Lisan ve İnsan
Dil insanı ele verir. Bir insanın kullandığı dile dikkat ederek onun dünya görüşü, inanç, eğilim ve hatta zaaflarını tespit etmek mümkündür. Gerçekten de, eskimeyen ifadelerle, "üslub-u beyan, ayniyle insandır."
Dilde bir çok hassas noktalar mevcuttur, fakat pek çoğumuz bunların farkına varmadan, soluk alıp verir gibi bir ülfet içinde, hergün onu kullanırız. Herkes farkına varmasa da belli çevreler, bu hassas noktaları çok iyi tespit ederler ve gerekli tedbirleri alarak hedeflerine ulaşmaya çalışırlar. Dilin, tabir yerindeyse, ideolojik gayelerle kullanımı buna misal olarak gösterilebilir. Siyaset adamları kendi dünya görüşlerine göre bir üslup kullanmaya dikkat ederler. Seçtikleri kelimeler, söz arasında yapılan atıflar, verilen misaller ve hitap şekilleri, hep hayat felsefelerine paraleldir. Muhalif fikirlere ve eserlere kapalıdırlar. Lügatlerinde "yasak kelimelere" yer yoktur. Bu hususta o kadar çok ihtimam gösterirler ki bazen ifrata kaçarak "anlaşılmaz" duruma düşer, bazen de hiç tabiî olmayan bir beyanda bulunurlar. Gerçekten de normal hayatlarında rahatlıkla kullandıkları kelimelere, basın toplantıları ve mitinglerde vize uygulayan siyasetçilerin pek samimi olmadıkları kolayca anlaşılır.
Dimağları kontrol eden, zihinleri yönlendiren, beyinleri yıkayan diplomatik mesajlar, propaganda ve reklamlar karizmatik bir üslupla hazırlanırlar. Ağına düşen hemen herkesi hipnoz edercesine uyuşturur, büyülercesine sözlerini dinlettirirler. İşin garibi, belli çevrelerin emir eri hâline gelen fertlerin, efsun edildiklerinden habersiz olmalarıdır.
Diplomatik ifadeler o kadar yuvarlak kullanılır ki herkes neticede kendisine göre birşeyler anlar. Böylelikle sözün sahibi ileride, sorumlu tutulmaktan kendisini kurtarabilecek yorumlar yapabilir. Buna "genelleme taktiği" denir. Bilhassa bürokratların ve muhalefetin itiraz edebileceği bölümler havalı bir soyutlukla maskelenir. Diplomatik mesajlar bunun örnekleriyle doludur. Bunların, çoğu zaman beyni uyuşturan bir üslupla yazılmalarının sebebi de budur (Toffler, 1992: 287).
Batılı popüler dergilerdeki ideolojik dil kullanımları da oldukça bârizdir. Meselâ, eşya ve hâdiselerin varlık sebeplerini "tabiat", "tesadüf , "bilinmeyen güçler", "evrensel kanunlar" şeklinde hayalî kavramlarla açıklamaya çalışan dergilerin bir kısmının, bu cehaleti örtbas etmek için artık, "şüphecilik" ve "bilinemezcilik" îmâ eden bir kelime olan "some-how" (her nasılsa) ifadesini kullandıkları görülmektedir. "Her nasılsa oluyor işte" tabiri de "nasıl" dan atlayıp "niçin" de çuvallayan bilim adamlarının kendilerini ve insanları kandırmak için buldukları bir ifadedir.
Öyle bir devirde yaşıyoruz ki anlaşılmaz olmak meziyet sanki. Çoğu entellektüel, mürekkep yalamış gibi gözükmek için, pot kırma riskine aldırmadan, her sahada söz sahibi olduğunu îmâ etmekten zevk alıyor. Birkaç yabancı terimle süslenmiş muğlak, yani kapalı, belirsiz tabirlerin, insicamdan mahrum birtakım felsefî ifadelerin, onları "aydın" göstermeye yeterili olduğu zannediliyor. Hâlbuki asıl meziyet, anlaşılır olmaktır. Güç olan şey, meseleleri bulanık takdim etmek değil, çoğunluğun anlayabileceği bir üslup kullanmaktır. Muğlaklık bir çeşit ruh hastalığıdır. Ruhu kararan ve karmakarışık hâle gelen insanlar duru beyanlarda bulunamazlar. Bunların hâli, bazı doktorların reçete yazarken ilaç isimlerini "geçiştirmelerine" benziyor. İlaçların uzun ve karışık isimlerini ezberleyemeyen bazı hekimlerin yazılarının bu yüzden meşhur olduğu söyleniyor. (İşin hakkını veren uzman hekimlerimize sözümüz yok). Demek ki bilen insan, bilgiçlik taslamak için müphem ve yaldızlı kelimeler kullanmaya tenezzül etmiyor.
Muğlaklık genelde arzu edilmeyen bir durumdur. Fakat bazen kasten muğlak olmaya çalışan kesimler de mevcuttur. Meselâ, hukuk dili hiç de açık değildir. Meşhur dilbilimcilerden Robert de Beaugrande ve Dressler'e göre, ABD'deki vergi kanunları kasten muğlak hazırlanmaktadır. Sebep, sıradan vatandaşların kanun metinlerini rahatlıkla anlayıp haklarını daha titiz bir şekilde aramalarını önlemektir. Gerçekten de her şey ayan beyan olsaydı avukatlar işsiz kalırdı, değil mi? (Beaugrande ve Dressler, 1981: 121).
Bir dilbilimci olan Noam Chomsky de ABD gibi kapitalist ülkelerin çıkarları doğrultusunda dille nasıl oynadıklarına misaller verir. Marksist olan Chomsky'nin bu çalışmaları da dildeki ideolojik kullanımlara bir misaldir.
Aslında her bir hükümetin, inandığı illkeler doğrultusunda bir dil politikasına sahip olmasını garipsememek gerekir. Hemen hemen her seçimden sonra cadde, sokak, park ve meydan isimlerinin değiştiğini, her hükümetin kendisine göre "büyük" gördüğü insanların isimlerini buralara verdiğini ve bu faaliyetlerin arkasında yatan emelleri farketmemek mümkün değildir.
Bazen ülke güvenliğini sağlamak ve yanlış fikirlere veya su-i zanlara meydan vermemek için çok garip, ama yerinde sansürler yapılır. Meselâ, İstanbul, Ankara gibi büyük illerdeki üç harfli plaka taşıyan araçlara CIA. KGB, PKK gibi harfler veya müstehcen kelimeler taşıyan plakaların verilmesi yasaktır.
Dildeki hassas bir husus da isimlerdir. İnsanlara verilen isimlerin onların hayatlarındaki rolü çok büyüktür. Efendimiz (sav), babanın vazifelerinden birinin, çocuğuna güzel bir isim vermek olduğunu buyurur. Ülkemizdeki insan isimlerinin son yüzyıl içinde bir istatistiği çıkarılacak olsa, geçirdiğimiz devrelere göre isimlerin de nasıl değiştiği görülecektir. 20-30 sene önceki ruhsuz isimlerin yerini Fatihlerin, Ömerlerin, Hamzaların, Rabiaların, Sümeyyelerin ve İffetlerin aldığını ve bu isimlerle müsemma şahsiyetlerin etrafımızda boy attığını görmek, bizi Asr-ı Saadet'de yaşıyormuş gibi mesrur kılmaktadır.
Bir cemiyette, bir kelimenin, kültürel bir kimlik kazanması, yıllar boyunca ona yüklenen mana ve muhtevayla gerçekleşir. Eskiden beri Türkçemizde yer alan "hizmet" kelimesinin son yıllarda kazandığı hususi mana, buna güzel bir misaldir.
Kültürel kimliği yansıtan ifadelere her dilde rastlamak mümkündür. İngilizce'deki "White man's burden" tabiri bu tür bir ifadedir. Beyaz adamın taşıması gereken bir yük anlamındaki bu tabir, beyaz ırkın diğer ırklara yol göstermesi gerektiğini, yani beyazların medenî, diğerlerinin ise ilkel ve geri olduğunu ima eden bir ukalalık örneğidir.
Dilde mesajları sadece kelimeler taşımaz. Resim ve fotoğrafların da eşlik ettiği reklam veya propaganda gayesiyle kullanılan mesajlar da gerçekten çok ilgi çekicidir. Meselâ, "Col. Sanders Kentucky Fried Chicken", bir "fastfood" reklam spotudur. Bu tabirin çağrıştırdığı şeyler şunlardır: "Col.", "colonel"in kısaltılmış şeklidir. Askeri bir rütbeye (albay) tekabül eder. "Sanders", bir Anglo-Sakson soyismidir. "Kentucky", ABD'nin bir eyaletidir. "Fried Chicken" ise kızarmış tavuk demektir. Amerikan hayali, mutluluk getirecek yeni bir tecrübe, güvenilirlik, ağzının tadını bilen bir insanın hayatı ve nar gibi kızarmış bir tavuğun 'esrarlı' lezzeti, bu reklamın telkin ettiği sembollerden sadece bir kısmıdır (Hatim ve Mason, 1990: 113).
Son olarak vermek istediğimiz misal basın-yayın dünyasından. Bilindiği gibi her bir sembol, insan zihninde semantik bir alan oluşturur. Belli bir kültürde yer alan insanlar, bu semantik alanlar veya kavram çerçevelerini kullanarak düşünürler. Kültür de bu şekilde gelişir veya geriler. Bu kavram çerçevelerinin farklı kültürlerde nasıl değiştiği aşağıdaki misalde açıkça görülebilir; (Hatim ve Mason, 1990:114).
(İhtar: Tablodaki semantik alanların "ortada" yer alması, Hatim ve Mason'un akademik gayeler uğruna tarafsızlık tarafını tuttuğuna işarettir).
Özetle, dil, düşünce, kültür ve medeniyet arasında o kadar hassas ve güçlü bir ilişki vardır ki insanların kullandıkları dile hakim olmak, onların düşüncelerine hakim olmak demektir. Bir milletin dilini ele geçirenler, o milletin geleceğine de yön vereceklerdir.
Kaynaklar
- Beaugerande, Robert de ve W. U. Dressler; Introduction to Texlinguistics. London: Longman. 1981.
- Hatim, B. ve 1. Mason; Discourse and the Translator. London/NewYork: Longman, 1990.
- Toffler, Alvin; Yeni Güçler Yeni Şoklar (Çev. Belkıs Çorakçı), İstanbul: Altın Kitaplar Yayınevi, 1992.
Dilde bir çok hassas noktalar mevcuttur, fakat pek çoğumuz bunların farkına varmadan, soluk alıp verir gibi bir ülfet içinde, hergün onu kullanırız. Herkes farkına varmasa da belli çevreler, bu hassas noktaları çok iyi tespit ederler ve gerekli tedbirleri alarak hedeflerine ulaşmaya çalışırlar. Dilin, tabir yerindeyse, ideolojik gayelerle kullanımı buna misal olarak gösterilebilir. Siyaset adamları kendi dünya görüşlerine göre bir üslup kullanmaya dikkat ederler. Seçtikleri kelimeler, söz arasında yapılan atıflar, verilen misaller ve hitap şekilleri, hep hayat felsefelerine paraleldir. Muhalif fikirlere ve eserlere kapalıdırlar. Lügatlerinde "yasak kelimelere" yer yoktur. Bu hususta o kadar çok ihtimam gösterirler ki bazen ifrata kaçarak "anlaşılmaz" duruma düşer, bazen de hiç tabiî olmayan bir beyanda bulunurlar. Gerçekten de normal hayatlarında rahatlıkla kullandıkları kelimelere, basın toplantıları ve mitinglerde vize uygulayan siyasetçilerin pek samimi olmadıkları kolayca anlaşılır.
Dimağları kontrol eden, zihinleri yönlendiren, beyinleri yıkayan diplomatik mesajlar, propaganda ve reklamlar karizmatik bir üslupla hazırlanırlar. Ağına düşen hemen herkesi hipnoz edercesine uyuşturur, büyülercesine sözlerini dinlettirirler. İşin garibi, belli çevrelerin emir eri hâline gelen fertlerin, efsun edildiklerinden habersiz olmalarıdır.
Diplomatik ifadeler o kadar yuvarlak kullanılır ki herkes neticede kendisine göre birşeyler anlar. Böylelikle sözün sahibi ileride, sorumlu tutulmaktan kendisini kurtarabilecek yorumlar yapabilir. Buna "genelleme taktiği" denir. Bilhassa bürokratların ve muhalefetin itiraz edebileceği bölümler havalı bir soyutlukla maskelenir. Diplomatik mesajlar bunun örnekleriyle doludur. Bunların, çoğu zaman beyni uyuşturan bir üslupla yazılmalarının sebebi de budur (Toffler, 1992: 287).
Batılı popüler dergilerdeki ideolojik dil kullanımları da oldukça bârizdir. Meselâ, eşya ve hâdiselerin varlık sebeplerini "tabiat", "tesadüf , "bilinmeyen güçler", "evrensel kanunlar" şeklinde hayalî kavramlarla açıklamaya çalışan dergilerin bir kısmının, bu cehaleti örtbas etmek için artık, "şüphecilik" ve "bilinemezcilik" îmâ eden bir kelime olan "some-how" (her nasılsa) ifadesini kullandıkları görülmektedir. "Her nasılsa oluyor işte" tabiri de "nasıl" dan atlayıp "niçin" de çuvallayan bilim adamlarının kendilerini ve insanları kandırmak için buldukları bir ifadedir.
Öyle bir devirde yaşıyoruz ki anlaşılmaz olmak meziyet sanki. Çoğu entellektüel, mürekkep yalamış gibi gözükmek için, pot kırma riskine aldırmadan, her sahada söz sahibi olduğunu îmâ etmekten zevk alıyor. Birkaç yabancı terimle süslenmiş muğlak, yani kapalı, belirsiz tabirlerin, insicamdan mahrum birtakım felsefî ifadelerin, onları "aydın" göstermeye yeterili olduğu zannediliyor. Hâlbuki asıl meziyet, anlaşılır olmaktır. Güç olan şey, meseleleri bulanık takdim etmek değil, çoğunluğun anlayabileceği bir üslup kullanmaktır. Muğlaklık bir çeşit ruh hastalığıdır. Ruhu kararan ve karmakarışık hâle gelen insanlar duru beyanlarda bulunamazlar. Bunların hâli, bazı doktorların reçete yazarken ilaç isimlerini "geçiştirmelerine" benziyor. İlaçların uzun ve karışık isimlerini ezberleyemeyen bazı hekimlerin yazılarının bu yüzden meşhur olduğu söyleniyor. (İşin hakkını veren uzman hekimlerimize sözümüz yok). Demek ki bilen insan, bilgiçlik taslamak için müphem ve yaldızlı kelimeler kullanmaya tenezzül etmiyor.
Muğlaklık genelde arzu edilmeyen bir durumdur. Fakat bazen kasten muğlak olmaya çalışan kesimler de mevcuttur. Meselâ, hukuk dili hiç de açık değildir. Meşhur dilbilimcilerden Robert de Beaugrande ve Dressler'e göre, ABD'deki vergi kanunları kasten muğlak hazırlanmaktadır. Sebep, sıradan vatandaşların kanun metinlerini rahatlıkla anlayıp haklarını daha titiz bir şekilde aramalarını önlemektir. Gerçekten de her şey ayan beyan olsaydı avukatlar işsiz kalırdı, değil mi? (Beaugrande ve Dressler, 1981: 121).
Bir dilbilimci olan Noam Chomsky de ABD gibi kapitalist ülkelerin çıkarları doğrultusunda dille nasıl oynadıklarına misaller verir. Marksist olan Chomsky'nin bu çalışmaları da dildeki ideolojik kullanımlara bir misaldir.
Aslında her bir hükümetin, inandığı illkeler doğrultusunda bir dil politikasına sahip olmasını garipsememek gerekir. Hemen hemen her seçimden sonra cadde, sokak, park ve meydan isimlerinin değiştiğini, her hükümetin kendisine göre "büyük" gördüğü insanların isimlerini buralara verdiğini ve bu faaliyetlerin arkasında yatan emelleri farketmemek mümkün değildir.
Bazen ülke güvenliğini sağlamak ve yanlış fikirlere veya su-i zanlara meydan vermemek için çok garip, ama yerinde sansürler yapılır. Meselâ, İstanbul, Ankara gibi büyük illerdeki üç harfli plaka taşıyan araçlara CIA. KGB, PKK gibi harfler veya müstehcen kelimeler taşıyan plakaların verilmesi yasaktır.
Dildeki hassas bir husus da isimlerdir. İnsanlara verilen isimlerin onların hayatlarındaki rolü çok büyüktür. Efendimiz (sav), babanın vazifelerinden birinin, çocuğuna güzel bir isim vermek olduğunu buyurur. Ülkemizdeki insan isimlerinin son yüzyıl içinde bir istatistiği çıkarılacak olsa, geçirdiğimiz devrelere göre isimlerin de nasıl değiştiği görülecektir. 20-30 sene önceki ruhsuz isimlerin yerini Fatihlerin, Ömerlerin, Hamzaların, Rabiaların, Sümeyyelerin ve İffetlerin aldığını ve bu isimlerle müsemma şahsiyetlerin etrafımızda boy attığını görmek, bizi Asr-ı Saadet'de yaşıyormuş gibi mesrur kılmaktadır.
Bir cemiyette, bir kelimenin, kültürel bir kimlik kazanması, yıllar boyunca ona yüklenen mana ve muhtevayla gerçekleşir. Eskiden beri Türkçemizde yer alan "hizmet" kelimesinin son yıllarda kazandığı hususi mana, buna güzel bir misaldir.
Kültürel kimliği yansıtan ifadelere her dilde rastlamak mümkündür. İngilizce'deki "White man's burden" tabiri bu tür bir ifadedir. Beyaz adamın taşıması gereken bir yük anlamındaki bu tabir, beyaz ırkın diğer ırklara yol göstermesi gerektiğini, yani beyazların medenî, diğerlerinin ise ilkel ve geri olduğunu ima eden bir ukalalık örneğidir.
Dilde mesajları sadece kelimeler taşımaz. Resim ve fotoğrafların da eşlik ettiği reklam veya propaganda gayesiyle kullanılan mesajlar da gerçekten çok ilgi çekicidir. Meselâ, "Col. Sanders Kentucky Fried Chicken", bir "fastfood" reklam spotudur. Bu tabirin çağrıştırdığı şeyler şunlardır: "Col.", "colonel"in kısaltılmış şeklidir. Askeri bir rütbeye (albay) tekabül eder. "Sanders", bir Anglo-Sakson soyismidir. "Kentucky", ABD'nin bir eyaletidir. "Fried Chicken" ise kızarmış tavuk demektir. Amerikan hayali, mutluluk getirecek yeni bir tecrübe, güvenilirlik, ağzının tadını bilen bir insanın hayatı ve nar gibi kızarmış bir tavuğun 'esrarlı' lezzeti, bu reklamın telkin ettiği sembollerden sadece bir kısmıdır (Hatim ve Mason, 1990: 113).
Son olarak vermek istediğimiz misal basın-yayın dünyasından. Bilindiği gibi her bir sembol, insan zihninde semantik bir alan oluşturur. Belli bir kültürde yer alan insanlar, bu semantik alanlar veya kavram çerçevelerini kullanarak düşünürler. Kültür de bu şekilde gelişir veya geriler. Bu kavram çerçevelerinin farklı kültürlerde nasıl değiştiği aşağıdaki misalde açıkça görülebilir; (Hatim ve Mason, 1990:114).
(İhtar: Tablodaki semantik alanların "ortada" yer alması, Hatim ve Mason'un akademik gayeler uğruna tarafsızlık tarafını tuttuğuna işarettir).
Özetle, dil, düşünce, kültür ve medeniyet arasında o kadar hassas ve güçlü bir ilişki vardır ki insanların kullandıkları dile hakim olmak, onların düşüncelerine hakim olmak demektir. Bir milletin dilini ele geçirenler, o milletin geleceğine de yön vereceklerdir.
Kaynaklar
- Beaugerande, Robert de ve W. U. Dressler; Introduction to Texlinguistics. London: Longman. 1981.
- Hatim, B. ve 1. Mason; Discourse and the Translator. London/NewYork: Longman, 1990.
- Toffler, Alvin; Yeni Güçler Yeni Şoklar (Çev. Belkıs Çorakçı), İstanbul: Altın Kitaplar Yayınevi, 1992.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder