Modern İlâl'cılar
Ters tarafından duvara çivi çakmaya çalışan bir deliye öbürü:
"—Olmadı, o çivi bu duvarın değil; baksana ucu karşıyı gösteriyor; oraya çak!" dediği gibi, dilimizde de ekler - kökler birbirine karıştı. İsim ekleri fiillere, sona getirilecekler başa, hatta yabancı ekler, olmayacak yerlere yamanmaya başlandı. N. Fazıl'ın ifadesiyle "kurbağa dili" diye acayip bir lisan doğdu.
Prof. Dr. Faruk Timurtaş bu mevzuda şöyle demekte: "Öztürkçe ve Arı Türkçe adlan altında ortaya sürülen kelimelerin çoğu gramer şekli veya mânâ bakımından yanlıştır, uydurmadır. Bazı kelimelerde isme getirilmesi gereken ek fiile, fiile getirilmesi gereken ek isme getirilmiştir. Gramer kaidelerine uygun, mânâca yanlış olmayan yeni bir kelime, uydurma bir kelime değildir. Uydurma kelime yanlış eklerle yapılan, ses, şekil veya mânâca noksan olan kelimelerdir. Eklerin yanlış kullanılması ortaya garip kelimeler çıkarmaktadır.
Eklerin yanlış kullanılmasının ortaya acâyip kelimeler çıkardığını, örnekler üzerinde görmek faydalı olacaktır. Bunların birkaçını göstermek umumi bir fikir verecektir. Meselâ "ilginç" kelimesini ele alalım. Sevinç, korkunç, gülünç, kıskanç örneklerinde görüldüğü üzere "—c" veya "—nç" olan bu ek, hep fiil köklerine getirilmektedir. Dilimizde ilgimek veya iligmek şeklinde bir fiil mevcud olmadığına göre, "ilginç" yanlış ve uydurma bir kelimedir; fiile getirilmesi gereken "—ne" eki bir isim olan "ilgi" kelimesine getirilmiştir.
"Bağımsız" da böyledir. Bağ isim olduğuna göre, fiile getirilmesi gereken "—m" ekinin isim köküne getirilmesi yanlıştır.
Bir dilde az işlek ve ölü eklerle yeni kelimeler yapılamadığı halde, dilimizde, işlek olmayan eklerle de kelimeler meydana getirildiği görülmektedir. Meselâ "Zorun" böyle bir kelimedir. Kışın, yazın gibi zaman mânâsı taşıyan bir kaç kelimede görülen, zarf fonksiyonuna sâhip, işlek olmayan "—n" ekinin "zor" kelimesine getirilmesi yanlıştır. Bu kelime ek bakımından olduğu gibi, mânâ bakımından da doğru değildir. "Zor olarak, zorla" mânâsı ifade eden kelime "mecburi" kelimesine karşılık olamaz. "Zorunlu" ve "zorunluluk" kelimeleri ise büsbütün yanlıştır. Çünkü, zarf meydana getiren "—n" ekinden sonra "—lu" eki getirilemez. Bütün bunların dışında "zor" kelimesi farsça asıllı bir kelimedir. Arapça asıllıdır diye "mecburi" kelimesini atıp, farsça bir kelimeye işlek olmayan bir ek ilâve ederek yeni bir kelime meydana getirmenin bir mânâsı olmasa gerektir.
Dilimizin bünyesini, kelime kökünün ve eklerin ne olduğunu bilmeyen kimseler, Türkçede mevcud olmayan eklerle de yeni kelimeler yapmaktadırlar. Meselâ dilimizde nisbet ifade eden bir "—sal, —sel" eki bulunmadığı halde, bu eklerle kelimeler meydana getirilmektedir. Uysal ve kumsal gibi bir iki kelimede görülen ek, nisbet mânâsı ifâde etmemektedir. Ayrıca nisbet için kullanılan bu "—sal, —sel" eki, bazan "—al, —el", bazan sadece "—l" şekline girmektedir. Toplumsal, bölgesel, genel, özel, siyasal, doğal gibi. Bunlardan "—al, —el" fransızca, "—sal, —sel" ve "—l" uydurmadır. Dilimizde böyle nisbet ekleri yoktur. Aynı şekilde, "okutman, eğitmen örneklerinde olduğu gibi fâiliyet ifade eden ve fiil köklerine getirilen "—man, men" eki de uydurmadır. Şişman, kocaman gibi birkaç kelimede görülen ek ölü bir ektir ve böyle bir mânâ taşımamaktadır. Başka bir uydurma ek de "—ç" dir. Dilimizde isim köküne getirilen bir "—ç" eki bulunmamasına rağmen "araç" kelimesi teşkil edilmiştir. Doğrusu aracı olması gerekmektedir. Aynı ekle yapılan "gereç" kelimesi ise, Türkçede mevcut olmayan "gere" kökünden meydana getirilmiştir.
Bazan yalnız ek bakımından da değil, mânâ bakımından yanlış kelimeler teşkil ediliyor. Bunlardan da birkaç örnek vermek uygun olacaktır. "Vicdan" karşılığı "bulunç" ileri sürülmüştür. "Vicdan"ın terim ve deyim olarak "bulmak" ile hiçbir ilgisi yoktur. Fakat, vicdan kelimesi Arapça aslında "bulmak" mânâsına gelen bir kelimeden türediği için, kelimenin bizde kullanılan mânâsı düşünülmemiştir. Arapçadan aynen tercüme etmek suretiyle uydurulmuş, mefhum göz önünde tutulmamıştır. "İlişki" kelimeside mânâ bakımından uygun değildir. Bu kelime "münasebet" karşılığı olamaz. İlgi "alâka" demek olduğuna göre "ilişki olsa olsa "taâlluk" mânâsına gelir. "İzlemek" kelimesinin bir tiyatro eserini, bir filmi seyretmek, görmek, bir musiki parçasını dinlemek mânâsına kullanılmasıda hatâlıdır. Çünkü izlemek "izinin arkasından gitmek, aramak" mânâsı ifade eder.
İzlemek yaşayan dilde "Hayvanın veya eşkıyanın izini aramak, takip etmek" suretinde kullanılır. Bu sebeple "takip et-mek"in ancak maddi sahadaki karşılığı olabilir. Perdede, sahnede ve televizyon ekranında bir oyun, bir film izlenmez; seyredilir, görülür.
Bir dilde yeni kelimeler, dilin bünyesine uygun; yani ses, şekil ve mânâlar doğru olarak teşkil edilmelidir. Böyle olduğu takdirde bunlar uydurma değil, usûlüne uygun olarak türetilmiş kelimeler sayılırlar. Her dilde her zaman yeni kelimeler türetilebilir. Bu, o dilin canlılığını ve gelişmesini gösterir. Türkçemiz kelime türetmek bakımından son derece zengin ve kudretli bir dildir. Ne var ki; dili sadeleştirmek ve zenginleştirmek maksadıyla meydana getirilen kelimelerin büyük bir kısmı dilin yapısına dikkat edilmediği için yanlıştır. Halbuki dilimiz yeni kelime türetilmesine son derece elverişli ve müsâittir."
Durum böyle olduğu halde bir kısım arı dilciler, modern bir i'lâl anlayışı içinde "yoksul" hatta "yoksun" kelimelerinin sonlanndaki "—sul" ve "sun" eklerinin bile aslının "—sal" eki olduğunu iddiaya kadar işi vardırmışlardır.
Merhum Ali Fuad Başgil, "Uydurma Dil Modası" başlıklı yazısında hatıralarını anlatırken şöyle diyor: "Hiç unutmam, 1935 yazında, bir gün. Ada vapurunda, rahmetli Eskişehir Mebusu Yusuf Ziya hoca ile buluştuk. Ankara'dan geldiğini ve beşyüz sahifelik bir eser hazırlamakta olduğunu söyledi. Neye dair diye sordum. Arapça'nın Türkçe'den çıkma olduğuna dairmiş... Bir misâl de verdi, meselâ Firavun kelimesi Arapça sanılır, halbuki Türkçedir ve "Burun" kelimesinden çıkmadır. Burun insanın önünde, çıkıntı yapan bir uzuvdur. Hükümdar da cemiyetin önünde giden bir şahsiyet olduğu için, Mısır'da buna burun denilmiş, kelime zamanlar içinde kullanılarak nihayet Firavun olmuş dedi. Altmışından sonra, Esasiye hocalığından dil canbazlığına dökülen üstadı, çıldırıyor mu diye merak etmiştim." Aslında bir zamanlar bu durum bir hastalık halini almıştı. Birçok Arap ve Fars kelimelerinin üzerinde duruluyor, bunların asıllarında muhakkak Türkçelik aramak gibi bir işgüzarlığa kadar gidiliyordu. Hatta bir gün, Necati Beyin Maarif Vekilliğinde, geç vakte kadar süren bir toplantıdan ilk çıkan Falih Rıfkı Beye (Ulus) gazetesi muhabiri sormuştu:
— Bu gün ne yapıldı. Falih Rıfkı bey? Falih'in muhabiri şaşırtan cevabı şu olmuştu:
— Namusumuz kurtuldu.
Meğer o gün, saatlerce, "namus" kelimesinin öztürkçe olduğunu isbata uğraşanlar olmuş ve bu güzel kelime dilimizden atılmaktan kurtarılarak neticede aslı Türkçedir diye bir karara varmışlar.
Başka bir münâkaşayı bizzat Falih Rıfkı kendisi anlatıyor: "İlk lügat komisyonuna başkanlık yaptım. İki takımdık. Biz bir kelimenin Türkçe karşılığı yoksa, konuşma diline geçmişse ve benimsenebilecek bir karşılığı öne sürülmüyorsa onu "Türkçeleşmiş" sayıyorduk. Özleştirmeciler "sokak" kelimesini bile, aslı Arapça olduğu için, lügatta tutmak istemiyorlardı.
Hiç unutmam. Dolmabahçe Sarayında toplanmıştık. Sağımda Naim Hazim Hoca, solumda Yusuf Ziya ... Sıra "hüküm" kelimesinde:
— Bir karşılığı yoksa alıkoyalım, dedim. Naim Hoca da, Yusuf Ziya da:
— Olamaz, dediler.
Sağıma döndüm. Naim Hoca'ya :
— A hocam. Arapçanın aslı Türkçedir, dersiniz. Kur'ân'dan hangi kelimeyi göstersek aslı Türkçe olduğunu iddia eder"siniz.
Soluma döndüm.
— Siz de hocam, bütün diller Türkçe-den üremedir, dâvasını güdersiniz. Fransızca "chambre", allem eder kallem eder, "oda"dan çıkarırsınız. Sonra "hüküm" gibi köye kadar giren kelimeye gelince ikiniz de dayatıyorsunuz.
Hayli tartıştık. Toplantıdan sonra:
— Asya Türk lehçelerini pek iyi bilen bir üyemiz bana geldi. "—Fâlih bey ben bir çok lehçe bilirim. Bir Yakup Kadri, Falih Rıfkı lehçesi de biliyorum. Bilmediğim tek lehçe Dil Kurumu Lehçesi!" dedikten sonra:
— Hiç üzülmeyin. "Hüküm" kelimesini yarın Türkçe yaparız, dedi. Ve ertesi gün usulca elime bir pusula verdi. Radloff'a göre bazı Türk lehçelerinde "Ök = akıl" demekmiş, "ük" şekline girdiğini gösteren örnekler de kâğıtta yazılı idi. Bir uzak lehçede "um, üm " le isim yapıldığı üzerine de bilgi edinmiştim. Alt tarafı da kolaydı: Ük, üküm. Kullanıla kullanıla "hüküm"
Toplantıda :
— Hüküm Türkçedir, dedim ve sabahleyin öğrendiklerimi sayıp döktüm.
İki hoca da susa kalmışlardı
"Uydurma" demeyeyim de "yakıştırmacılık" ilminin temelini atmıştık.
Dilimizin başına gelen bu dramatik durum, Meddah Süruri ile Kel Hasan arasında geçen i'lâl komedisini hatırımıza getiriyor.
Meddah Süruri, bir aralık Kel Hasan'la tutuştular. Süruri Arapça (i'lâl) denilen kaideye uydurarak Kel Hasan hakkında şöyle bir tekerleme yapar:
— Kel Hasan aslında Gül Hasan idi. Sonbahar geldi, yapraklan döküldü. Kel Hasan oldu.
Kel Hasan susar mı? O da şöyle mukabele etti:
— Süruri aslında sürur merhemi idi. Kel Hasan'ın başına sürdüler, tuhaflığı ordan aldı, Kel Hasan oldu.
Meddah Aşki de Kel Hasan'a yardım için Süruri hakkında bir (i'lâl) yuvarladı:
— Süruri aslında Silivri yoğurdu idi, suyunu çekti, sütünü bozdu süruri oldu.
Süruri'nin Aşki'ye mukabelesi daha şiddetli oldu :
— Aşki aslında Fışkı idi (F) nin yuvarlağından lokomatif geçti. (F) yırtıldı, ağzını açtı, üstündeki nokta da kaçtı, Aşki oldu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder