Öne Çıkan Yayın

kelime videoları

https://www.youtube.com/channel/UC91Wrsi_25Ts3280rX8CLDw                                               ...

13 Aralık 2013 Cuma

Masum Dil Türkçe

Dünyanın hiçbir yerinde, atalarının yazdığı kütüphaneler dolusu kitabı, bir turist gibi raflarında seyreden, o nâdide şaheserlere yabancı bir dille yazılmış gibi uzaktan bakan, bizden başka bir millet gösterilemez. Bir "Bâbil Sürgünü"nden sonra vatınına dönen insanlar bile olsaydık bu durum meydana gelmezdi. Veya belli bir tarihten itibaren yeni doğanlar başka dili konuşanlar yanında yetiştirilip 60-70 sene sonra geriye gönderilseydi bile böyle bir şeyle karşılanmış olamazdı. Bizim düşmanlarımızın gaddarlıklarına bakınız ki, anne-babalara kendi evladını öldürtüp parçalatan zâlimler gibi bizim dilimizi bizim elimizle dilim dilim ettirdiler... Tarih; ferd ve cemiyetlerin maddi ve manevi bakımlardan türlü tazyik ve zulümlere uğradığına, hatta kafa ve vicdanlann tahakküm altına alındığına dair bir çok vak'alara şâhit olmuştur. Lâkin milletlerin, hem de kendi evlâtları vasıtasıyla, dillerinin böyle bir tasalluta maruz kaldığını ve bu kadar gülünç bir vaziyete sokulduğunu gösteren bir hâdise kaydetmez. Hatta Rusların bilhassa Türklere revâ gördükleri ve diğer Asya milletleri için programlarına alarak yapmak istedikleri şey bile dilimizin başına gelenlere nazaran çok hafif kalır. Çünkü onlar dillerini Ruslara karşı ciddi ve şuurlu olarak müdafaa ettiler.

Hatta 1963'te Frankfurt'ta toplanan milletlerarası Petrol Kongresine Rus delegeleriyle birçok Türk mühendisi de gelmişti de bunlardan birine bir Türkiyeli talebe, anlıyor musunuz diyerek, öztürkçeyi savunup yazan bir gazetemizi sunduğunda Azerbaycanlı mühendis gazeteyi evirmiş çevirmiş ve nihayet "Pek anlıyamıyorum ama bir şey anladım: Bizim sekiz sene savaşarak yendiğimiz şeyleri ve yerdiğimiz devrik cümleleri şimdi size satmaya çalışıyorlar, bu manat (yani para) geçmez, siz dilin bünyesinin devrilmesinin nereye kadar gideceğini bilemezsiniz, biz ise biliyoruz." demişti.

Prof. Osman Turan, dil fâciamızı şöyle dile getiriyor:
Tarih boyunca kendi tekâmül kanunlarına ve münasebette bulunduğu kültür ve medeniyetlerden aldığı tesirlere göre gelişen ve böylece dâhili ve hârici unsurları bünyesine mal ederek bir cemiyetin müşterek bir ifade vâsıtası hâline gelen bir dil, "milli" sıfatını kazanır. Fakat milletçe müşterek bir dil denilince edebiyat mensubları, ilim ve fikir adamlan tarafından kullanılan dilin, halk ve köylülerin anlayacağı bir dil olmasını tasavvur etmek sadece abestir. Bu, kültürü ve münevveri imhâ etmek demektir. Dil hareketinde ilk felâket "milli dil" tarifinin bu mânâda anlaşılmasıyla başlar. Halbuki bu tema üzerinde başlayan dil hareketi, bu tarifi de reddederek menşei Türkçe olmayan bütün kelimeleri de atmak suretiyle, ibtidâi kavimlerde bile tasavvur edilemeyen, hayâli bir tasfiye yoluna saptı. Böylece yalnız edebiyat mensublarının değil, bütün milletin müşterek malı olan kelimeleri de atmağa ve yerlerine herkesin yabancı olduğu unsurları sokmağa çalıştı. Daha kötüsü, menşei Arapça ve Farsça olmakla beraber asırlarca düşünüş ve duyuşlarımızı bir komprime gibi üzerlerinde taşıyan, şekil, mânâ ve telâffuz bakımından asıllariyle bir alâkası kalmayıp tamamen bizim malımız olan kelimeleri ve onunla birlikte bir kültürü fedâ ederken, bunların yerine koymak istediklerimizin yüzde doksanı dilimizin kanunlarına, teşkil kaidelerine aykırı ve bu sebepler de milletçe bizim sayılamayan kelimeler olması idi...

Bu fâcia karşısında, dâvanın bu şekliyle bâtıl olduğunu söylersiniz. Size aslında ilmi ve mutedil tarafı olan meseleyi o çerçeve içerisinde müdafaa ederler. Yeni kelimelerin yüzde doksan dilimizin kaidelerine aykırı olduğunu isbat edersiniz, o zaman, meydana getirilen tehlikenin âki-betlerini hesaba katmadan, ifratın, normali temin için, zaruretine işaret edenler; uydurmacıların tasfiye prensiplerini bir an için kabul edersiniz ve neden bu kadar Frenkçe kelime ve unsurları Türkçe ilân ettiklerini sorarsınız; size bunların aslında Türkçe olduğunu iddiaya kadar cesaret e-derler. Biraz tarih ve filoloji bilgi ve mantığınıza dayanarak bunların gülünçlüğünü, onların da itiraz edemeyeceği bir şekilde, meydana koyarsınız; burada da sıkışınca size Avrupa medeniyetine girebilmek için dilimizin onlara yakın bir bünye olması lâzım geldiği muğalatasını yaparlar. Bunun da sakat bir düşünce olduğunu isbat edersiniz; nihayet son olarak hiç sıkılmadan, asıl gayemiz sizde bu milli şuuru uyandırmaktır, diyerek fikren müflis olduklarını ve bütün yorucu konuşmaların bu tesbit-ten başka bir işe yaramadığını müşâhede edersiniz. İşte bu fâcia üzerine senelerce cereyan eden münakaşalarımızın hulâsası budur.

Bu satırları yazan (Osman Turan) da, liseden üniversite tahsilinin ortalarına kadar bu milli dil romantizmi içerisinde, okuduğu metinlerde, menşelerinin Türkçe olup olmadığına göre kelimeleri bir tasnife ve istatistiğe tâbi tutan ruhi bir buhran geçirmiştir. Fakat dil ve kültür meselelerinin şümulüne nüfuz ettikten sonra Türk dilinin maruz kaldığı tahribat anlaşılmış ve bu sefer hakiki ıstırap bu hareketi tebcil için yapılan "Dil bayramları"nın gerçekten bir "Dil mâtemi" olması gerektiğini meydana koyan "Istılahlar meselesi" adlı makalelerimizde ifade edilmişti. Bu sebeple dil hareketinde samimi olan münevverlerin psikolojisini anlamak kolaydır.

Henüz Türkçe lügat ve gramer kitabı bile vücuda getirilmeden girişilen ve ilme aldırış etmeyen bu teşebbüs eğer devlet kuvvetine dayanmasa idi halkın akl-ı selimi ve istihzâsı karşısında derhal ölüme mahkum olurdu. Aslında çoktan Türk mizahı hususi sohbetlerde veya bazen fırsat bularak karikatürlerde hükmünü vermişti. Her yabancı kelimenin, güldürücü bir şekilde, Türkçe olduğuna dair eğlenceli izahlar veya herkesin yeni bir kelime uydurma merakı bodur gündelik mizahımızın başlıca, mevzularından idi ve uydurma kelimeleri bir araya getirerek başkalarını eğlendirenler de eksik değildi.

Bir avukatın hâkime: "Bay yargıç, size aralıkta verdiğimi ocağa attınız" ifadesine karşı hâkimin, sâfiyetle, avukatı ciddiyete davet ettiği meşhurdur.

Bazı zarif istihzalar mizah mecmualarına kadar aksediyordu. Meselâ bir karikatürde, mektepte tahtaya kaldırılıp bir meseleyi kolayca halleden çocuğa hocası: "Bu meseleyi sen değil, muhakkak ki, baban halletti" deyince, çocuk: "Yağma yok, bay öğretmen, babam bu dili bilmez ki" diyerek zekâ ve çalışkanlığını isbat eder. Diğer birinde hoca, çocuğa (+) in ne işareti olduğunu sorar; Çocuk "Üç yıl önce cemi, iki yıl önce toplay, geçen sene toplama derlerdi, bu sene ne dediklerini öğrenmeye geldim" cevabını verir.

Bu garip durumumuzu şu hikâye çok güzel tasvir eder zannediyorum:
Bir zaman bir grup gözü açık cambaz ve hünerbaz toplanıp zamanın hükümdarının huzuruna çıktılar ve şöyle dediler:
— Efendimiz, gelişen son imkânlara göre yepyeni kumaşlar keşfedildi... Bu güzel ülkenin sizin gibi şâhâne hükümdarına ancak böyle fevkalâde kumaşlardan yapılmış elbiseler yaraşır... Yalnız bir husus var.. Nasıl söylesek!... Yani bunların değişik bir yönü var efendimiz... Şunu demek istiyoruz, bunlar herkese görünmez!.. Zekâ seviyesi yüksek, ilim, irfan ve kültürü üstün kimselerden başka, hiç kimse bu şâhâne kumaşların varlığından haberdar olamaz, güzelliğini farkedemez...

Bu göz bağcılara kanan hükümdar, tezgâhların kurulması ve dokuma işlerinin başlaması için, hazineden pek çok paralar tahsis eder. Görünmeyen iplerle (!) bizimkiler işe girişirler. Ara sıra kontrole gelen hükümdar hiçbir şey görmez ama, câhil ve geri zekâlı durumuna düşmemek için sesini çıkarmaz. Derken dokuma işi biter, bu sefer dikime geçilir. Hükümdar 'elbiselerin provalarına gelirken ne diyecekler diye vezirleri de yanında getirir. Onlar da birşey görmezler ama ne yapsınlar, damga yememek, çaptan düşmemek için:
— Ne kadar da şâhâne!.. Hükümdarımızın şanına lâyık!.. derler.

Nihayet herşey bitmiştir. Hükümdar bir de halkın görüp takdir etmesi için bir geçit resmi düzenler. Şâhâne tâcını, incilerle süslü kaftanını, dedelerinden kalma hâtıraları, herbiri bir fethin ve kahramanlığın yâdigarı bütün, kıymetli elbise ve nişanlan çıkarıp, bu hayâli elbiseleri itinâ ile giymeye çalışır ve iç çamaşırlarıyla halkın huzuruna çıkar. Vezirlerin, bilginlerin yapmacık takdir ve alkışlarına rağmen, halkın karşısına çıkınca hükümdara karşı halkta önce bir hayret başlar sonra da aralarında çığlık gibi şu sözler dolaşıp yayılır:
— Eyvah hükümdarımız çıldırmış!.. İşte aynen bu hikâye gibi, maalesef asâletin kelimelerde bile düşmanı olanlar, bütün hünerlerini kullanarak ifade tekniğinin zirvesine ulaşan edib ve şâirlerimizin, edebi saltanatımızın şeref sayfalarına, fethettiğimiz ülkelerle beraber fethettiğimiz kelimelerden nakşettikleri inci ve mercanları, teker teker sökerek edebiyatımızı fakir, perişan ve derbeder hâle getirmişlerdir. Böyle olunca da kendi gücünden başka bir müdafii olmayan dilimizi tahribe koyulmuşlardır.

Birdenbire uydurulan kelimeler sür'atle mektep kitaplarını devlet dilini istila etti. Yeni kelimelerden kimse birşey anlamadı. Türk dilinin kaidelerine aykırı olarak yapılan ve pek çoğu da Fransızca veya malum olanlarını bozarak alınan bu kelimelerin mânâsını keşfederek bir imkân da yoktu. Halbuki dilin kanunlarına göre yapılmış olsalardı bile asırların biriktirdiği ince ve şumüllü mânâları taşıyan kelimeleri bu yenileriyle karşılama imkânsızdır. Dil Kurumu bu ihtiyacı karşılamak için henüz ciddisini yapmadan bu uydurmalar için Türkçe Sözlük adı ile uydurma bir lügat kitabı neşretti. Fakat ne gariptir ki, uyduranların bile mânâsını derhal unuttukları bu kelimelere ait lügat kitabı neşredilir edilmez, bunların pek çoğu mevkilerini yeni uydurmalara terketti. Bu suretle, çocuklar bilhassa manevi ilimleri ya hiç veya kulaktan kapma ve müphem olarak biraz anladılar. Mektepte, dört duvar arasında bile işe yaramayan bu dil, bir nevi çocuk dili, hatta mektep argosu mâhiyetini de alamadı. Böylece dil buhranının en tehlikeli neticesini Türk istikbalinin ümidi olan gençliğin sağlam bir kültür ve formasyona mani olması teşkil etti. Unutmamak lâzımdır ki, sağlam bir kültür ve sağlam bir kafa ancak bir lisana ve bilhassa ana dile hâkimiyetle mümkündür. Bu neticeyi daha bâriz olarak üniversite tahsilini bitiren yeni neslin, fikirlerini iyi bir Türkçe bile ifade edemediğine dair misallerde görüyoruz. Bugün ciddi muharrir ve edebiyatçılarımızın hâlâ eski nesle mensup olmalarının sebebi budur. Hatta üniversite hocaları arasında sağlam bir Türkçe yazamayan insanların da az olmadığı vâkıasını itiraf edersek buhranın derinliği daha kolay ifade edilmiş olur.


Dil meselesi herkesin fikir yürütebileceği bir mesele değildir. Bütün bu kargaşalıkların, henüz Türkçenin imkânlarını ihtiva eden bir lugata sahip olamayışımızdan kaynaklandığına inanıyoruz. Bu mevzu hakkındaki araştırmalarımıza da ileride temas edeceğimizi zannederiz.


Derleyen Safvet Senih

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Popular Posts