Öne Çıkan Yayın

kelime videoları

https://www.youtube.com/channel/UC91Wrsi_25Ts3280rX8CLDw                                               ...

25 Nisan 2014 Cuma

ingilizcede mitoloji

İNGİLİZCE'DE
MİTOLOJİ DEYİMLERİ
MİTOLOJİK KAVRAMLAR
mitolojik kavramlar
EXPRESSIONS from GRECO-ROMAN MYTHS
Yunan ve Roma Mitolojisi Kökenli
İngilizce Deyim ve Deyişler
Mitoloji kökenli olmayan, tarihsel önemde bazı deyim, kavram ve sözcüklere de listemizde yer verilmiştir.
Dizide "Yunan Mitolojisinden Sözcükler" adını taşıyan ilk bölümünde açıklanan bir dizi deyime burada yeniden yer verilmemiştir. Şunlar: Achilles' heel (zayıf nokta, ölümcül zaaf); between Scylla and Charybdis (aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık); sword of Damocles (Demokles'in Kılıcı); Midas touch (Midas dokunuşu); Gordian knot (kördüğüm); pandora's box (Pandora'nın kutusu); Trojan horse (Truva Atı); the burden of Sisyphus (Sisifus'un çilesi); cloud-cuckoo-land (hayal ürünü, ütopik ülke; hayal âlemi); Oedipus complex, Electra complex.
ingilizce mitoloji deyimleri
 01  Apollonian /Æ-pı-LOU-niın/ = uyumlu, ölçülü, dengeli, düzenli...
Örnekler: Apollonian control, Apollonian discipline, Apollonian self-discipline, Apollonian self-control ("kendini kontrol", disiplinli ve ağırbaşlı olma)
Karşıt örnek: Dionysian abandon, Dionysian hedonism (kendini yaşamın zevklerine koyvermişlik)

Apollo, Yunanlıların ışık, güneş, kehanet ve tıp, şiir ve müzik tanrısıdır. Bakire av tanrıçası Artemis'in ikiz kardeşidir. Akıl, mantık, düzen, uyum ve itidali sever. Gerçi, Olympus ailesinde kaçamak hevesinden tam arınmış bir tanrı/tanrıça görülmemiştir; ama tanrı Apollo'nun, şarap ve ritüel erotisizm tanrısı kardeşi Dionysus'un "disiplinsizliğine" karşıt bir dünya görüşü sergilediğini söyleyebiliriz. Bu iki dünya görüşü arasındaki fark, Apollonian ve Dionysian sözcükleri ile günümüz İngilizce'sinde de yaşamaktadır.

Ne var ki, Yunan düşüncesinde bu iki tanrının temsil ettiği dünyalar birbiriyle çatışma halinde değil, birbirinin tamamlayıcısı durumundaydı. Nitekim bu iki Tanrı kardeştir ve Apollo Delphi'den ayrılmak zorunda kaldığı durumlarda, kehanet işlerini kardeşi Dionysus'un yönetimine bırakır.

Gerçekten de, yaşamın bu iki gerçeği arasında denge ve uyum sağlayamayan kimselerin "kafayı kırma" yönünde hızla ilerlediklerini görürüz. Logos ve Eros'un, uyum değil, çatışma halinde olduğu bir kişilik paramparça olmağa en yakın adaydır.

 02  augean /@-ci-IN/ = uzun ihmal yüzünden aşırı pis; temizlenmesi veya düzeltilmesi çok büyük uğraş ve emek gerektiren... (Mecazi de kullanılır)
Deyimler: cleaning the Augean stables; Augean filth.

Kral Augeas'ın ahırlarında başka hiçbir yerde birarada bulunmayan çok sayıda büyükbaş hayvan vardı. Ne var ki otuz yıldır temizlik görmemişti ve büyük pislik içindeydi. Temizlenmesi imkansız görünüyordu. Heracles'e, ölümsüzlük kazanabilmesi için, baştanrıça Hera tarafından koşulan 12 büyük görevden beşincisi -- biraz da onu aşağılamak için -- bu ahırları temizlemek oldu. Kahraman Heracles iki büyük nehrin yatağını değiştirerek, görevi başarıyla tamamladı

Öykünün Augeas için mutlu sonla noktalandığını söyleyemeyiz. Boş bulunup, görevin yerine getirilmesi halinde hayvanlarının onda birini Heracles'e vereceği taahhüdüne girmişti; ama şimdi sözünü tutmayı reddediyordu. Sonuçta Heracles Augeas öldürüp, yönetimi kendisini başından beri desteklemiş olan oğul Phyleus'a vermiştir.
the Augean task of reforming the bureaucracy...
The government ought to attend to cleaning its own Augean stables.
British thought has never been cleansed of the Augean filth of imperialism. It is still there, breeding lice and vermin.

 03  Augustan /o-GAS-tın/ Örnek: the Augustan period, Augustan elegance
Augustus'un, Marcus Antonius ve Cleopatra'ya karşı kazandığı zaferden sonra, Roma'da  hükümranlığını pekiştirmesi ile başlayan parlak imparatorluk dönemine atıfta bulunan bir deyim. (MÖ 27 - MS 14) "Augustan" sözcüğü başka ülke tarihlerindeki en parlak dönem kavramı için de kullanılabilen bir cenerik sıfat niteliğindedir: Örneğin, İngiliz edebiyat tarihinde kabaca 1660-1780 arası dönem "the Augustan period" ("Augustan literature", "Augustan poetry", vb) adıyla anılır:
At one level, the eighteenth century was the Age of Reason, a period of Augustan elegance and calm.

 04  Bacchanalia /bı-kı-NEYL-iı/ = "içkinin su gibi aktığı", genellikle de cinselliğin "doruğa çıktığı" grup halinde eğlence. Örnek: a Bacchanalian orgy
bacchant /bı-KANT/, /bı-KÆNT/ = kendini bu tür eğlencelere vermiş veya katılan kimse. Çoğul: bacchants

Roma şarap tanrısı Bacchus'un adından geliyor. Bacchus, Yunan Dionysus'un Roma versiyonudur. Her iki tanrıyı da "başıbozuk ve düşkün" sıfatlarıyla değil, eğlenceyi seven rafine kimlikleriyle değerlendirmek gerekir. MÖ 200 yıllarından başlayarak Etrüskler üzerinden İtalya'ya girmeğe başlayan gizli ve gizemli Bacchus ritüellerine ilk zamanlarda yalnızca kadınlar katılırmış. Giderek her türlü sosyal katmanda yaygınlık kazanmış. Geleneksel aile yapısını tehdit ettiği, kadınları önplana çıkardığı ve sınıflara dayalı sosyal düzene ters düştüğü gerekçeleriyle, Roma senatosu uzun mücadeleler vermiş, fakat hiçbir zaman bütünüyle engel olamamıştır.

 05  Caesar's wife /Sİ:-sız-WAYF/ = kendisinden asla şüphe edilemeyecek saf ve sadık bir zevce.
Örnek: "like Caesar's wife"

"Caesar's wife must be above suspicion." = "Sezar'ın karısı hertürlü şüphenin üstünde olmalıdır."
Jül Sezar'ın (Julius Caesar) ikinci karısı olan Pompeia Sulla hoş ve güzel bir kadın olmakla birlikte, zekâca pek üstün sayılamayacağı anlaşılıyor. Sezar'ın bu evliliği iç-siyasi bir ittifak şeklinde gerçekleşmişti. M.Ö.62 yılında, Pompeia'nın adı bazı dedikodulara karıştı ve Sezar bunlara inanmamakla birlikte, ünlü "Sezar'ın karısı hertürlü şüphenin üstünde olmalıdır," sözleriyle boşanma yolunu seçti.
İlginçten ilginç: Deyimin en ilginç yönü, çoğunlukla mecazi ve cinsellikten uzak bağlamlarda rahatlıkla kullanılabilmesidir:
Judges, like Caesar's wife, are supposed to live lives above reproach.
Yukardaki cümlede, münhasıran kadın yargıçlar değil, kadın erkek bütün yargıçlar kastediliyor. Ayrıca, aranan ahlaklı olma ölçütü münhasıran "cinsel ahlak" değil "genel ahlak" kavramıdır. İşte diğer örnekler
The soldiers were -- like Caesar's wife -- above all suspicion.
The purpose of these measures is to make sure the elections -- like Caesar's wife -- above suspicion.
Yukardaki ilk cümleye ve bir de şu örneğe dikkat ediniz:
Mrs. Filanca's husband, like Caesar's wife, is above all suspicion.
Bu ilginçliğin nedeninin açıklamak ise hiç de zor değil. Türkçe'de de "Ayşe'nin kocası, tıpkı Ahmet'in karısı gibi -- hertürlü şüphenin üstündedir," demez miyiz?
Ne yani? Bayan filancanın kocası erkek diye, kendisini Sezar'ın eşiyle kıyaslamak için "Sezar'ın kocası gibi" mi diyecektik ?! (like Caesar's Husband ?!)

 06  colossal = boyutları veya derecesi itibariyle hayret ve hayranlık verecek ölçüde devasa
Eş-anlamlı: huge, enormous, vast, immense, gigantic, gargantuan, elephantine, giant, mammoth, massive (= very large, very big)
Karşıt-anlamlı: tiny, minute [okunuşu: /may-NYUT/], pocket-sized, microscopic, Lilliputian, miniature, insubstantial
Rodos adasında M.Ö. 292-280 yılları arasında  tanrı Helios adına dikilen devasa bronz heykele izafeten. New York'taki özgürlük anıtının iki katı büyüklükte olduğu söyleniyor. "Dünyanın yedi harikası" ndan birisi sayılmıştır.
NOT: Bu sözcüğün mecazi kullanımı sık görülür: colossal ignorance, colossal impertinence, has a/the colossal nerve + mastar (= hiç utanması sıkılması yok)...
I have to say you have a colossal nerve to come into this office and make such a request. (= Utanmadan gelmiş bu talepte bulunuyorsun;. havanı alırsın!!)
People with the colossal nerve to answer a cell phone calls during a concert should have their phone confiscated.

 07  crossing the Rubicon
rubicon /RU:-bi-K@N/ = dönüşü olmayan, geçildi mi sonuna kadar gitmek kararlılığında olmanız gereken sınır.
Rubicon [Latince] orta-kuzey İtalya'da bir akarsudur. M.Ö. 49'da Sezar'ın (Julius Caesar) ordusuyla bu hattı geçmesi üzerine iç savaş başlamıştır.
Caesar's crossing the Rubicon was a step so consequential that it has come to stand for every fateful step in history ever since.
It would seem that President Bush, by invading Iraq and allying himself with the Kurds against the Turkomans and Arabs in northern Iraq, has finally crossed his Rubicon.
In my humble opinion, here the author crosses the Rubicon between objective criticism and subjective dislike.

 08  cynicism, cynic, cynical, cynically /-nisizm/ /-nik/ /-nikıl/ /-nik-li/
cynicism = Atina'da M.Ö. 400 dolaylarında Antisthenes tarafından kurulan felsefe ekolü. En ünlü takipçisi Diyojen'dir. [Diogenes; d: Sinop (Sinope); ö: Korent (Corinth) -- Hani şu, Büyük İskender'e "Gölge etme, başka ihsan istemem," dediği rivayet olunan kinik (sinik - cynic) filozof.] Bir felsefe ekolü olarak Kinisizm'in temel öğretisi disiplinli bir ahlaki yaşam ve dünya zevklerine sırtını dönme anlayışı çevresinde gelişmiştir.
Sözcüğün kökeni ise Yunanca "köpek" sözcüğündendir; bu kavram kinik düşünürlere gerek uygar rahatlıkları hakir görerek basit bir hayat yaşamı seçmeleri, gerekse çevredeki insanlara karşı "azarlayıcı/şarlayıcı/hırlayıcı" tavırlarından dolayı yakıştırılmıştır.

Çağımız İngilizce'sinde "cynicism" kavramı şu tür inanç ve yaklaşımları çatısı altında topluyor: 1. İnsanların çoğunluk bencil ve aşağılık güdülerden güdülendiği kanaati; 2. Ağızdan çıkan sözler ve verilen vaatlerin asıl niyetlerle asla örtüşmediği; davranışların altında yatan nedenlere asla güvenilemeyeceği inancı. Örneğin bir siyasetçinin siyasal veya ekonomik reform vaatlerine asla kanmamak,  seçmenlerin ise zeka seviyesinden şüphe duymak gerekir inancı; 3. Hayata genelde olumsuz ve karamsar bakış; mizantropi; 4. Çevredeki insanlara karşı aşağılayıcı bir yaklaşım ve alaya alma...

Bu satırların yazarı da bu tavırların büyük bölümünden suçlu olduğunu iftiharla itiraf eder...

 09  Delphic, Delphian /DEL-fik/ /DEL-fiın/

Delphi'de Parnassos dağının eteğinde kurulmuş Apollo tapınağındaki rahipler, kendilerine yöneltilen sorulara verdikleri anlaşılması zor cevaplar ve yine muğlak, ürkütücü kehanetler ile ünlüydü. Her iki sözcük de İngilizce'de aynı nüansı koruyan birer sıfat niteliğiyle, "oracular" ve "prophetic" sözcükleri ile yaklaşık eşanlamlı olarak kullanılıyor.
The author is best known for his Delphic pronouncements relating to the future of international terrorism.
His Delphian statement relating to the future of international terrorism is quite difficult to interpret, but is nonetheless just as frightening as his earlier diagnosis.

 10  draconian /drey-KOU-niın/ veya /drı-KOU-niın/ = sert, katı, acımasız veya zalim (aşağıda örneklediğim belli deyimlerde kullanılır -- Türkçe'de, "Drakon yasaları")
draconian laws, draconian measures, draconian punishment

M.Ö. 621 yılında Atina'da yasaları (ilk kez?) yazıya geçiren Draco'ya izafeten. Bu yasalar çok sert hükümler taşıyordu. Bugün önemsiz sayılabilecek birçok suç için bile ölüm cezası verilebiliyordu. Draco yasaları daha sonra M.Ö. 6. yy başlarında Solon tarafından hafifletilmiş; fakat cinayet karşılığı cezalar aynen bırakılmıştır. Öte yandan, genel kanının tersine, Draco bu yasaların yaratıcısı değil, yalnızca kayıtlara geçiren kişi olmuş olabilir.
The Israeli occupation army has reintroduced some of the draconian measures against Palestinian civilians that prevailed during the height of the intifada.
Draconian measures are needed to stamp out polio by the end of this year – already a year later than had been hoped.

 11  Fabian Society, fabian thought /FEY-biın/ = Fabianism öğretisine ilişkin (örnek: İngiltere'deki "the Fabian society")

Geç dönem Roma imparatorluğunda Fabius'lar olarak bilinen geniş aile tarafından azad edilen kölelere "Fabianus" adı verilmişti. İtalyanca'da "Fabiano", Fransızca'da "Fabien" formundaki sözcük, Norman istilası döneminde "Fabian" şeklinde İngilizce'ye girmiştir.
Fabian Derneği [the Fabian Society] İngiltere'de 1884 yılında Beatrice Webb, Sidney Webb, George Bernard Shaw ve H.G. Wells tarafından "Marksist olmayan, evrimci sosyalist düşünce" yi yaymak amacıyla kurulmuştur.

Peki, Türkçemizde de aynı kökten bir sözcük mevcut mudur? Pek tabii... Roka ve
fava tadı bilmeyene ne yazar Yeni, Kulüp, yada Tekirdağ... [Latince'de faba (fava), Roma İmparatorluğu döneminin önemli ürünlerinden sayılan "bakla" nın adıdır.]
Encyclopedia: The Fabian Society is a British socialist intellectual movement, whose purpose is to advance the socialist cause by reformist, rather than revolutionary, means. ....... In the period between the two World Wars, the "Second Generation" Fabians continued to be a major influence on social-democratic thought. It was at this time that many of the future leaders of the Third World were exposed to Fabian thought; most notably, India's Jawaharlal Nehru, who subsequently framed economic policy for one-fifth of humanity on Fabian social-democratic lines. It is a little known fact that the founder of Pakistan, Barrister Mahomed Ali Jinnah was an avid member of the Fabian Society in the early 1930s.
fabian strategy, fabian tactics = düşmanı, rakibi veya muhalefeti yenmek için temkinli ve yavaş bir strateji uygulayan ve doğrudan çatışmadan kaçınan.

Fabian strateji veya Fabian savaş taktikleri kavramının kökeni Anibal'in İkinci Roma seferi (M.Ö. 218-212) sırasında Roma'lı general Quintus Fabius Maximus tarafından uygulanan yıpratma savaşı taktiklerine dayanıyor. Aşağıda belirtildiği gibi, düzenli askeri birlikler tarafından uygulanan bir savaşma tercihi olup, gerila savaşından çok farklı bir stratejiyi içerir.
Encyclopedia: The Fabian strategy is a military strategy where pitched battles are avoided in favor of wearing down an opponent through a war of attrition. While avoiding decisive battles, attention is focused on harassing the enemy to cause attrition and loss of morale. It implies that the weaker side believes time is on its side, but it may also be adopted when no feasible alternative strategy can be devised. It is important to note that adopting a fabian strategy is not the same as waging guerrilla warfare; it is just one form of attrition warfare applicable in certain circumstances usually by conventional military forces.

 12  faithful Penelope /pi-NE-lıpi/ = her türlü zor koşulda dahi (cinsel açıdan) sadık kalan eş (kadın / zevce)

Ithaca kralı Odysseus (Roma'da Ulysses) karısı olan Penelope, on yıl süren Truva savaşı ve kocasının bir on yıl daha süren eve dönüş serüvenleri boyunca, kralın ölmüş olduğu yolunda tahminlerle fikrini çelmeğe çalışan çok sayıda talibine rağmen ona sadık kalır ve mutlu sona kavuşurlar... Kraliçenin adı İngilizce'de de "sadakat" kavramı ile özdeşleşmiştir.
In the play, Yedi Kocalı Hürmüz is not a faithful Penelope by any means; in fact, she conducts her several affairs simultaneously.
Like an ass, he had started to fancy himself to be a sort of Odysseus, coming home at long last to his faithful Penelope. He got a shock when he got there...

 13  Gorgon stare...

Yunan mitolojisinde Gorgon'lar, keskin pençeleri ve canlı zehirli yılanlardan oluşan saçları ile kötülük saçan dişi canavarlardı. Yalnızca tek bir erkek Gorgon vardı, Nanas, ve o da Zeus'un korumaları arasında yer alıyordu. Odyssey'de Gorgon, yeraltı dünyasının bir canavarıdır. Hesiod sayıyı üçe çıkarmıştır; en ünlüleri ise "Gorgon Medusa" dır. Aralarındaki tek ölümlü de Medusa olup, bu sayede Perseus tarafından başı kesilerek öldürülebilmiştir. Perseus, özel kalkanı üzerinde Medusa'nın yansımasını izleyerek bu imkansız zaferi gerçekleştirebilmişti. Peki ama neden? Çünkü hiçbir insan gorgonlar ile gözgöze gelmeğe cesaret edemez, oracıkta taş kesiliverirdi...
The captain turned a Gorgon stare upon the rebellious sailor, who made no answer, backing out without another word.
I never think of the days of old -- so as not to paralyze myself before the Gorgon stare of my own past.
Yav, acaba bu işleri bırakıp İngilizce şiir, roman filan yazmaya mı soyunsam?!

 14  Beware of Greeks bearing gifts = Sana armağan(lar) getiren bir düşmana güvenme. [Bu söz ile, özelde "Grekler" değil, genel anlamda herhangi bir "düşman" kastedilir.]
Truva kralı Priamos'un elli oğlundan biri olan Laocoön /ley-@-kı-w@N/ (ikinci hece birincil vurgulu) bir Poseidon rahibiydi. (Bazı kaynaklara göre, Apollo rahibi) Truvalıları, Tahta Atı kabul etmemeleri konusunda uyarmağa çalışmıştı. Bu yüzden de iki oğluyla birlikte deniz yılanları tarafından öldürülerek ilahların gazabına uğramıştır.
We all know the warning, "Beware of the Greeks bearing gifts." If a company offers you a service free of charge for so-and-so a time, you may be certain that they will make you pay for it doubly afterwards.

 15  halcyon days /HÆL-siın-deys/ = "sakin günler" -- 14 Aralık'ta başladığı düşünülen ve kış gündönümünü içerdiği varsayılan 14 günlük "sakin" -- açık ve fırtınasız dönem... Bu deyim, mecazi olarak, "mutlu, huzurlu, refah içinde bir dönem" anlamında da kullanılır.
Tabiatıyla yılın bu günleri dünyanın pekçok bölgesinde, hava açık ve sakin olmanın tam tersine, sert ve fırtınalı geçer. Fakat, sözkonusu mitosun Akdeniz Bölgesi ürünü olduğunu unutmamalıyız.

Kral Balıkçıl deniz kuşlarının bu mevsimde denizde yaptıkları yuvalara yumurtalarını bıraktıklarına inanılırdı. (Böyle birşey yok, tabiatıyla.) Bu kuşun Yunanca'daki adı "alcyon" veya "halcyon"dur. Rüzgar tanrısı Aeolus'un kızı Alcyone veya Halcyone'den geliyor. Mitosa göre, yılın bu mevsiminde kuşların rahat edebilmesi için rüzgar tanrısı dinlenmeğe çekiliyor, rüzgarlar ve dalgalar sakinleşiyorlardı.
Ah, I remember well my halcyon days as a young teen when I thought the only responsibility I had in life was collecting Tom Miks, Teksas, and Kızıl Maske comics.
Remembering the halcyon days of his childhood, the old man surveyed the faded photos with a tremulous hand.

 17  hermetically sealed /hö-ME-tikli-SİI-ld/ = hava geçirmeyecek şekilde kapatılmış (= air-tight)

Sihir tanrısı olan Hermes adına izafeten. Hermes'in Roma'daki karşılığı "Mercury"dir. (Cıva elementine verilen ad.) Orta Çağlarda simya ilmine "the hermetic arts" adı veriliyordu.
The company specializes in the production of miniature hermetically sealed thermostats.
All our products are shipped in hermetically sealed stainless-steel boxes.

 17  (the) hoi polloi /HO-i-pı-LO-i/ = kitleler, halk (genellikle küçümseyici, aşağılayıcı bir tavır sergiler, "avam, ayak takımı")

Eski Yunan'da "çoğunluk" anlamına gelen bu deyim, Yunanca ve Latince bilgisinin iyi bir eğitimin nişanesi sayıldığı 18 yy sonlarında İngilizce'de kullanılmağa başlamıştır. "Hoi" esasen "the" anlamına geldiği için, kimilerine göre deyimin İngilizce'de "article" almaması gerekir. Fakat standart uygulama "the" eklenmesi şeklindedir.
İngilizce'deki eşanlamlıları: commonality, commoners, infrastructure, masses, multitude, plebians, proletariat, rabble, rank and file, riffraff, the common people, the herd, the masses.
I've bought season tickets for a private box in the stadium; so we don't have to watch the game with the hoi polloi.
The hoi polloi today have access to services and technology that kings of the past could not even dream of.

 18  Hydra's heads

Hydra = Eski Yunan mitolojisinde çok sayıda kafası olan bir su canavarı. Kafalardan kimisi sizi nefesi ile dondurabilir, kimisi alev fışkırtarak yakabilir, kimisi işinizi zehirli gaz üfleyerek bitirebilirdi. En kötüsü de, kafalarından birini kesmeyi başarsanız, yerine iki kafa birden oluşmasıydı... Heracles'in yerine getirdiği 12 "imkansız" görevden birisi de Hydra'yı öldürmesiydi. [Heracles bunu arkadaşı
Iolaus'un yardımıyla başarmıştı. Heracles her bir kafayı kestikçe, Iolaus yarayı yakarak koterize ediyor ve kafanın yeniden büyümesini engelliyordu.]
PKK terrorism shows its hydra's heads everywhere, blocking the way to a relaxation of intercommunal tensions.
Trying to get my students to do the daily assignments I give them is like trying to cut off a hydra's head.

 19  Janus-faced = iki yüzlü, kandırmacı, yalancı, hilekar

Roma'nın "kapılar, giriş alanları, başlangıçlar ve sonlar" tanrısı Janus'tan. Yılın başlangıç ayı kabul edilen "January" ay adı da buradan geliyor. Sanattaki temsillerinde kafadan yapışık, karşıt iki yöne bakan, iki suratlı bir tanrı olarak gösterilir. Burada dile getirilen kavram, bir yüzünün geçmişe, bir yüzünün geleceğe bakmakta oluşudur. "Hilekar" anlamını bu "iki-yüzlülük"ten kazanmış olduğunu düşünebiliriz. Ünlü bir örnek, Şekspirin Othello piyesinde
Iago'nun Othello'ya yalan söylerken "Janus adına" ("by Janus" şeklinde) yemin ederek, aslında kendi iki-yüzlü karakterine ilişkin ironik bir ipucu vermesidir.

Ne var ki, aynı deyime -- yukardaki ikiyüzlülük anlamı olmaksızın -- "kutuplaşma ve karşıtlıkları önplana çıkaran bir bakış açısı" anlamında da rastlayabilirsiniz: "a Janus-faced view of history" gibi.
The U.S.A. attitude toward PKK activities in northern Iraq is a perfect example of Janus-faced counter-terrorism as they claim to make efforts to uproot this guerilla organization from the region while evidence suggest that they are in fact giving them considerable logistic support.

 20  jovial character, jovial face, jovial countenance, jovial expression
jovial /COU-viıl/ = şen, neşeli ve iyimser bir tabiata sahip olup çevresiyle yine bu tonda dostluklar geliştiren
"Jovial" sözcüğünün kökü "Jove" (Roma baştanrısı Jupiter'den) sözcüğünü bir önceki bölümde ele almıştık (Madde 07).

 21  Junoesque, Junoesque proportions /CU-NOU-ESK/ = "iriyarı güzellik"
Jupiter'in eşi olan baştanrıça Juno oldukça "şevketlü ve devletlü" fiziksel orantılara sahipti. Bugünkü başlıca kullanımı da yine "etine buduna heybetli" hanımlar içindir.
Ancak, kocaman inci / pırlanta ziynet eşyalarından koltuk ve oturma ünitelerine kadar çok geniş bir alanda tanımlayıcı bir kavram olarak kullanılabilir.
I could see, even from such a considerable distance, the Junoesque figure of my future mother-in-law move among her guests.
During the Renaissance, voluptuous females of Junoesque proportions were appreciated. Today the tall, skinny, anorexic fashion model is considered to be in vogue.
My friend freely admits that he is attracted to ladies of a certain age and of Junoesque proportions.

 22  Labours of Hercules, Herculean labours
Lütfen bknz. Bölüm 1, Madde 05.

 23  poet laureate /L@:-riıt/ = şair-i âzam, başşair
laurel /L@:-rıl/ = defne yapraklarından baş tâcı
Tanrı Apollo Yunan mitolojisinde başında defne yapraklarından bir taç ile tasvir edilir. Gerek atletizm gerek şiir yarışmalarında zafere ulaşanlara defne yapraklarından yapılan bir taç giydirilirdi. Roma'da ise defne taçlar daha çok savaşta zafer kazananlara layık görülmüştür. İlginç bir ayrıntı ise, klasik dönem taçları atnalı şeklinde iken, günümüzde tercihin çember şeklinde olmasıdır.

Bugün İngilizce'de kullanılan bazı deyimler (idioms) şöyledir:
"to win laurels" = övgü ve alkış almak...
"to be resting on one's laurels" = (herhangi bir alanda) bugün çaptan düşmüş olan performansını geçmişteki başarıları ile örtmeğe çalışıyor olmak...
"not to rest on one’s laurels" = bugüne kadarki başarıları ile yetinmemek ve daha büyük başarılar peşinde koşmak...
"to look to one’s laurels" = üst kademedeki mevkiini buraya göz dikenlere kaptırmamak için dikkatli davranmak...
"laureate" /L@:-riıt/ sözcüğü yaratıcı veya entellektüel başarılarından dolayı üstün hizmet ödülü almış kimseler için kullanılır.
He/she is a Nobel laureate (in physics / economics / literature).
Have you any idea who is the current Poet Laureate?
The poet laureate Abdülhak Hâmid Tarhan lived between the years 1852-1937.
[veya, "between the years 1852 and 1937"]

 24  lesbian relations /LEZ-biın/
İngilizce'deki "lesbianism" sözcüğü, kadınlar arasında birbirini duygusal, cinsel, romantik ve/veya estetik açılardan çekici bulmak anlamındadır. Tanım böyle olmakla birlikte, Türkçe'de de olduğu gibi, cinsellik ve erotizmin önplana çıkarıldığı söylenebilir.

Sözcük "Lesbos" (Midilli) adasının adından geliyor. Mitolojiye göre bu adanın sakinleri tümüyle savaşçı kadınlardan oluşan "Amazon" ulusuydu. M.Ö. 6. yy'da ünlü Yunan kadın lirik şair Sappho bu adada yaşamış ve yalnızca kız öğrenci kabul eden bir okul kurarak dersler vermişti. Şiirlerinin çoğu öğrencilerine duyduğu tutkulu hislerini dile getirir. Bu tür ilişkiler, klasik dönemde "gynerasty" kavramı ile tanımlanmıştır. (Günümüzdeki "pederasty" kavramının kadınlar için karşıtı.)
"Lesbian" sözcüğünün kökeni bu tanıma gidiyor, fakat günümüzde "lesbianism" kavramı bu derece kaba ve sığ bir anlamda kullanılmamaktadır. Daha seyrek kullanılan eşanlamlı bir sözcük ise "Sapphism" sözcüğüdür. Sıfat hali "Sapphic" şeklindedir: Sapphic love / practices / relations...

 25  lotus eater /LOU-tıs-İ:-tı/ = sıkça hayallere dalıp giden, uygulanma olanağı olmayan fikirler geliştiren, veya kendisini tembel bir zevkler dünyasına salıvermiş olan kişi.
Yunan mitolojisinde Kuzey Afrika kıyılarına yakın bir adada yaşadıkları söylenen Lotophagi ırkı ("lotus yiyenler"), günlerini narkotik özelliği olan "lotus" (Zizyphus lotus) bitkisinin çiçek ve meyvelerini yiyerek, barışçıl bir yarı-uyku içinde geçiriyorlardı.

Lotophagi adasından Herodot Tarihi ve Odyssey'de söz edilmektedir. Kuzey Afrika kıyısında pek az ada bulunur ve sözü edilen adanın Cerbe adası olduğu sanılmaktadır. Ancak Herodot'un bir ada değil bir yarımadadan söz etmiş olduğunu da burada kaydedelim.
This week I am trying not to be a lotus-eater. I must get some work done for my mid-terms.
I think a lotus-eater is basically a drunken layabout, a professional procrastinator and a general doer of not much.
Internet gamblers are like lotus-eaters -- having once tasted of this food they can never give it up.
Rightly or wrongly, we tend to think of Buddhists as dreamy lotus-eaters who are just engrossed with spiritual things, with questions pertaining to their Deity, their souls, and their salvation.

 26  Lucullan /lu:-KI-lın/ = gösterişli bir bolluk, lüks ve şatafat niteliği taşıyan. [Varyant: Lucullian /lu:-KI-liın/]
örnek: a Lucullan feast = şatafatlı, bir kuş sütü eksik ziyafet (ve eğlence)

Ünlü bir aileden ünlü bir general olan Lucius Licinius Lucullus (M.Ö. 118-56) emeklilik günlerinde yaşadığı şatafatlı hayatla ün salmıştı. Ancak, Lucullus'u tümüyle olumsuz tonlarda anmamız gerektiği sanılmasın -- en az aşçıbaşıları kadar, alim ve sanatçı kişilerin de dostu ve hamisi idi.
The meal was by no means a lucullan feast, but the food was delicious.
It was a Lucullan feast -- kadınbudu köfte, diber dudağı, bülbül yuvası, ve tabii kiremitte bile kalkan, all accompanied by select wines.
The Minister is known to have Lucullan tastes though he tries to keep it out of the public eye.

 27  martial music /MA:-şıl-MYU-zik/ = Marşlardan oluşan, askerlik ve savaşta kahramanlık duygularını besleyen müzik tarzı. [Fakat ne gariptir ki,  20. yy sonlarında biraz "sapkınca" bir pop/folk ekolüne de bu ad verilmiştir. Aklınızın bir kenarında bulunsun.]
court martial /KO:T-MA:-şıl/ = askeri mahkeme, divanı harb; askeri mahkeme (military court)... To courtmartial = divanı harbe vermek veya orada yargılamak.
Roma savaş tanrısı MARS'a izafeten. (Yunan mitolojisindeki karşılığı: ARES)
"Mehteran songs" exemplify the mainstream Ottoman martial music.
The Court-Martial system was extensively reformed by the Armed Forces Act of 2001. He was court-martialled according to Article 165 of rhe new Military Code.  (Örnekler hayalidir.)

 28  mercurial disposition /mö-KYU-rialdispı--şın/ = hızla ve beklenmedik şekilde büyük ruh hali değişiklikleri gösterme eğilimi veya bu tür bir karakter yapısı
İngilizce'deki mercury /MÖ:-kyuri/ = cıva elementi (Hg) ve mercurial sıfatı her ikisi de Roma mitolojisi "ticaret, ticari mallar ve hırsızlık" tanrısı Mercurius adından geliyor.  Ticaret tanrısı, mahalden mahale yaptığı hızlı seyahatleri ile ünlüydü.
It can be argued that his mercurial disposition was shaped in his tough early life in the slum environment of outer İstanbul.
Despite possessing remarkable gifts as a humourist, the author's mercurial disposition and undisciplined behavior won him much public criticism.

 29  Olympian detachment, Olympian airs
Eski Yunan tanrı ve tanrıçaları arasında en kudretli onikisi "Olympus" sistemini oluşturuyordu. Okuyucularımıza anımsatmak bakımından mitolojideki son dönem şekliyle: Zeus, Hera, Poseidon, Apollo, Athena, Artemis, Ares, Demeter, Hephaestus, Hermes, Aphrodite, ve Dionysus.

"Olympus" Dağının tanrı ve tanrıçaları, ölümlülerin dünyasına yaptıkları sık kaçamaklarla ünlü olmalarına karşın, yine de ulu ve ulaşılmaz olup, insanların istek ve acılarına çoğu zaman umursamaz kalabiliyorlardı. İngilizce'deki "Olympian detachment" deyimi, yönetimdeki kişi, grup veya partinin halkın sorunlarına duyarsız kalması, aldırış etmemesi şikayetini tanımlar. Aynı şekilde, "Olympian airs" deyimi de "havalara girmek, etrafını küçük görmek" anlamındadır.

Bununla birlikte "Olympian" sıfatı çoğu zaman bir övgü sıfatıdır ve büyük başarılara imza atmış, devleşmiş kişiler için kullanılır.
Attila İlhan was an Olympian among the literary men of his age.
Cahit Arf was an Olympian among Turkish scientists.
The author's persistent scepticism is not so much the result of Olympian detachment as of repeated disappointments of a true humanitarianism.
Our history teacher, for all his Olympian airs, had a notoriously short memory for important historical dates.
[Dikkat: "for" burada "rağmen" anlamı verir.]

 30  panic attack, panic disorders (tıp), panic button
Otlaklar, çobanlar ve sürüler tanrısı Pan'a Bölüm 1, Ek 1'de etraflıca değinmiştik. Doğumunda öylesi çirkin bir çocukmuş ki, orada bulunanlar panik içinde oraya buraya kaçışmışlar... Büyüdükçe, müziğe büyük istidadı olduğu ortaya çıkmış, ama biraz esrikçe davranışlar gösterirmiş. Oraya buraya sebebsiz koşuşturur, asude olması gereken ıssız yörelerde ani korku ataklarına yol açarmış. Kısacası kafasına göre takılır, o andaki ilhamına göre cinsellik de telkin edebilirmiş, korku ve panik de...
Panic button ise, tabiatıyla, panik ataklara eğilimli kişilerin hini hacette yardım çağırmaları için el altında bulundurmaları yararlı olacak bir imdat düğmesidir.
Ne var ki, "panik tuşu"nun çağdaş dünyamızda ençok kullanıldığı alan, işyeri bilgisayarlarımızdır: Uygunsuz bir anda patron odanıza girecek olursa tek tıklamada bütün uygunsuz pencereleri aynı anda kapatabilmeniz için...
Panic attacks (= panic disorders) produce sudden symptoms of intense fear.
This is truly a panic button and should only be used if there is a potentially life-threatening situation.
Just hit the "panic button" here. It will hide in an instant all those windows you want to hide from peering eyes and then bring them back on when you want to restore them.

 31  Platonic love, Platonic friendship = platonik aşk, platonik arkadaşlık
Günümüzde "Platonik aşk" kavramının yaygın yorumu "tipik" olarak karşıt cinsten iki kimse arasında cinsellik içermeyen bir sevgi ilişkisi şeklindedir. Özellikle de, cinsel ilişiki varlığına kolaylıkla inanılabileceği durumlarda dedikodulara hedef kişiler tarafından bir "protesto" edasıyla bu terime başvurulur.

Oysa tarihsel/felsefi kökenleri bu yorumu desteklemez. Eflatun'un (Plato), Socrat ve genç erkek öğrencileri (özellikle, Alcibiades) ile olan diyaloglarında ortaya koyduğu bakış açısında, iki erkek arasında cinsel çekimi de içeren tutkulu bir sevgi kavramı önplandadır. Cinsel ilgi vardır, fakat dizginlenerek estetik beğeniye yönlendirilmesi yüceltilir.

Homoseksüellik konusunda tarihsel/felsefi açıdan süregelmiş olan "platonik aşk" ve "pederasti" ikilemi tartışması ayrıntılı bir çalışmayı haklı kılacak bir derinlik taşır.
"Platonic love is like an inactive volcano." -- André Prévost
All she wanted from a man, all she would allow, was a platonic friendship.
Although platonic relationships exist between men and women, there is always the possibility that the relationship will evolve into something more.

 32  Procrustes' bed, Procrustes = Kesin uyulması zorunluğu konulmuş keyfi standart... Böyle bir tek düşünce / tek davranış standardı koyan veya koyma girişiminde bulunan kimseye de "Procrustes" cenerik adı yakıştırılır.
Okunuşları: /pr@-KRIS-ti:z/ veya /prı-KRIS-ti:z/ ---  /pr@-KRIS-ti:zisbed/

Procrustes, Atik yarımadasında Eleusis yakınlarındaki tepeleri kendine mesken tutmuş azılı bir hayduttu. Gelip geçen herkesi demirden bir yatağa yatırıyor, ayakları dışarı taşarsa taşan kısmı kesiyor; tersine, adamın boyu kısa gelirse "gererek uzatıyordu". Püf noktası ise, yatağın gizlice ayarlanabilir olmasıydı. Kurbanın boyunu uzaktan tahmin ediyor, yatağı ona göre hazırlıyordu.

Haydutun zulmüne son veren, kahraman Theseus olmuştur. Oldukça kısa boylu ve tıknaz olan Theseus, Procrustes'i kendisi için ayarladığı yatağa bastırıp yatırmış ve dışarı taşan kafasıyla ayaklarını keserek öldürmüştür.
Any attempt to reduce men to one standard, one way of thinking, or one way of acting, is called placing them on Procrustes’ bed, and the person who makes the attempt is called Procrustes.
We find all political parties squeezed into a conceptual Procrustes-bed by their leaders.

 33  Promethean efforts / task / vision / cunning / suffering / concepts...
Prometheus : bknz. Bölüm 1 (Yunan Mitolojisi) Madde 12.

 34  Protean versatility = "protean" sözcüğü İngilizce'de bir sıfat olup, olumlu anlamda esneklik, yaratıcılık, değişkenlik, uyum sağlayabilirlik yananlamları taşır.
Okunuşu: /PROU-ti:ın/ veya /prou-Tİ:-ın/
Yunan mitolojisinde erken dönem deniz tanrılarından ilki olan Proteus (Yunanca "protogonos" = "ilk doğan") Olimpus şeceresinde ise Tanrı Poseidon'un oğlu olarak gösterilir. Poseidon'un yunus sürülerinin "çobanı" olarak düşünülmüş, dişi yunuslardan oluşan kocaman bir haremin yöneticisi azman bir erkek yunus olarak kavramlaştırılmıştır. Proteus'un özelliği gelecekten haber verebilmesidir. Fakat kendisine yöneltilen sorulara cevap vermez; cevap vermekten kaçınmak için de türlü kılıklara bürünürdü. Cevap alabilmek için onu yakalayabilmeniz gerekiyordu.
Continuing class struggle and the “protean versatility of. capitalism” in response to it is the focal point of modern history.
Avni Anıl, another composer of protean versatility, displays an enormously varied, eclectic stylistic mastery.
As a poet, he loves to show off his extremely creative, protean talent.

 35  pyrrhic victory = "Bir böyle zafer daha kazandık mı, işimiz bitik!!"
Okunuşu: /-rik-VİK-tıri/

M.Ö. 279 yılında Epir kıralı Pyrrhus Romalıları Hereclea ve Asculum'da yenilgiye uğratmış, fakat kendi ordusu da çok büyük ve telafi edilmez kayıplara uğramıştı.
İngilizce'de bu deyim, yalnız askeri muharebe konusuna ilişkin olarak değil, galip gelenin telafi edilmez zararlara uğradığı durumlarda iş yaşamı, siyaset, hukuk veya spor gibi alanlarda da kullanılır: "One more such victory and I am lost" (veya, "... I am undone") -- "One more such victory and we are lost." (veya, "... we are undone")
What the US forces has achieved in Iraq is a Pyrrhic victory; it will not contribute to enhanced peace and security for the US, Israel and the rest of the international community.
If we talk to those who lost their loved ones in war, every victory is a Pyrrhic victory.

 36  rich as Croesus /KRİ:-sıs/ = Karun gibi zengin (uzun /a/ ile)

M.Ö.560-547 yılları arasında hüküm sürmüş olan Lidya kralı Croesus zenginliği ile ün salmıştı. Saltanatı Pers istilası ile son bulmuştur. "Rich as Croesus", "as rich as Croesus", "richer than Croesus" gibi deyimler İngilizce'de yaygın kullanılmaktadır.
They are so stinking rich that if I had half of what they have I should still think myself as rich as Croesus. (Dikkat: "stinking rich" deyişini resmi ortamlarda kullanmayınız.)
In many areas of industrial production, companies who find themselves becoming as rich as Croesus in a very short time find soon enough, however, that they are also sitting on a fast-rising garbage pile created by their production.
With my shopping-basket full to the brim with all sorts of delicacies, and what is left of the five hundred liras still in my pocket, I certainly felt richer than Croesus.

 37  sapphic /SA-fic/: Sapphic love / practices / relations...
Lütfen daha önce geçen "Lesbianism" (Madde 24) konusuna bknz. Sözcüğün, çağımızda genellikle erotizm (hatta pornografi) anlamında değerlendirilirken, "platonik" ağırlıklı yorumlarının da mümkün olduğunu gözden uzak tutmayınız.
It is thought that in boarding schools -- both for boys and for girls -- homosexual and sapphic relations are quite common.
In his latest film, a beautiful blonde vampire seduces a young wife to leave her husband and move to her castle to taste the sweet joys of Sapphic love.

 38  saturnine character /-tı-NAYN/
Saturnus, Romalıların tarım tanrısı ve baştanrı Jupiter'in babası idi. Yunan mitologyasındaki karşılığı Cronus'tur. İngilizce'deki gezegen adı "Saturn" ve gün adı "Saturday" bu isimden gelir. Yunan ve Roma mitolojileri bu konuda büyük ölçüde içiçedir. Oğullarından biri tarafından tahtından indirileceği kehanetini işiten (ve ayrıca yamyam olan) Saturnus, doğan erkek çocuklarını afiyetle yemektedir. Jüpiter'in doğumunda annesi çocuğu Girit'e kaçırtır ve Saturnus'u bir kaya parçası ile kandırır. Zamanı gelince kehanet gerçekleşir; Saturnus ve diğer titanları deviren Jüpiter evrenin yeni efendisi olur.
Roma mitolojisi bahsinde de belirttiğimiz gibi, astrologlar Satürn gezegeninin insanlar üzerindeki etkisini şu niteliklerle tanımlıyorlar: ağırkanlı ve kasvetli bir tabiata sahip, biraz bedbince epeyce de somurtkan, çevresine suskun bir alaycı tavır ve küçümseyen gözlerle bakan... Gerçekten de, fazla övünülecek veya sevilecek kişilik özellikleri değil...

İngilizce'de "Saturnian" sözcüğünün işaret ettiği karakter tipinin taşıyabileceği yananlamlar şunlardır: Olumlu yönleri: pratik zekalı, temkinli, yapıcı, sorumluluk sahibi, tutumlu, güvenilir, disiplinli, dayanıklı olmaları. Olumsuz yönleri: cimri ve bencil, acımasız, zalim ve hükmedici, dar kafalı ve tutucu, dogmatik, depresyona girme yatkınlığında olmaları.
It might be a good idea that you discuss your brother's general melancholia and saturnine disposition with a professional doctor.
He was a saturnine and reticent old bachelor, driven to drink and occasional lunacy.

 39  sibylline /-bı-LAYN/ = kehanet niteliğinde, kehanet niteliği taşıyan
sibylic /si--lik/ şeklinde kullanıldiği da görülebilir.
"Sibyl" sözcüğü İngilizce'ye Latince kanalıyla Yunanca kökeninden gelmiştir. "Kadın kâhin" anlamındadır. Tek bir kişiye işaret etmeyip, cenerik olarak kullanılan bir sözcüktür. Türkçe'deki "Sibel" adının da, etimolojisi hakkında hiç fikrim olmamakla birlikte, bir biçimde aynı sözcükle alakalı olduğunu düşünüyorum.

Sıfat halinin erkekler tarafından yapılan kehanetler için de kullanılabildiğine dikkat ediniz.
As a thinker, he proved thoroughly sibylline in most of his pronouncements. (= kehanetleri gerçekleşti)
At that time, no one paid any attention to her apparently sibylline pronouncements.
No one at that time had comprehended the sibylline words of the President.

 40  (a) Sisyphean task / challenge, vb... /Sİ-si--ın/ = başarılması çok güç, hatta olanaksız görev veya uğraş

Kral Sisyphus, özellikle deniz ticaretine verdiği destekle tanınmasına karşın, hilekar ve gözü doymaz bir kişiydi. Homer, ondan oyunbaz bir kişi olarak söz eder: Kendi yeğenini baştan çıkarmış, kardeşinin tahtına göz dikip elinden almış, Zeus'un bile sırlarını baştanrıça Hera'ya sızdırarak, baştanrıyı zor durumda bırakmıştır. Aslında, okuyucularımın Sisypus'un desiselerini kaynaklardan bularak okumalarını tavsiye ederim; çünkü Sülün Osman'lara, Parsadan'lara taşçıkartacak serüvenleri gerçekten büyük zevkle okunabiliyor.

Sonuçta, Sisyphus kocaman bir kayayı dik bir yamaçtan yukarı yuvarlayarak tepeye çıkarmak cezasına çarptırılmıştı. Ama, tam zirveye yaklaştığında kaya gerisin gerisi kayıyor; Sisyphus herşeye yeniden başlamak zorunda kalıyordu. Asla sonuca ulaşamayacak, nafile bir uğraşa mahkum edilmişti.
Frankly, trying to help you expand your vocabulary seems to me to be a sisyphean task.
Obviously, this was a Sisyphean challenge the company would have to overcome if competitive prices were to be maintained.

 41  (a) sop to Cerberus
Okunuşu: /SÖ:-bırıs/

Hades'in (Cehennem) kapısında bekçilik eden 3 kafalı (kimilerine göre 50, kimilerine göre 100 kafalı) canavar bekçi köpeği Cerberus'tan daha önce söz etmiştik.

Eski Yunan ve Roma'da ölüler gömülürken avuçlarına bir sikke para ve bir parça yiyecek bırakılırdı. Sikke, ruhları Styx nehrinden karşıya geçirecek olan kayıkçı Charon için; yiyecek ise Cerberus'u sakinleştirmek için bir ödeme olarak düşünülüyordu.

İngilizce'deki "a sop to Cerberus" deyimi, "rüşvet" veya "zor bir müşteriyi kazanmak için verilen bir taviz" anlamındadır.
"To give a sop to Cerberus" means to present someone who is likely to cause trouble with a gift in order to keep him quiet.
If you thought that 3% pay increase would be enough to appease the employees, you were mistaken. That was an entirely inadequate sop to Cerberus.

 42  Spartan conditions / diet / existence, vb...
spartan = (sıfat) 1. bağışlamaz ve ödün vermez disiplin; 2. lükse veya israfa izin vermeyen bir öz-disiplin ve kanaatkarlık

Eminim ki, klasik dönemde Peloponez yarımadasında yaşamış olan  Sparta kent-devletinin olağanüstü siyasi, askeri, ve sosyal tarihi konusunda herkes azçok bir fikir sahibidir. Sparta yurttaşlarınca yüceltilen karakter özellikleri bugün de İngilizce'de "spartan" sıfatı ile ifade edilmeğe devam ediliyor. Bununla birlikte, hoşgörülü toplum hukuku ve tüketim ekonomisinin gözde standart olduğu günümüzde bu değerlere aynı yüceltici gözle bakıldığını söyleyemeyiz.
I never want to go back to Spartan conditions and a shoe-string budget.
They were simply tired of the hardships endured in years of fighting under spartan conditions in the remote countryside.
Spartan conditions prevailed in the camp — there was no water or electricity and the workers had to use outdoor toilets.

 43  stentorian /sten-T@R-i:ın/ = çok yüksek ve gür sesle, ayyuk perdeden
stentorian voice / tones / roar, vb...

Stentor, Truva savaşı sırasında habercilik yapan, son derece yüksek ve gür sesli bir Yunan savaşçısıydı. Homer'e göre, sesi elli kişinin topluca sesine bedeldi. Ölümü de ilginç olmuştur. Tanrı Hermes ile giriştiği bir "bağırma müsabakası" sonucu (muhtemelen çatlayarak!) ölmüştür.
A stentorian roar split the air, making everyone jump in fear.
She divorced her husband for his stentorian snoring.

 44  stygian  /STİ-ci:ın/ = fevkalade karanlık, kasvetli veya ürkütücü
stygian darkness, stygian gloom, the stygian blackness of the cave

Bu sıfat, Yunan mitolojisinde, ölen kişilerin ruhlarının kayıkçı Charon tarafından Hades'e (Cehennem) taşındığı Styx nehrinin adından geliyor. Yazıda büyük veya küçük harfle yazılabildiğini görüyoruz.
He was tied up and left in the stygian gloom of the dark cellar.
Then evening came and with it a Stygian darkness descended upon the house.

 45  tantalising /TÆN-tılayziN/ = imrendiren, kışkırtan, akıl çelen fakat doyum sağlamayan; boşuna umutlandırarak eziyet eden; birşeyi gösterip kışkırtmasına karşın, onu vermeyerek eziyet eden -- bütün bunların sonucu olarak insanın aklına girip rahat huzur bırakmayan
a tantalising offer = karşısındakinin aklını gönlünü çelip rahat vermeyecek imrendirici bir teklif

Tantalus ile ilgili çeşitli klasik dönem
anlatıları bu mitosun Anadolu çıkışlı olduğuna ve kökeninin bronz çağı Hititler dönemine kadar uzandığına işaret eder. Grek dönemindeki en yaygın inanışa göre, Zeus'un (sayısız) oğullarından birisi olan kral Tantalus, dolayısıyla, Olympus'taki ziyafet sofralarında bulunmuş, fakat masadan "ambrosia" çalarak halkına götürmüş; üstelik tanrıların bazı sırlarını da insanlara açıklamıştı.

Bir başka ağır suçu ise, kendi oğlu Pelops'u (Peloponez'e izafeten) tanrılara kurban amacıyla, kesip, kaynatıp, tanrılara yiyecek olarak sunmasıydı. Tanrılar, durumun farkında oldukları için, bu oyuna gelmediler ve yemeğe dokunmadılar. (Okuyucularımın bileceği üzere, mitoslar çoğu zaman tarihsel olayların sembolik yansımalarını içerir. Nitekim, ayrıntılarına girmediğim buradaki hikaye de kuşkusuz daha önceki dönemlerde geçerli olan insan kurban etme adetlerinin bırakılması ile ilişkili değerlendirilmek gerekir.)

Tantalus'a verilen ceza meyve yüklü ağaç dallarının altında çenesine kadar bir suyun içinde sonsuza kadar ayakta durmak oldu. Su içmeye veya dallardan birşey yemeğe kalkıştığı anda sular ve dallar geri çekiliyordu.
The EU Commission made a tantalizing offer to the Turks that the road to their joining the Union will be much smoother if they agree to opening up their ports to the Greek Cypriots.
The government has made some tantalizing, hard-to-read series of moves on the political chess board in recent days.
= Bir dizi kafa karıştırıcı, anlaşılması güç davranımlar...
The boss has made a tantalizing reference to the possibility of a pay rise next month but didn't give any further details.
= Ağzımızı sulandırdı ama, ciddi miydi dalgasını mı geçiyordu anlayamadık; ayrıntı vermedi ki.

 46  Thespian /TSES-pi:ın/ = 1. (sıfat) tiyatro sanatına ilişkin; 2. (isim) oyuncu: aktör veya aktris.
thespian talents = dramatik (= tiyatroya ilişikin) yetenekler

Yunan tragedya sanatının M.Ö. 6. yy'da şair Thespis ile başladığı kabul edilir.
Ayten Gökçer's incomparable thespian talents are recognized by all.
Cüneyt Gökçer's thespian talents have won him many awards for both acting and directing.
It can justifiably be said that the Gökçers, both husband and wife, were born thespians.

 47  titanic strength /tay--nikst-RENGTS/ = Çok büyük derecede güc ve kuvvet

İlk tanrılar olan Uranus (Gök) ve Gaea (Yer) 'ın çocukları olup Cronus'un önderliğinde evreni yönetmekte olan 12 Titan, kendi çocukları olan Zeus önderliğindeki 12 tanrı ve tanrıça (Olympus sistemi) tarafından devrilmiş ve yeraltı dünyası Tartarus'un karanlıklarında yaşamağa mahkum edilmişlerdi.
He was described as a man of titanic strength with the ability to raise tremendous weights He is supposed to have lifted an automobile over his head with one hand.
Superman decided he must turn his titanic strength into channels that would benefit mankind.
We were all wary of this boy's titanic strength and fighting skill. None of us would want to pick up a fight with him.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Popular Posts