Edebiyatın dönemden aldığı rengi,
nesillerin ruhu vardır. Toplumsal ve bireysel duruşların kitleselleşmesi
edebiyatın geniş ölçekli tarihçesinde denizin dalgaları gibi birbirini izler. Bu
duyuşlardan biri yükselirken diğeri geri çekilir. Birinin boşaldığı yere diğeri
dolar. Birinin bıktırdığı diğerini özletir. Bu diyalektik, sosyal ve siyasal
şartlarla doğrudan ilişkilidir. Bu yüzden Edebiyat Tarihi, edebiyatı hayat
üzerinden yorumlamayı bir yöntem olarak benimser. Hayatı edebiyat üzerinden
yorumlamayı mümkün kılar.
Bilim, olmayana özgü şartlı çekimleri sevmez. “O, onun yerinde olsaydı ne yazardı nasıl yazardı?” diye düşünmek edebiyat bilimi açısından yakışık almaz. Lâkin insan düşünmeden edemiyor doğrusu. Hamid’in edebi hayatı II. Abdülhamid’in sıkı denetimci basın yayın şartları altında değil de görece özgür bir dönem olan Abdülaziz zamanında şekillenseydi ne olurdu? Kim bilebilir?
Kendisini cemiyetin hizmetinde addettiği andan itibaren Akif, şiire sanat diye emek verilmeyeceğini fark etmiş, “Şairliğin gereği yok” demişti. Lâkin bu hususta ters istikamette işleyen bir örnek geliyor aklıma, Ahmet Haşim. Bizde saf şiirin temsilcisi olan Haşim’in hayat çizgisi Akif’le hemen hemen aynı büyük tarihi olaylara denk düşer. O da II. Meşrutiyet’i; Balkan, I. Cihan ve İstiklâl Harplerini, Cumhuriyet’in ilânını ve ilk yıllarını idrak etmişti. Dahası Haşim I. Cihan Harbi’nde askerdir. Daha dahası 1915’te Çanakkale’dedir. Hal böyleyken şiirlerinde tek mısra ile olsun bu toplumsal olaylardan söz etmez. Fakat Haşim o kadar kuvvetli bir şiirin sahibidir ki modern Türk şiirinin kaynaklarından birini teşkil eden bu külliyatı, toplumsal olayları yansıtıp yansıtmaması bakımından sığaya çekmek aklımıza gelmez. Çünkü onunki tevatür değil gerçek bir şiirdir.
Bunları niye yazıyorum? Edebiyat değişir, nesillerin ruhundaki değişime paralel olarak. 80’li yıllardan bu yana apolitik ve bireysel bir duyuş tarzının gölgesinde gelişmesine alıştığımız Türk edebiyatında toplumsal bir damarın açıldığını gördüğümden. Toplumsal debisi yüksek bir ırmağın akacağını hissettiğimden. Ama bu, bireysel edebiyatın varlığını ortadan kaldıracak mı? İşte bunu zannetmiyorum. Bireysel ve toplumsal edebiyatların paralel ırmaklar halinde akması bence iyi olacak.
Ancak hepsinin üzerinde edebiyat var. 80 sonrası edebiyatın bireyselliğe yönelmesini bir zenginlik olarak değerlendirsem de giderek çiçeğe, böceğe, aşkın içi boş dedikodusuna yönelen bu edebiyatın hafifliği beni endişelendirdi çoğu kez. Toplumsal edebiyatı da gündelik siyasi kutuplaşma hikâyelerine dönüştürmekte edebi bir değer yok. Bunlardan geriye bir şey kalmayacağı muhakkak.
Bireysel ya da toplumsal olsun, edebiyatı geleceğe taşıyacak olanlar hepsinin üzerindeki insanî özü yüksek bir dil kabiliyetiyle ifade edebilenler olacak. Sosyal, siyasal ya da bireysel olayların gündelik kalabalığından bütünlüklü ve her dem geçerli algılara ulaşabilecek olanlar. Dahası edebiyat gibi toplumları da geleceğe taşıyacak olan yalnızca ve yalnızca bu insani cevherin terennümü ile beslenen bir kültür ortamı olacak. Toplumsal ya da bireysel, onlar eğer gündelik üstü bir insaniyet söylemine ulaşabilirlerse bu günleri aşabilecekler. Yoksa anlata anlata onlar da masal olacaklar.
Neticede bireysel bir edebiyata nicedir alışığız. Toplumsal bir edebiyat ise dalga halinde geliyor.
Görelim Mevlâ n’eyler / N’eylerse güzel eyler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder