeceklerin şüphesiz, dil bakımından mükemmel olmaları gerekir. Diğer bir ifadeyle evrensel barışı, diyalog ve hoşgörüyü esas alan bu modelin, evrensel bir dil ile temsil edilmesidir.
Dilin tanımı, insanî münasebetlerdeki önemi, toplum için ifade ettiği anlam, mesaj aktarımında tek başına yeterli olup olmadığı, mükemmel dilin tanımı ve insanların bu dile nasıl sahip olacağı bu yazının konuları arasındadır.
Dil ve ifade ettiği anlam
Dil, Türk Dil Kurumu'nun sözlüğünde, insanların duygu ve düşüncesini aktarma vasıtası olarak tanımlanır. Bu tanımlama dile, anladığımızın dışında çok geniş bir anlam yüklemektedir. İnsanlar sadece sözle duygu aktarımı yapmazlar. Bakışlar, tavırlar, jest ve mimikler kısaca "hal dili" de insan duygularının aktarımında bir vasıtadır.
Sözün insanlar üzerindeki tesiri çok büyüktür. Bu sebeple insanlar, tarih boyunca, bir başkası üzerinde tesirli olacak güzel söz söylemenin yollarını araştırmışlardır. Dilin ustası olarak kabul edilen şairler ve hatiplerin toplum içinde hep ayrıcalıklı bir yeri olmuştur. Öyleki, söylemiş oldukları sözlerden dolayı devlet adamları tarafından itibar gören şairler olduğu gibi, sözlerinin meydana getirdiği tesiri canlarıyla ödeyen şairler de mevcuttur.
Dilin tebliğdeki önemi çok büyüktür. Biz, bunun örneğini Hz. Musa'nın hayatında görmekteyiz. Hz. Musa, Firavun'a karşı tebliğle vazifelendirildiğinde Allah'tan; "dilindeki hafif pürüzün giderilmesini, daha tesirli konuşma yapabilme imkânına eriştirilmesini, daha pürüzsüz konuşabilen kardeşi Harun (as)'un bu yüce davaya hizmette kendisine yardımcı verilmesini"1 dilemiştir. Bu durum Kur'an'da şöyle anlatılmaktadır: "Musa dedi ki: ‘Rabb’im, yüreğime genişlik ver, işimi kalaylaştır, dilimden şu düğümü çöz ki; sözümü anlasınlar, bana ailemden birini (kardeşim Harun'u) vezir olarak ver, onunla arkamı kuvvetlendir." (Taha / 25-26-27-28-29-30-31) Bu âyetlerin de işaret ettiği gibi tebliğ vazifesinin gerçekleşebilmesi için ilahî mesajların insanlara tesirli bir dille anlatılmasına ihtiyaç vardır. Nitekim Allah (cc); Hz. Harun'u, Hz. Musa'ya yardımcı olarak göndermiştir.
Söz, sosyal olaylarda da çok önemlidir. Sözün toplumlar üzerindeki tesiri zaman zaman "savaşları bitirecek, başları kestirecek" kadar büyük olmuştur. Cahiliye döneminde Araplarda şiirin büyük bir yeri vardı. Şiir yarışmalarında birinci olan şiir altın harflerle yazılarak Ka'be'nin duvarına asılırdı. İslâmiyet geldiğinde Ka'be'nin duvarında "Muallakat-ı Seb'a" denen yedi şiir bulunmaktaydı. Kur'an, edebiyata ve şiire çok değer veren bu topluluk üzerine onları şaşkına çeviren büyük bir ilahî üslupla nazil olmuştur. Kur'an, bu insanlar üzerinde çok büyük bir tesir göstermiş ve onun bir beşer sözü olamayacağı konusunda ittifak etmelerine vesile olmuştur. Nitekim Kur'an bazı âyetlerinde insanlara ve cinlere hitaben kendisine benzer bir eser oluşturamayacakları hususunda meydan okumuştur. Bu meydan okuma, bu toplumun değer ölçüleri ve ruh halleri dikkate alınırsa daha iyi anlaşılacaktır. Çünkü bu topluluk İslâmiyet'ten önce şairin bir sözüyle savaşa girişir, bir sözüyle savaşı bitirirdi.
Günümüz dünyasında da dil en tesirli silâhlardan biridir. Bu silâh, kullananın kabiliyeti, becerisi ve gâyesine göre olumlu veya olumsuz olabilmektedir. Günümüzün en ciddi savaşları kültür sahasında yaşanmaktadır. Bu savaşın da en tesirli silâhının dil olduğu tartışılmaz bir gerçektir.
Dil toplum münasebeti
Dil, bir milletin en önemli yapıtaşıdır. Çünkü o, fertleri bir arada tutan, onlarda ortak yaşama arzusu uyandıran, dertlerini azaltan, sevinçlerini çoğaltan en önemli unsurdur. "Dil, milletin ve milli varlığın en önemli unsuru, milli birlik ve bütünlüğün en büyük amili olduğu gibi, her türlü bilginin de temelidir."2 Heidegger: "Dil, insanın evrenidir." der, bu sözü topluma doğru genişleterek ifade edecek olursak, dil; bir milletin ortak rüyasıdır. Onda bir milletin en aziz, en değerli, en büyük ve en tılsımlı hazineleri gizlidir. Türkçede tarih boyunca yaşamış bütün bir milletin rüyası, hayali ve birikimi vardır.
Bir devlet, başka bir milleti tarih sayfasından silmek istediği zaman, işe onun dilinden başlayacaktır. Burada, 'Dil, kılıçtan keskindir.' sözünü hatırlamamız yerinde olacaktır. Çünkü yapmada ve yıkmada dil, en tesirli silâhtır. Dilde, fertleri yalnızlaştıran güçler; rahatlıkla o milleti parçalayabilir. Bu tehlikenin farkında olan Türk büyükleri ilk yazılı eserlerimiz olan Göktürk Kitabeleri'nden bu tarafa bu konuya hassasiyetle eğilmişlerdir. Tanzimat'tan bu yana, Türk toplumunun içine ekilen ayrılık tohumlarının büyük bir kısmı dille olmuştur. Zararlı fikirler yazılarak, konuşularak insanımızın zihni bulandırılmıştır. "Dil meselesi bir milli müdafaa meselesidir. Dilimizi korumak, vatanı korumakla birdir. Çünkü dil, vatan kadar, tarih kadar aziz; bayrak ve aile kadar mukaddesattandır."3 Bu sebeple insanlığa götürülecek mesajı olanların dile vermeleri gereken önem büyüktür.
Dilin yeterliliği
Günlük hayatta derinden etkilendiğimiz olaylar karşısında, duygularımızı ifade etmekte zorlanırız. Bu hususta zaman zaman büyük şairlerin de muzdarip olduklarını görmekteyiz. İçte biriken duygu ve düşünceleri ifade etmede kelimelerin kifayetsiz kalışı şairleri yakındırmıştır. Merhum M. Akif:
"Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem;
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzarım!"
derken bu feryadı bayraklaştırıyordu. Bir toplumun dilini en iyi kullanan şairlerin de zaman zaman bu tarz yakınmaları, içlerinde birikenleri ifade etmekte acziyete düşmeleri, söylediklerinin muhatap üzerinde tesir bırakmaması, dil hakkında bazı kuşkuları beraberinde getirmiştir.
- Acaba, söz iletişimde tek başına yeterli değil midir?
- Sözü tesirli kılacak vasıtalar nelerdir?
- Muhatap üzerinde sözden daha tesirli vasıtalar var mıdır, varsa bunlar nelerdir?
Bu sorulara cevap aramak insan-dil münasebetini daha berrak hale getirecek, ayrıca bu sorulara verilecek cevaplar "mükemmel dili" bulmada bir ışık vazifesi görecektir.
Mükemmel dil
Mükemmel dil, kişinin meramını tam olarak anlatması, muhatabın da mesajı tam olarak algılaması olarak tanımlanabilir. Aynı zamanda bu dil, iletişimde ve uygulamada herhangi bir aksaklığın olmamasını ifade eder.
Mükemmel dili aramanın yolu, kendi dilimizin kusurlu olduğunu kabullenmekten geçer. Bunun temelinde, konuşulanla anlaşılanın farklı olması veya konuşulanın tesir etmemesi yatmaktadır. Bu, bizi yeryüzündeki en mükemmel dili aramaya götürür. Bunu anlamak için de ilk insanın konuştuğu dilden günümüze kadar bir yolculuk yapmamız icap eder.
Acaba ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Adem'den bu tarafa konuşulan en mükemmel dil hangisidir?
Gerek İslâm, gerekse Batı kaynaklarındaki bilgiler, Hz. Adem'in konuştuğu dilin kıyamete kadar konuşulacak bütün dillere kaynaklık ettiği yönündedir. Allah (cc) Kur'an'da: "Ve Adem'e isimlerin hepsini öğretti, sonra onları meleklere gösterip: 'Haydi, davanızda sadıksanız, bana şunları isimleriyle haber verin.' dedi." ( Bakara 2/31) buyurmaktadır. Elmalılı M. Hamdi Yazır, bu âyetin tefsirini yaparken, "Lisan hususunda bütün Adem oğullarının zamanımıza kadar vaki olan tenevvü (çeşitlenme) ve ilerlemelerin hepsi, esas itibariyle, Hz. Adem'in yaratılış bakımından şereflendirildiği bu isimleri öğretme özelliğine borçludur... Kelâmla ilgili kuvvet, insana has ruhun mahiyetinde bir kısım teşkil etmiştir."4 demek suretiyle kıyamete kadar konuşulacak dillerin temelinde Hz. Adem'e öğretilen isimler olduğuna işaret etmektedir. Ebu Katade'den nakledilen bir hadiste: "Allah, Adem'e her şeyin ismini öğretmiştir ve Adem her şeyi ismi ile adlandırıyordu. Her şey Adem (as)e toptan sunulmuştur."5 buyrulmaktadır. Bediüzzaman da buradaki toptan kelimesini şerhedebilecek bir açıklamayı 20. Söz'de şöyle yapar: "Hz. Adem'e icmalen talim olunan esmânın bütün meratibiyle tafsilen 'mazharı' Peygamberimiz Aleyhissalâtüvesselam'dır."
İnsanlar Hz. Adem'den sonra yeryüzünün çeşitli bölgelerine dağılmıştır. Gerek coğrafî özellikler, gerek sosyal şartlar, gerekse insanların mizaçlarındaki farklılıklar her sahada olduğu gibi dil sahasında da farklılaşmayı beraberinde getirmiştir. Şu an yeryüzünde konuşulan dillerin Hz. Adem'e öğretilen isimlerden hareketle ortaya çıktığı söylenebilir.
Farklı dillerin ortaya çıkış sebebiyle ilgili olarak Tevrat'taki bir âyet Doğulu ve Batılı birçok dil bilimcisinin farklı yorumlar yapmasına sebep olmuştur. Bu konuda U. Eco'nun Avrupa Kültürü'nde Kusursuz Dil Arayışları isimli kitabında geniş bilgiler vardır.
Çok dilliliğin sebebi ne olursa olsun, gerçek olan, tarih boyunca olduğu gibi, günümüzde de aynı dili konuşanlar arasında bile kelimelerin; duygu, düşünce ve kavram bakımından farklı çağrışımlar yapmasıdır. Konuşmaların anlamı çok defa söz konusu kelimenin anlamca çok çok uzağına düşer. Dilin tanımında da belirttiğimiz gibi söz sadece bir vasıtadır. Onun anlatmaya çalıştığı, asıl kaynaktır. "Yani dilin göstergesi sözcükler değil varlıkların kendileridir."6 Dolayısıyla kelimelerin bizdeki anlamı; tecrübelerimizde ve bizde yaptığı çağrışımlardadır. İstiklâl Marşı'nın anlamı kelimelerde değil kelimelerin karşılığı olan dünyadadır. Mehmet Kaplan bu konuya şöyle yaklaşır: "Kelimeler hakikatin ta kendisi değildir. Biz güçlü bir refleksle kelimenin, eşyaya tıpatıp tekabül ettiğini sanır ve aldanırız. Dile inanan adam daima aldanır. Çünkü hakikat dilde değil, dilin delalet ettiği varlıktadır."7
O zaman aldanmamak ve aldatmamak için sözün ilerisindeki gerçeğe yönelmemiz gerekiyor. Bu gerçek de Allah (cc)'ın, Kur'an'da Peygamberimiz'e (sas) hitaben söylediği ve Efendimiz'in de, 'Bu âyet beni ihtiyarlattı.' dediği "...Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!..."(Şûrâ 42/15) âyetinin ışığında görülmektedir. Bu da; hareket, tavır, yaşama ve konuşma dilinin birbirini doğruladığı bir sentezde bulunabilir. Hal dilinin, tarihin her döneminde ses ve yazı dilinden daha tesirli olduğu bilinen bir gerçektir. Hz. İsa'nın Havarilerinin gitmiş oldukları coğrafyalardaki halkların dilini bildiklerine dair bir bilgi bulunmamaktadır; ama bu insanlar çok kısa sayılabilecek bir zaman diliminde o dönemin en büyük devleti olan Roma'nın dininin Hıristiyan olmasına vesile olmuşlardır. Bu olay; onların, davalarını bir hayat tarzı haline getirmeleriyle açıklanabilir. Bedenen ve ruhen evrensel bir hitap tarzına ulaştıklarını gösterir, yani bütün insanlığın tereddütsüz anladığı mükemmel dili bulmalarıyla açıklanabilir.
Çağımızda yapılan araştırmalar göstermiştir ki; hal dili en tesirli ifadedir ve mesajı sunanın durumu kesinlikle muhataba yansır: Amerika'da bir öğretmen, anlatacağı dersi banda almış, sınıfa dinletmiş ve bunu her gün böyle yapmış. Haftalar sonra sınıfın yanından geçerken işlerin yolunda gidip gitmediğini öğrenmek için sınıfa baktığında her öğrencinin sırasının üstünde bir kayıt makinesi vardır. Anlatmak yerine dinletmeyi tercih eden bu öğretmene karşılık, not almak yerine kaydetmeyi tercih eden öğrencilerin durumunun anlatıldığı bu hikâye, iletişimin temel işlevini ortaya koymaktadır. Çünkü öğretmenlerini taklit etmişlerdir.
Sonuç olarak
Hal dili ile kal dilinin birbirini doğruladığı ahenkli kompozisyona "mükemmel dil" diyoruz. Kur'an: "Ey iman edenler! Niçin yapmayacağınız şeyleri söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında büyük bir nefretle karşılanır." (Saf 61/2-3) âyetleriyle bu konuya çok güzel ışık tutmaktadır. Yeryüzünde Allah dostlarının ve bütün samimi gönüllerin anlaşma biçimi olan bu mükemmel dil, peygamberlerin, havarilerin, sahabenin ve kutsîlerin dilidir. İnsanlığa götürecek mesajı olan ve gâyesi evrensel barış, diyalog ve hoşgörüyü esas alan bir model oluşturmak olan kişilerin de bu dile ihtiyacı vardır. Nitekim, "Söz temsil kanatlarıyla uçurulabildiği ölçüde, gönüllerde heyecan uyarır ve bütün engelleri aşarak gider her istidada ulaşır. Sineleri her zaman saygıyla İslâm diye çarpanlar, oturup kalkıp onun heyecanıyla yaşayanlar, kendi gönülleri de dahil, ne kaleler aşmış ne kaleler fethetmiş ve ne medeniyetler kurmuşlardır."8 Geleceğin dünyasını da "gönül verdikleri yüce hakikât sayesinde, hayatları hep ukbâ buutlu, tabii üsluplarında aslâ alafrangaya girmeyen, düşüncelerini kendi enstrümanlarıyla seslendiren, sözlerinin belâgatini samimi olmalarında arayan, düşüncelerini ihlasla besleyen, hiçbir zaman cümlelerini süsleme lüzumu duymayan"9 mükemmel dil sahipleri kuracaktır.
A. Osman DÖNMEZ
Dipnotlar
1- C.Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur'an tefsiri, Anadolu yayınları
2- F. K. Timurtaş, Türkçemiz ve Uydurmacılık, s. 224
3- age, s.9
4- M. H. Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, cilt 1, s.267
5- İbn-i Kesir, Hadislerle Kur'an Tefsiri, cilt2, s.279
6- Umberto Eco, Avrupa Kültüründe Kusursuz Dil Arayışı, s.28
7- Mehmet Kaplan, Kültür ve Dil, s. 169
8- M. F.Gülen, Işığın Göründüğü Ufuk
9- age, s.75/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder