Dili Yapanlar
Dileri dil yapan, bütün bir milletin fertleri ve tek tek vatanın evladlarıdır. Dili güzelleştirenler ise, halkın dilinde cilalanıp şeffaflaşan kelimeleri, lahuti bir zevkle kullanıp şiir ve nesirlerinde inci-mercan gibi işleyen, görülmedik ebedi nakışlar dokuyan şair ve ediplerdir. Yoksa “bir takım alaylı âlim dilciler’’ değil.
Bu mevzuda merhum Prof. Dr. Faruk Kadri Timurtaş fikirlerini şöyle izah etmektedir:
“Dil bir bakıma yapraklarını yenileyen ağaçlar gibidir. Bir kısım kelimeler dile girer. Bu, tabii bir hadisedir. Dildeki bu canlılığı görmemek, onun tabii bir varlık olduğunu inkâr etmek olur. Yalnız bu gelişme ve değişmenin gelişigüzel olmadığına dikkat etmek gerekir. Bu ağaç nasıl zamana bağlı ve tabii olarak yaprak değiştirir ve bu gelişme köke, öze bağlı olarak meydana gelirse, dildeki kelime değişmeleri de öyle olur. Yaprakları atıp, başka yaprakların çıkmasını istemek mümkün değilse, kelimeleri keyfi olarak atıp yerine başkalarını koymak da o derece imkânsızdır. Hele bir çınar yaprağını koparıp yerine mesela bir söğüt yaprağını tutturmak nasıl mümkün olmazsa, değişik ve yabancı bir ek ve kökle yapılan kelimeler de dil içinde öyle iğreti kalır. Ağaçta da, dilde de gelişme ve değişmenin tabii olup, bünyeye uyması şarttır.”
Prof. Dr. Ayhan Songar sinir sisteminin çeşitli bozukluklarından, konuşma sisteminin müteessir olduğunu, buna düşünce kusurunun da daima az veya çok refakat ettiğini belirttikten sonra şöyle demektedir.
“Bir takım akıl hastalıklarında hasta durup dururken kelime uydurur, bildiğimiz, tanıdığımız eşyalara kendi kafasına göre bir takım isimler takar ve bu kelimeleri konuşurken kullanır. Bunların konuşma dilleri bazen hiç anlaşılmayacak bir uydurma lisan haline gelebilir.”
Hatta on sene kadar önce Amerika’da, vaktiyle edebiyat ve filoloji tahsil etmiş bir akıl hastasının, gramer ve sözlükleriyle üç ayrı dil icad etmiş olduğunu gazeteler yazmış lardı.
Milletlerarası ortak bir dile sahip olmak üzere XIX. asırda Esperanto adı verilen ve Avrupa dillerine dayanılarak meydana getirilen bir dilin ortaya sürüldüğü malumdur. Fakat sun’i olduğu, hiçbir yerde yazılıp konuşulmadığı için bu dil tutmamış tır.
Herkes kelime meydana getiremez. Kelimeler halk arasında, dilin kanunlarına göre, kendiliğinden meydana gelir. Edebiyatçılar bunları yazı diline geçirir ve bunlara yeni bir mana ve kullanış kazandırırlar. Çünkü dil ağacı son derece nazlı ve incedir. Hemen hırpalanır ve incinir.
Başka dillerden gelen kelimeler bile, ses, şekil ve bilhassa mana ve kullanılış yönünden yeni bir hususiyet kazanmış ve bir değişikliğe uğramışsa, artık o milletin malı sayılır; yabancılık ortadan kalkar. Bütün gelişmiş dillerde durum budur. Esasen dillerde zenginliği meydana getiren de bu keyfiyettir. Ancak 5–6 yüz kelimelik ibtida’? Afrika kabile dilleri tamamıyla milli ve öz olabilir.
Vücut yabancı maddeleri reddettiği gibi, dil de normal yolun dışındaki zorlamalarla giren ve bünyesine uymayan kelimeleri reddeder. Bir misal olması bakımından arzediyorum: 17 Mayıs 1969 Cumartesi akşamı Ankara televizyonunda Nurullah Ataç ile ilgili bir program vardı. Bu programa Nurullah Ataç’ın kızı Meral Tolluoğlu da çıkmıştı. Meral Hanım konuşmasında “Misafir” dedi, “konuk” demedi, “hakikat” kelimesini kullandı ‘‘gerçekten’‘e yer vermedi, “cevap” dedi, “yanıt” demedi, “talebe” ve “akılsız” dedi, “öğrenci” ve “ussuz” demedi; “sene-i devriyye’’ tabirini kullandı, “yıldönümü” diye birşey söylemedi. Demek ki, ne kadar müfritler yanında kalınırsa kalınsın, normal ve fıtri olandan vazgeçilemiyor.
Hatta lehçe ve şive farklarının giderilmesi için bile âlim ve şairlerin ittifakının yeterli olup olmadığı tartışma mevzuudur. Bu yüzden Türkçe için yapılan bir toplantıda Yahya Kemal ile Ziya Gökalp arasında ihtilaf çıktı. Başkan Halide Edip:
— İkisi de vazıh konuşsunlar, dedi.
Yahya Kemal — Türkçe hangi milletin lisanıdır?
Ziya Gökalp — Türk milletinin lisanıdır.
Y.K. — Türk milleti hangi kıtalarda sakindir.
Z.G. — Türkiye’de Anadolu, Rumeli, İstanbul, kaybettiğimiz yerlerde, Türkiye haricinde İran’da, Rusya’nın Şark ve Gar- binde, birçoğu Çin’de, Hind’de, şurda burda, birçok kıtalarda.
Y.K. — Bu kıtalarda ikamet eden Türkler aynı Türkçeyi mi konuşuyorlar?
Z.G. — Nahiv olarak mutlaka, (gramer olarak) vasi bir mikyasta, lehçe farkları ile konuşurlar. Ulema ve edipler isterse, mükemmel bir edebiyat yaparlarsa, bu ülkelerde oturan Türkler konuşurlar.
Y.K. — Sual ve cevap burada kâfidir. Çünkü ben böyle düşünmüyorum. Alimler ve şairler ittifak etseler, bir edebi lisan yapsalar, bu kıtalardaki Türkler yine aynı Türkçeyi konuşamazlar.
Tarihte bu ana kadar âlimlerin, ediplerin ve şairlerin ittifak edip bir dil yaptıkları görülmez. Bunlar belki milletlerin yaptığı lisanlardan abideler yapmışlardır.
Z.G. — Yahya Kemal Bey kendi fikrini kendi izah etsin.
Y.K. — Turanî ırka mensup milletlerin lisan mukayesesi bitmez, tükenmez. Zaten ben bunların mütehassısı değilim. Ben memleketimin Türkçesinden bahsederek düşüncemi sıkça anlatmış olacağım.
Biz Türkler dil bakımından Ural Altay zümresindeniz. Amma Ural-Altay’ in Türk kısmındansınız. Çünkü Türk kısmından olmayan Turanî ‘ler vardır. Türklerin Oğuz kısmına mensubuz. Buna mensub olmayanlar vardır. Oğuz töresinden İrana gelen Selçuklardanız.
Selçuklulara mensubuz ama 1071’- den sonra Anadolu’ya, sonra Rumeliye geçip, sonra İstanbul’u alan ve Türkiye’yi içine alan ve Türkiye’yi vücuda getiren Türkleriz. Bugünkü Türkçe, o Türklerin 800 bu kadar sene tekâmülünden sonra vücuda gelmiştir. Bu derece olmaksızın lisanın tekevvününü görmek imkinsızdır. Türkçeye röntgen şuaları ile bakmak mümkün olsaydı, Türkçeye girmiş bir kelimenin hangi ve ne gibi mecburiyetle girmiş olduğunu görürdük. Mesela şöyle bir misal alıyorum:
1071’de Malazgird’de döğüşenler 1081’ de doğru, Üsküdar, İznik Ayvalık ve İzmir’e geldiler. Müfrezelerden biri İzmir limanına geliyor. 0 zamana kadar görmemiş, deniz kenarında bir iskele var ve orada Venedik, Katalan ve Diyar-ı Rum gemileri duruyor. Soruyor, buraya ne derler? İskala derler. İlk gördüğü şeyden iskele alıyor. Yemek yedikleri yere lokanta derler, alıyor. Liman, Rumca’dan alıyor. Dalavire, çanta... yoktan kelimeler Türkçeye giriyor.
İskele kelimesini Türkçeden atmak hatadır. Bu Malazgirt Türkünün İzmir’e gelmek hatırasını atmak demektir.
İşte Türkler İran’dan neyi getirmiştir belli, neyi getirmemiş belli. Bir Türk’e pencereyi gösterin, pencere der. Pencere, cam çerçeve kelimeleri farisi olduğu için bunları İran’dan biliyor. Bilmeseydi, Rumcadan alırdı. Pancur ve terasayı sonradan almış. Biber, Frenkçe. Patlıcan Arapça, Fasulye İtalyanca, bize girmiş. Demek ki medeniyet müşterek ve beynelmileldir. Fransızca böyledir. Her millet böyledir.
Istılahlar bütün milletlerde değişmiştir. Bizde de değişiyor. Vatan ve Millet ismi değişmiş, lakin ifade ettiği şey aynıdır. (Milet-i İslamiye) dendiği zaman millet ne ise şimdi Türk milleti deyince odur. (Memalik-i Mahruse-i Şahane) de öyle. Şimdi Türkiye diyoruz. Aynı şeydir. Cedlerimiz Anadoluyu fethettikten sonra bütün isimleri değiştirmemişler. İstanbul
— İstinbolis (Şehirden şehire) demek, etraftaki köylüler öyle dermiş. Bizimkiler bunu isim zannettikleri için İstanbul kalmış.
Vatanımız genişlemiş Tri polis’i (üç şehir) almışız. Tirebolu demişiz. Adriyona Polis, iki asır evvel Edirne olmuş.
Bazı kelimeleri olduğu gibi almışız. Ayasofya, manastır demek, dini bir tabir. Fakat Ayasofya Camii Şerifi demişiz.
Ayastofonos Hiristos’u olduğu gibi almışız.
Rumeli, Diyar-ı Rum demek ama tuhaf ifadeyi almışız.
Roma, Roma İmparatorluğu demek. Rom diyemiyor, Rum diyoruz.
Evet, bir grup insanın toplanıp kendi kendilerine kelimeler türetip zorla bir millete benimsetmeleri mümkün olamaz. “Oluş ve yontuluş” gerçeğine uygun olarak o kelimeleri kullanacak olan millet fertleri, kendi bünyelerinde, kendi iklimlerinde dil ağacına çiçekler açtıracaklardır. Yoksa bu zorlamaları yapanlar her zaman gülünç duruma düşmekle karşı karşıyadırlar. İ.Hami Denişmend’in bir hatırası ile mevzumuza son verelim.
HOŞ GÜNLER
Bir gün Hasan Ali Yücel gelmişti. Öteden benden konuşurken, artık bu memleketin en tatlı sohbet konusu olan dil devriminden de dem vurmaya başladık. Hasan Ali, bu konuda pek muhafazakâr olmadığı halde Milli Eğitim Bakanlığı devrine ait bir hatırasını hem hayretlerle, hem kahkahalarla anlattı. Bir gün evrimci, devrimci ve çevrimci bir dilci kendisine şöyle bir teklifte bulunmuş:
Bizde gün isimlerinin Türkçe olmaması yüzümüzü kızartacak bir durummuş. “Pazar” Acemce, “Pazartesi” Acemce ve Türkçe, yalnız “Salı” Türkçe, ‘‘Çarşamba” Acemce, “Perşembe” yine Acemce, “Cuma’’ Arapça ve “Cumartesi” de Arapça ve Türkçe olduğu için, haftanın yedi gününden yalnız birinin adı Türkçe ve altısının adları da Arapça ve Acemce imiş. İşte bundan dolayı evrim, devrim ve çevrim uzmanı olan muhteşem dilci bunlara karşılık şu öz Türkçe adların kabul ve yayılmasını rica etmiş:
Pazar: Gezgün,
Pazartesi: Öngün,
Salı: İşgün
Çarşamba: Güç gün
Perşembe: Koşgün
Cuma: Yorgün
Cumartesi: Bitgün
Bunlardan Pazara “gezgün” denilmesinin sebebi gezinti, yani tatil günü olmasından, Pazartesiye “Öngün” denilmesi haftanın ilk iş gününe rastlamasından, Salı ile Çarşambaya “İşgün”, “Güç gün” adlarının takılması iş-güç günlerine rastlamalarından, Perşembeye “Koşgün” denilmesi iş peşinde koşma günü olduğundan, Cumaya “Yor- gün” adının verilmesi dört gün çalıştıktan sonra yorgunluğun başlamasından ve nihayet Cumartesinin “Bitgün” devrimine uğraması da yorgunluğu takiben bitkinlikten ileri geliyormuş. Unutmamak için Hasan Ali’ye tekrar ettirip bir not defterine kaydettiğim bu eğlenceli adları nasıl olup da unutmadığını kendisinden sordum. 0 da bana:
— Bunlar unutulmaz şeylerdir. Sen de unutmayacağın için boşuna kaydettin dedi.
Türkçe olan Salı adının niçin değiştirildiğini de sormakda kusur etmedim.
— Onu ben de merak edip sordum. Yedi gün adının iş ve çalışma anlamı ile ilgili olması gerektiğinden bahis buyruldu, dedi ve bu evrim, devrim, çevrim bahsine kahkahalarla son verildi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder