İmparatorluk Dilleri
"Türkler en eski çağlardan beri kendi dil ve kültürlerinde bulunmayan şeyleri başkalarından almaktan çekinmemişlerdir. Valery: Aslanın vücudu, yediği hayvanlardan oluşur, der. Yaşayan her varlık, kendisini besleyen gıdayı dışarıdan alır ve kendi bünyesine karıştırır.
Kültür eserleri, kullanılan kelimelere bağlı olduğu için, zaruri olarak ana dile yabancı kelimeler girer. Bunlar birike birike bir okyanus teşkil ederler. Dünyada saf hiç bir ilim ve kültür dili yoktur. Bu bakımdan özleştirmecilik tarihin akışına ve kültüre aykırıdır." Kaplan'ın bu hükmüne katılıyoruz. Nihat Sami Banarlı ise, imparatorluk dillerinden bahsediyor:
"Diller, fonetik gelişmelerine, morfolojik teşekküllerine; doğuşlarına, yayılışlarına, basit veya sentetik diller oluşlarına ve daha başka dil kanunlarına göre, türlü araştırmalara mevzu olmuştur.
Fakat dillerin, bir de milletlerin mazisinde tarihî kaderine ve yaşadıkları maceralara göre, bizzat tarih eliyle yapılmış bir sınıflanışı vardır.
Evet bir kısım diller vardır ki, yalnız bir vatanda değil, birçok vatanlarda devlet kurmuş milletlerin dilleridir. Bu diller, normal olarak, medeniyet ve hâkimiyet götürdükleri ülkelerin dillerinden derlenmiş kelimelerle de zenginleşmiş büyük dillerdir. Başka bir deyişle imparatorluk dilleridir.
Bu dillerin sâhipleri, hâkim oldukları topraklardan vergi alır, baç alır, mahsûl toplar gibi, kelime de alırlar. Hem bu alışın ölçüsü de yoktur. Kendilerine lâzım olduğu kadar veya canlarının istediği kadar alabilirler. Çeşitli ülkelerden derledikleri lüzumlu kelimeleri alırken de kendi dillerinin gramerine, estetiğine ve fonetiğine göre millileştirerek, kendi kelimeleri yaparlar. Biz bunlara, öteden beri fethedilmiş ülkeler gibi "fethedilmiş kelimeler" diyoruz.
Bu saydığımız vasıflara, şüphesiz bazı farklarla uygun imparatorluk dilleri, Arapça, Türkçe, Latince, İngilizcedir. Bu dillerin hiç biri "özdil" değildir. Esasen yeryüzünde hiç bir kültür ve medeniyet dili hiç bir zaman "özdil" olmak taassubuna ve basitliğine iltifat etmemiştir.
Meselâ yakın asırlara kadar, Lâtinceyi özdil sananlar vardı. Fakat dil, tarih ve edebiyat tarihi araştırmaları ortaya koydu ki, Lâtince özdil değildir. Bu lisanın kelimelerinin % 50 si Yunancadan alınmıştır. Geri kalan kelimelerin de mühim bir kısmı değişik ölçülerle, Lâtinceye başka dillerden girmiştir.
Fakat her büyük dil gibi, Lâtincenin de "sesi" ve "mimarisi" millîdir.
Lâtincenin özdil olmadığı anlaşılınca, bütün gözler Yunancaya çevrilmiş ve ilk anlarda öyle sanılmıştır ki, dünyanın ilk büyük destan edebiyatını, şiirini, trajedisini, felsefesini ve mitolojisini ortaya koyan Yunanca, özdildir, fakat bu ihtimâl de boşa çıkmıştır. Ve hemen anlaşılmıştır ki, Yunancanın en az yarıdan fazla kelimesi başka dillerden alınmışdır. Bunlar, Makedonya, Anadolu, Suriye ve muhtelif Mezopotamya dilleridir.
En muazzam bir dil olan Arapça da, başta İbranî olmak üzere, Yunancadan, Lâtince'den, Sanskritçe ve Farsçamdan ve daha birçok dillerden kelime almıştır. Başka dillerden alınmış kelimelere Araplar, "muarreb" yani Arapçalaşmış kelime derler. Fakat bu kelimelere, hangi dilden gelirse gelsin, kendi dillerinin damgasını vurmakta büyük ustalık gösterirler.
Arapçanın, Yunancadan alınma Philosophia ve philosophos kelimelerinden felsefe ve feylesof gibi, tefelsüf ve felâsife gibi? yine yunanca sophia kelimesinden, sufî gibi, tasavvuf gibi, mutasavvuf gibi kelimeler ortaya koyması böyledir. Fârisîden alman endâze kelimesinin Arap dili bünyesinde hendese âhengine girmesi ve bundan, meselâ hendesî gibi, mühendis gibi, Türkçe'ye de girmiş kelimeler doğması, böyle bir hâdisedir. Yine Farsçadan alınan devan kelimesinin Arapça divân âhengi alması, bundan devâvin gibi, tedvin gibi, müdevven gibi, kelimelerin doğması böyledir.
Arapçanın, daha Miladın VII. asrında Kur'an Lisanı gibi muhteşem bir ifade kudretine ve yüksek müzikâliteye sâhip, ilâhî bir dil olması, başka dillerden alabildiğine faydalanmış fakat aldığı her kelimeyi, ebekuşağı altından geçirmişçesine, Arapçanın gramerine ve fonetiğine adapte ederek arapçalaştırmış olmasının tabiî zaferlerindendir.
İmparatorluk dillerinden birisi de İngilizcedir. İngilizlerin, "Bahtiyardır o İngilizce ki, onda her dilden kelime vardır." sözü, bu şuurlu imparatorluk dili anlayışının bir ifadesidir.
İngilizce de, tıpkı Arapça gibi, başka dillerden aldığı kelimeleri, hususî bir söyleyişle, yani bu kelimelere İngilizcenin sesini vererek millileştirmiştir.
Bu dilde, bugün, hâlâ % 75 nispetinde Lâtince ve Fransızca kelime vardır. Fakat bu kelimelerde öyle bir ses değişikliği yapılmış ve kelimeler Öylesine İngilizce olmuştur ki, bunlar, bir milletin kelimelere millî bir musikî verişindeki sihirli coğrafya tesirini ve kavmi" dehâyı gösterir.
Meselâ aslı Lâtince olan Cultûra kelimesinin Fransızcası kültür (culture), fakat İngilizcesi "Kalçır"dır. Kalçır artık İngilizcedir.
Tıpkı bunun gibi, finâl kelimesi Fransızca, fakat aynı şekilde yazılan ve aynı mânâda kullanılan faynıl, İngilizcedir. Fransızcada kestiyon telâffuz edilen kelimenin İngilizce'de Kuveşçın âhengine girmesi de böyledir. Kuveşçın İngilizcedir.
Görülüyor ki, dillerin kelimeleri değil fakat sesleri millîdir. Her dilin kendi iç ve dış musikisi millîdir.
Hiç bir medeniyet dilinin bütün kelimeleri millî olamaz, fakat sesi mutlaka millî olur. Bir de mimarîsi millî olur. Yani kelimelerin yanyana gelmesinden doğan söz istifi, bu yanyana gelişlerin meydana getirdiği ifade âbidesi millîdir. Kısaca cümle yapısı millîdir.
Onun İçin bizde "devrik cümle" millî değildir. O kadar ki, Türk ancak telaşlandığı, dili dolaştığı, acele konuşmak zorunda kaldığı, kısaca şaşırdığı zaman devrik cümleyle söyler. Zamanımızdaki devrik cümle bolluğu da böyle bir şaşkınlığın ifadesidir.
Türkçe, daha Ortaasya'daki kuruluş asırlarında bile, özdil değil bir imparatorluk diliydi. Zamanla kendisine lâzım olan eşya, iman, tefekkür ve hayata ait kelime ve mefhumların mühim bir kısmını başka dillerden almıştır.
Meselâ, en eski Türkçeye "TÖRE" kelimesi, İbrânîceden, "ev" kelimesi Arâmî dillerinden; bugün öztürkçe zannedilen ve "şehir" kelimesi yerine kullanılmak istenen "kend" "kand" "kent" kelimeleri Soğdsanskrit dillerinden; acun kelimesi Soğdcadan; Yunancadan semâ mânâsındaki kök (gök) kelimesi; Oğuz Kağan destanında rastladığımız "sıra" kelimesi, hatta kahraman mânâsındaki "âlp" kelimesi Moğolcadan girmiştir. Yine Oğuz Kağan Destanında rastladığımız "dost" kelimesi, Türk diline Farsçadan girmiştir. Eski Türkçede böyle kelimelerin sayısı çoktur.
Sebebi anlaşılamaz bir davranışla bazı kimseler, Türkçeye daha çok Moğol istilâsından sonra ve tarihte ilk defa zorla sokulmuş, bir takım geri kelime ve ekleri de Türkçe sanmış ve bunları Türkiye Türkçesinde diriltmeye kalkışmışlardır. Bugün devlet teşkilatında kullanılan “sayıştay, danıştay, Yargıtay” gibi kelimelerdeki ekler, böyle ek'ler ve böyle yanlışlardır. Bu kelimeler Türkçe değildir. Yine onların uydurdukları görev, ödev, saylav, söylev gibi kelimelerdeki ekler de böyledir. Bu kelimeler de Türkçe değildir. Tarihte büyük medeniyet kurmuş milletlerin Türkçede tamâmiyle millîleşmiş kelimeleri atıp, yine tarihte Türk milletine en büyük fenalığı yapan Moğollar gibi barbar bir kavmin kelimelerini, bu millete, Türkçedir diye kabul ettirmeye kalkışmak en azından şaşkınlıktır.
Bir dilin, yalnız bir vatanda değil, birçok vatanlarda işlenip güzelleşmesi, o dile, bu engin vatan topraklarından yükselen, zengin ve üstün sesler kazandırır. 0 milletin dili, musikî üstünlüğüne yükselir. Türk dili üzerinde yürekten konuşabilmek için, önce bu musikîyi, yani bu vatanın seslerini duyabilmek ve anlayabilmek lâzımdır.
Türk dili, bugünkü Türkiye topraklarına, eski Asya ülkelerimizin hür ufuklarla çevrili bozkırlarından kopan gür ve erkek sesli bir musikîyle gelmiştir. Bu sebepledir ki, Türkiye Türkçesinde eski bozkır sesleri ve İdil ırmağının akışından yükselen sesler vardır.
Fakat Türkiye Türkçesinde bu kadîm sesler yanında Nil Nehri'nin taşkınlığı da seslenir;. Dicle'nin, Fırat'ın, Tuna'nın, Meriç'in ve Anadolu ırmaklarının akışları da...
Türkiye Türkçesinde Karadeniz kıyılarının poyraz rüzgarı kadar canlı, çevik ve çabuk sesler de vardır; Adalar denizi sahillerinin Lodos rüzgârı, zeybek musikîsi ve efe raksı gibi heybetli, ağır ve atmosfer dolduran sadâları da...
'Aynı dil Tanrıdağı rüzgârlarının uğuldayan seslerinden ne kadar hâtıra saklıyorsa, Macaristan Ovalarında, dünyaya gücümüzü tanıtmak için ilerleyen Sultan Süleyman ordularının hür davullarında da o kadar heybet ve hâtırayla yüklüdür.
Arabistan çöllerinin uzun, İran yaylalarının uzatılan sesleri; İtalyan sularında, korsanlar kadar, dalgalarla da çarpışan leventlerin bu.-zafer ve mâcerâ ufuklarından getirdikleri gür sesler, Türkiye Türkçesinde ve onun bütün yaşayan kelimelerinde bir musikî saltanatı hâlinde mevcuttur.
Böyle bir dilin kelimelerini hor görmek, hakir görmek, dilden atılabilir görmek, en az onların "oluş ve yontuluş" tarihini bilmemekten, hatta sevmemekten doğan büyük gaflettir.
Milletimiz tarafından fethedilmiş topraklar nasıl vatanımız olmuşsa aynı şekilde "fethettiğimiz kelimeler" de bizim kelimelerimiz olmuştur. O kadar ki, yıllarca evvel, Asya'daki verdiğimiz topraklar yetmiyormuş gibi, bizden Kars'ı ve Ardahan'ı isteyen ihanet dolu yabancı emele karşı bir şairimizin söylediği gibi:
Verilmeyecek şeyler vardır,
Şeref gibi, şan gibi...
Kars gibi, Ardahan gibi...
mısralarından yükselen sesler, nasıl, "toprak verilemez" diyorsa, tıpkı bunun gibi, asırlarca malımız olmuş, sesimizle, sanatımızla işlenmiş; ev, aile, köyümüze, aşk ve imanımıza girmiş; heyecanımıza işlenip vicdanımıza yerleşmiş ve bizim olmuş kelimeler de verilemez! Bunlar bizim zafer ve şeref hatıralarımızdır. Bunlar bizim büyüklük devirlerimizin ve yüce duygularımızın zafer âbideleridir. Bizimdirler ve bizim kalacaklardır."
Kültür eserleri, kullanılan kelimelere bağlı olduğu için, zaruri olarak ana dile yabancı kelimeler girer. Bunlar birike birike bir okyanus teşkil ederler. Dünyada saf hiç bir ilim ve kültür dili yoktur. Bu bakımdan özleştirmecilik tarihin akışına ve kültüre aykırıdır." Kaplan'ın bu hükmüne katılıyoruz. Nihat Sami Banarlı ise, imparatorluk dillerinden bahsediyor:
"Diller, fonetik gelişmelerine, morfolojik teşekküllerine; doğuşlarına, yayılışlarına, basit veya sentetik diller oluşlarına ve daha başka dil kanunlarına göre, türlü araştırmalara mevzu olmuştur.
Fakat dillerin, bir de milletlerin mazisinde tarihî kaderine ve yaşadıkları maceralara göre, bizzat tarih eliyle yapılmış bir sınıflanışı vardır.
Evet bir kısım diller vardır ki, yalnız bir vatanda değil, birçok vatanlarda devlet kurmuş milletlerin dilleridir. Bu diller, normal olarak, medeniyet ve hâkimiyet götürdükleri ülkelerin dillerinden derlenmiş kelimelerle de zenginleşmiş büyük dillerdir. Başka bir deyişle imparatorluk dilleridir.
Bu dillerin sâhipleri, hâkim oldukları topraklardan vergi alır, baç alır, mahsûl toplar gibi, kelime de alırlar. Hem bu alışın ölçüsü de yoktur. Kendilerine lâzım olduğu kadar veya canlarının istediği kadar alabilirler. Çeşitli ülkelerden derledikleri lüzumlu kelimeleri alırken de kendi dillerinin gramerine, estetiğine ve fonetiğine göre millileştirerek, kendi kelimeleri yaparlar. Biz bunlara, öteden beri fethedilmiş ülkeler gibi "fethedilmiş kelimeler" diyoruz.
Bu saydığımız vasıflara, şüphesiz bazı farklarla uygun imparatorluk dilleri, Arapça, Türkçe, Latince, İngilizcedir. Bu dillerin hiç biri "özdil" değildir. Esasen yeryüzünde hiç bir kültür ve medeniyet dili hiç bir zaman "özdil" olmak taassubuna ve basitliğine iltifat etmemiştir.
Meselâ yakın asırlara kadar, Lâtinceyi özdil sananlar vardı. Fakat dil, tarih ve edebiyat tarihi araştırmaları ortaya koydu ki, Lâtince özdil değildir. Bu lisanın kelimelerinin % 50 si Yunancadan alınmıştır. Geri kalan kelimelerin de mühim bir kısmı değişik ölçülerle, Lâtinceye başka dillerden girmiştir.
Fakat her büyük dil gibi, Lâtincenin de "sesi" ve "mimarisi" millîdir.
Lâtincenin özdil olmadığı anlaşılınca, bütün gözler Yunancaya çevrilmiş ve ilk anlarda öyle sanılmıştır ki, dünyanın ilk büyük destan edebiyatını, şiirini, trajedisini, felsefesini ve mitolojisini ortaya koyan Yunanca, özdildir, fakat bu ihtimâl de boşa çıkmıştır. Ve hemen anlaşılmıştır ki, Yunancanın en az yarıdan fazla kelimesi başka dillerden alınmışdır. Bunlar, Makedonya, Anadolu, Suriye ve muhtelif Mezopotamya dilleridir.
En muazzam bir dil olan Arapça da, başta İbranî olmak üzere, Yunancadan, Lâtince'den, Sanskritçe ve Farsçamdan ve daha birçok dillerden kelime almıştır. Başka dillerden alınmış kelimelere Araplar, "muarreb" yani Arapçalaşmış kelime derler. Fakat bu kelimelere, hangi dilden gelirse gelsin, kendi dillerinin damgasını vurmakta büyük ustalık gösterirler.
Arapçanın, Yunancadan alınma Philosophia ve philosophos kelimelerinden felsefe ve feylesof gibi, tefelsüf ve felâsife gibi? yine yunanca sophia kelimesinden, sufî gibi, tasavvuf gibi, mutasavvuf gibi kelimeler ortaya koyması böyledir. Fârisîden alman endâze kelimesinin Arap dili bünyesinde hendese âhengine girmesi ve bundan, meselâ hendesî gibi, mühendis gibi, Türkçe'ye de girmiş kelimeler doğması, böyle bir hâdisedir. Yine Farsçadan alınan devan kelimesinin Arapça divân âhengi alması, bundan devâvin gibi, tedvin gibi, müdevven gibi, kelimelerin doğması böyledir.
Arapçanın, daha Miladın VII. asrında Kur'an Lisanı gibi muhteşem bir ifade kudretine ve yüksek müzikâliteye sâhip, ilâhî bir dil olması, başka dillerden alabildiğine faydalanmış fakat aldığı her kelimeyi, ebekuşağı altından geçirmişçesine, Arapçanın gramerine ve fonetiğine adapte ederek arapçalaştırmış olmasının tabiî zaferlerindendir.
İmparatorluk dillerinden birisi de İngilizcedir. İngilizlerin, "Bahtiyardır o İngilizce ki, onda her dilden kelime vardır." sözü, bu şuurlu imparatorluk dili anlayışının bir ifadesidir.
İngilizce de, tıpkı Arapça gibi, başka dillerden aldığı kelimeleri, hususî bir söyleyişle, yani bu kelimelere İngilizcenin sesini vererek millileştirmiştir.
Bu dilde, bugün, hâlâ % 75 nispetinde Lâtince ve Fransızca kelime vardır. Fakat bu kelimelerde öyle bir ses değişikliği yapılmış ve kelimeler Öylesine İngilizce olmuştur ki, bunlar, bir milletin kelimelere millî bir musikî verişindeki sihirli coğrafya tesirini ve kavmi" dehâyı gösterir.
Meselâ aslı Lâtince olan Cultûra kelimesinin Fransızcası kültür (culture), fakat İngilizcesi "Kalçır"dır. Kalçır artık İngilizcedir.
Tıpkı bunun gibi, finâl kelimesi Fransızca, fakat aynı şekilde yazılan ve aynı mânâda kullanılan faynıl, İngilizcedir. Fransızcada kestiyon telâffuz edilen kelimenin İngilizce'de Kuveşçın âhengine girmesi de böyledir. Kuveşçın İngilizcedir.
Görülüyor ki, dillerin kelimeleri değil fakat sesleri millîdir. Her dilin kendi iç ve dış musikisi millîdir.
Hiç bir medeniyet dilinin bütün kelimeleri millî olamaz, fakat sesi mutlaka millî olur. Bir de mimarîsi millî olur. Yani kelimelerin yanyana gelmesinden doğan söz istifi, bu yanyana gelişlerin meydana getirdiği ifade âbidesi millîdir. Kısaca cümle yapısı millîdir.
Onun İçin bizde "devrik cümle" millî değildir. O kadar ki, Türk ancak telaşlandığı, dili dolaştığı, acele konuşmak zorunda kaldığı, kısaca şaşırdığı zaman devrik cümleyle söyler. Zamanımızdaki devrik cümle bolluğu da böyle bir şaşkınlığın ifadesidir.
Türkçe, daha Ortaasya'daki kuruluş asırlarında bile, özdil değil bir imparatorluk diliydi. Zamanla kendisine lâzım olan eşya, iman, tefekkür ve hayata ait kelime ve mefhumların mühim bir kısmını başka dillerden almıştır.
Meselâ, en eski Türkçeye "TÖRE" kelimesi, İbrânîceden, "ev" kelimesi Arâmî dillerinden; bugün öztürkçe zannedilen ve "şehir" kelimesi yerine kullanılmak istenen "kend" "kand" "kent" kelimeleri Soğdsanskrit dillerinden; acun kelimesi Soğdcadan; Yunancadan semâ mânâsındaki kök (gök) kelimesi; Oğuz Kağan destanında rastladığımız "sıra" kelimesi, hatta kahraman mânâsındaki "âlp" kelimesi Moğolcadan girmiştir. Yine Oğuz Kağan Destanında rastladığımız "dost" kelimesi, Türk diline Farsçadan girmiştir. Eski Türkçede böyle kelimelerin sayısı çoktur.
Sebebi anlaşılamaz bir davranışla bazı kimseler, Türkçeye daha çok Moğol istilâsından sonra ve tarihte ilk defa zorla sokulmuş, bir takım geri kelime ve ekleri de Türkçe sanmış ve bunları Türkiye Türkçesinde diriltmeye kalkışmışlardır. Bugün devlet teşkilatında kullanılan “sayıştay, danıştay, Yargıtay” gibi kelimelerdeki ekler, böyle ek'ler ve böyle yanlışlardır. Bu kelimeler Türkçe değildir. Yine onların uydurdukları görev, ödev, saylav, söylev gibi kelimelerdeki ekler de böyledir. Bu kelimeler de Türkçe değildir. Tarihte büyük medeniyet kurmuş milletlerin Türkçede tamâmiyle millîleşmiş kelimeleri atıp, yine tarihte Türk milletine en büyük fenalığı yapan Moğollar gibi barbar bir kavmin kelimelerini, bu millete, Türkçedir diye kabul ettirmeye kalkışmak en azından şaşkınlıktır.
Bir dilin, yalnız bir vatanda değil, birçok vatanlarda işlenip güzelleşmesi, o dile, bu engin vatan topraklarından yükselen, zengin ve üstün sesler kazandırır. 0 milletin dili, musikî üstünlüğüne yükselir. Türk dili üzerinde yürekten konuşabilmek için, önce bu musikîyi, yani bu vatanın seslerini duyabilmek ve anlayabilmek lâzımdır.
Türk dili, bugünkü Türkiye topraklarına, eski Asya ülkelerimizin hür ufuklarla çevrili bozkırlarından kopan gür ve erkek sesli bir musikîyle gelmiştir. Bu sebepledir ki, Türkiye Türkçesinde eski bozkır sesleri ve İdil ırmağının akışından yükselen sesler vardır.
Fakat Türkiye Türkçesinde bu kadîm sesler yanında Nil Nehri'nin taşkınlığı da seslenir;. Dicle'nin, Fırat'ın, Tuna'nın, Meriç'in ve Anadolu ırmaklarının akışları da...
Türkiye Türkçesinde Karadeniz kıyılarının poyraz rüzgarı kadar canlı, çevik ve çabuk sesler de vardır; Adalar denizi sahillerinin Lodos rüzgârı, zeybek musikîsi ve efe raksı gibi heybetli, ağır ve atmosfer dolduran sadâları da...
'Aynı dil Tanrıdağı rüzgârlarının uğuldayan seslerinden ne kadar hâtıra saklıyorsa, Macaristan Ovalarında, dünyaya gücümüzü tanıtmak için ilerleyen Sultan Süleyman ordularının hür davullarında da o kadar heybet ve hâtırayla yüklüdür.
Arabistan çöllerinin uzun, İran yaylalarının uzatılan sesleri; İtalyan sularında, korsanlar kadar, dalgalarla da çarpışan leventlerin bu.-zafer ve mâcerâ ufuklarından getirdikleri gür sesler, Türkiye Türkçesinde ve onun bütün yaşayan kelimelerinde bir musikî saltanatı hâlinde mevcuttur.
Böyle bir dilin kelimelerini hor görmek, hakir görmek, dilden atılabilir görmek, en az onların "oluş ve yontuluş" tarihini bilmemekten, hatta sevmemekten doğan büyük gaflettir.
Milletimiz tarafından fethedilmiş topraklar nasıl vatanımız olmuşsa aynı şekilde "fethettiğimiz kelimeler" de bizim kelimelerimiz olmuştur. O kadar ki, yıllarca evvel, Asya'daki verdiğimiz topraklar yetmiyormuş gibi, bizden Kars'ı ve Ardahan'ı isteyen ihanet dolu yabancı emele karşı bir şairimizin söylediği gibi:
Verilmeyecek şeyler vardır,
Şeref gibi, şan gibi...
Kars gibi, Ardahan gibi...
mısralarından yükselen sesler, nasıl, "toprak verilemez" diyorsa, tıpkı bunun gibi, asırlarca malımız olmuş, sesimizle, sanatımızla işlenmiş; ev, aile, köyümüze, aşk ve imanımıza girmiş; heyecanımıza işlenip vicdanımıza yerleşmiş ve bizim olmuş kelimeler de verilemez! Bunlar bizim zafer ve şeref hatıralarımızdır. Bunlar bizim büyüklük devirlerimizin ve yüce duygularımızın zafer âbideleridir. Bizimdirler ve bizim kalacaklardır."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder